Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Skolastik düşünce ve Bediüzzaman

Skolastik düşünce ve Bediüzzaman


YORUM | AHMET KURUCAN 

Skolastik, Latincede okul anlamına gelen schola kelimesinden türetilen “scholasticus” teriminden gelir. Manası “okul felsefesi” demektir. Kavramsal düzlemde skolastik düşünce kilise baskısının yoğunluğu karşısında özgür düşüncenin imkansız olduğunu savunan düşünce biçimidir. Bu düşünce biçiminin en başta gelen özelliği kilise tarafından onay verilen bilgilerin dışında yer alan düşüncelere, doktrinlere, buluşlara bünyesinde yer vermemesidir.

“Skolastik düşünce” özellikle Nur talebelerinin yabancısı olmadığı bir kavramdır. Üstad Bediüzzaman 1952 yılında Eşref Edip ile yaptığı bir röportajda bu kavramı kullanmıştır. Risalelerin ve kendisinin anlaşılmadığı serzenişi ekseninde şunları der Üstad: “Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.”

Hiç şüphesiz bu sözün arka planında yaşadığı dönemde sıkça yapılan medrese-kilise benzetmeleri vardır. Zaten bir sonraki cümlesi bunu te’vile ihtiyaç bırakmayacak ölçüde açığa vuruyor. Diyor ki: “Ben bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hatta bu hususta da bazı eserler telif eyledim.”

Sonra? Sonrası önemli. “Nasarayı (Hıristiyanları) ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azil ve burhanı tard ve ruhbanı taklit etmektir.” Gerçekten de öyle değil midir? Kilisenin özgür düşünce üzerindeki hakimiyetinin kalkmasında sonra Batı, hayatın her alanında Rönesansını yaşamamış mıdır? Bu gerçek “Müslüman çoğunluklu ülkelerde” bile karşılık bulmamış mıdır? Sağcı-solcu ideolojik kamplaşmaların artık bitmeye yüz tuttuğu ortaokul ve liseli yıllarımızda bile  hocalarımız bize “Batı Hıristiyanlığı terk etti ilerledi, biz de İslam’ı terk etmeliyiz ki ilerleyebilelim” diyorlardı.

Ama Üstad tahlillerini burada bırakmıyor. Bir cümle içinde oldukça özlü bir biçimde Hıristiyanlık ve İslam mukayesesi yapıyor. Diyor ki: “Hem de İslamiyet’i daima tecelli ve inbisat-ı efkar (fikri genişleten) nispetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslamiyet’in hakikat üzerinde olan teessüs ve burhanla takallüdü ve akılla meşvereti ve taht-ı hakikat üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin desatirine mutabakat ve muhakatıdır.”

İşaret ettiği, altını çizdiği, vurguladığı dört esas var Üstadın burada:  hakikat, burhan (delil), akıl ve hikmet. Bunların toplamı hatta belki büyük bir iddia gibi gelebilir ama doğru tespit edilip doğru bir şekilde izah edildikleri takdirde her birerleri tek başına skolastik düşünceyi yerle bir edebilir. Tabii düşünce tutarlığını nazardan hiç dûr etmeyecek belli bir metodoloji eşliğinde.

Ardından sözlerini şöyle tamamlar Bediüzzaman: “Acaba görülmüyor: Âyâtın ekser fevâtih ve havâtiminden (başlangıç ve bitişlerinden) nev-i beşeri vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor. Diyor: ‘Efela yenzurun’ (Bakmazlar mı?) ve ‘Fenzuru’ (Bakınız) ve ‘Efela yetedebberun’ (Onlar hiç düşünmezler mi?) ve ’Efela tetezekkerun‘ (Hala düşünmez misiniz?) ve ’Tefekkeru’ (Düşünün) ve ’Mayeş’urun’ (Farkında değiller) ve ’Ya’kilun‘ (Aklını kullanıyorlar) ve ’Laya’kilun’ (Aklını kullanıp anlamazlar) ve ’Yalemun‘ (Biliyorlar) ve ’Fa’tebiru ya ulu’l-ebsar‘ (Bundan ibret alın ey basiret sahipleri). Ben dahi derim: Fa’tebiru ya ulu’l-elbab (Bundan ibret alın ey akıl sahipleri)!”

Sonra? Sonrası daha önemli. Ne sesi ne de sözü makes bulmuş Üstad’ın içinde bulunduğu çevre içinde. Asrın gidişatını görememişler emsalleri. Yapmaları gereken rehberliği yapamamışlar topluma karşı. Yalnız kalmış Üstad. Onun için “Zamanın garibi” manasında Bediüzzaman lakabı takılmış kendisine. Nihayet bir yerde bunalmış ve şunu demiş kendisini ısrarla anlamak istemeyen muhataplarına: “Neden? Dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nûr’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler vesâireler!.. Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mâzi derelerinden sizin yüksek istikbâlinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum.”

Gerçekten de konuşmuş. Bakın 2022 yılı itibariyle vefatının üzerinden 62 yıl geçmiş ve biz hala onun sözleri üzerinden tahlillerde bulunuyoruz. Evet, metaforik bir anlatım ama gerçekten acele etmiş Üstad, erken gelmiş.

O da farkında bunun. Erken geldiğinin, çağın idrakinin üstünde bir idrake sahip olduğunun farkında. “Hiç tevazu yapmayacağım” dercesine o mütevazı insan şunları söylüyor zira. “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennetâsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan “Henîen leküm / Ne mutlu size (tebrikler)!” sadâsını işiteceksiniz. Hatta, misafirlerimizin gölgeleri bile mezar taşımızdan bu sadayı işitecektir. Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada mâziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakîkatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakâikini hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.”

İnşallah öyle olur. Üstadın tahakkuk edecek beyanıyla kati bir surette söylediği o tablo hakikat, delil, akıl, hikmet sarmalı ile sarmalanmış bir şekilde hayatımıza hayat olur.

Son olarak, birkaç cümle önce “Sizinle konuşmuyorum.” dediği asrın memesinden süt emmekle birlikte çağının idrakinden yoksun, zamanının çocuğu olamamış ve kendisine “Bizi cehaletle itham edip hakaret ediyorsun.” diyen gözleri mazide, bugünde dünü yaşayan muhataplarına dönüp bir-iki cümle daha söylüyor ve noktayı koyuyor. Diyor ki: “Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zîrâ asr-ı sâlis-i asrın (yani on üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve fikren mâzinin en derin derelerinde olanları câmie dâvet ediyorum. İşte, ey iki hayatın rûhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Tâ ki, hakîkat-ı İslâmiyeyi hakkıyla kâinat üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!”

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version