Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Devr-i Süleyman’dan Devr-i Tayyip’e…

Devr-i Süleyman'dan Devr-i Tayyip'e…


Yazar-gazeteci dostumuz Aydın Engin‘i de, bizim kuşaktan birlikte mücadele verdiğimiz bir çok dostumuz gibi, geçen hafta sonsuzluğa uğurladık… Siyasal yaşama DP döneminin baskılarına karşı tavır koyarak girmiş olan bizim kuşak, 60’lı yıllarda Devr-i Süleyman’ı yaşamış, arada iki faşist askeri darbeden geçtikten sonra, 2000’li yıllarda da Devr-i Tayyip’i yaşamaya devam etmekte… Ne yazık ki, sevgili Aydın bu karanlık devrin kapandığını göremeden aramızdan ayrıldı.

Benden beş yıl sonra dünyaya gelmiş olan Aydın‘ı 60’lı yılların ikinci yarısında Ant Dergisi’ni yayınlarken ilk kez tiyatro sanatçısı kimliğiyle tanımıştım. Devrimci gençlik direnişinin yükseldiği günlerde Aydın ve arkadaşları, Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Umur Bugay ve Müjdat Gezen, Halk Oyuncuları adı altında bir tiyatro topluluğu kurarak dönemin iktidarını hicveden Devr-i Süleyman adlı bir oyun sahneye koymuşlardı. 

Tabii ki, iktidarın tepkisi ve onun kışkırttığı sağcıların saldırıları gecikmedi. 1968 sonbaharında İmam Hatip Okulu öğrencilerinin de içinde olduğu bir saldırgan grup oyunun sahnelendiği Küçük Opera Tiyatrosu’nu basmışlardı. 

Paltolarının altından çıkarttıkları sopa ve demir çubuklarla sahneye fırlayan zorbalar, patlayıcı maddeler de kullanarak dekorları tahrip etmişler, üzerinde anayasanın 20. maddesi yazılı olan ve ABD 6. Filosu’nun gelişine karşı bir slogan bulunan perdeyi “İtlerin ne mal oldukları perdelerindeki yazılarından belli… Yalan… dostlarımız işgalci değildir. Satılmış köpekler, Moskova’ya” diye uluyarak parçalamışlardı. Binanın ön cephesindeki camların da taşlarla parçalandığı saldırıya müdahale etmek isteyen iki emekli kişi demir çubuklarla başlarından yaralanmışlardı.

Bu saldırıyı Ant Dergisi‘nde ayrıntılı olarak yansıttığım gibi, olayın hemen ardından devrimci gençlik örgütlerinin Küçük Opera Tiyatrosu’nda düzenledikleri dayanışma toplantısına ben de konuşmacı olarak katılmıştım.

Ancak Halk Oyuncuları‘na saldırının arkası kesilmeyecek, Küçük Opera Tiyatrosu 28 Ocak 1969’da aynı saldırganlar tarafından ateşe verilerek Devr-i Süleyman‘ın tekrar sahnelenmesi engellenecekti.

Bu saldırı üzerine yazarımız Osman Saffet Arolat‘ın Halk Oyuncuları’nın yönetmeni Aydın Engin ve oyuncularla yaptığı röportajı, tiyatro binasının yanmış halini gösteren ve tüm sanatçıların birlikte yer aldığı iki fotoğrafla Ant Dergisi‘nin 4 Şubat 1969 tarihli 110. sayısında iki tam sayfa üzerinden yayınlamıştık.

Aynı sayıda İstanbul’daki tüm devrimci öğrenci örgütlerinin saldırıyı protesto eden ve Halk Oyuncuları ile dayanışmayı dile getiren bir ortak bildirisi de yer alıyordu.

İlginç bir raslantı… Ant Dergisi‘nin o röportajı yayınladığımız sayısında, İstanbul Üniversitesi rektörlüğünü işgal ettikleri için tutuklanan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mahkeme kapısında duruşmayı beklerken çekilmiş bir fotoğrafı ile 1945 yılında CHP’nin kışkırttığı milliyetçi gençler tarafından basılıp tahrip edilen Tan Gazetesi‘nin başyazarı Sabiha Sertel‘in anıları da yer alıyordu.

Daha sonraki yıllarda gazeteciliğe başlayarak Osman Saffet Arolat’la birlikte Maden İş Sendikası’nın gazetesini çıkartan Aydın’la 12 Mart 1971 darbesinden sonra açılan Türkiye Komünist Partisi davasının sanıkları arasında yer aldık.

Ben sürgünde olduğum için hakkımda arama kararı çıkartılmıştı, tutuklanan Aydın Engin ise aynı davanın sanıklarından Osman Saffet Arolat ve Harun Karadeniz‘i evinde gizlediği için altı ay hapse mahkum edilmişti.

Tahliye edildikten sonra Yeni Ortam, İlke, Politika ve Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını ilgiyle izlediğim Aydın’la yollarımız, yıllar sonra, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından sürgünde kesişti. 

Biz mücadeleyi Brüksel’de İnfo-Türk ve Demokrasi İçin Birlik ile sürdürürken, Aydın da eşi Oya Baydar ile birlikte Almanya’da Türkiye Postası gazetesinde sorumluluk üstlenmişti. Almanya’da cuntaya karşı yapılan sürgünler arası toplantılarda bir araya geliyorduk. 

Aydın 1985’te gazeteden ayrıldıktan sonra Türkiye’ye dönünceye kadar geçimini altı yıl süreyle Frankfurt’ta taksi şoförlüğü yaparak sağladı.

Kendisiyle son kez dört beş yıl önce Roj Tv‘de bir programa katılmak üzere Brüksel’e geldiğinde Kürt gazeteci dostumuz Erdal Er’in aracılığıyla buluşmuştuk. Brüksel’in merkezindeki bir balık lokantasında eski günleri yad etmiş, geleceğe ilişkin umutlarımızı, hangi ortamda ve koşulda olursa olsun mücadelemizi sağlığımız ve ömrümüz vefa ettiği sürece ara vermeden sürdürme kararlılığımızı paylaşmıştık.

Geçen seneki doğum gününde Aydın‘la bir ortak noktamızı daha keşfetmiştik. Kendisine gönderdiğim 12 Şubat 2021 tarihli kutlama mesajında şöyle demiştim:

80’liklere karışmanı simgeleyen doğum gününü yürekten kutluyorum.

İnci de dört ay önce 80’lik olmuştu.

Gençay’ın seninle ilgili bugünkü yazısını zevkle okudum.

Bu arada hoş bir rastlantı:

Benim doğum günüm babamın ara istasyonlarda görevli demiryolcu olmasından dolayı ilçe merkezine 15 gün gecikmeyle gidebildiği için 27 Şubat olarak işlenmişse de, gerçekte Kalecik’in Irmak ara istasyonunda 12 Şubat 1936’da doğmuşum.

Meslektaşlık ve kavga arkadaşlığı yanında bir ortaklık daha…

Daha nice yıllara sevgilerle…

O da bu ortaklığımızı şu mesajla doğrulamıştı:

Almanya’ya tüyebildiğim döneme kadar benim nüfus cüzdanımda doğum tarihi olarak 12 Şubat 1941 yazıyordu. Ama ben oralarda iken Ödemiş Nüfus Dairesini su basmış ve o kocaman nüfus kütükleri iyice ıslanmış. Soruna “Türk usulü” bir çözüm bulmuşlar. Bütün Şubat doğumlular 28 Şubat’ta doğmuş. 1941’liler 28 Şubat 1941, 1942’liler 28 Şubat 1942 vb…

O gün bu gündür benim de resmi doğum günüm 28 Şubat 1941.

Yani salt 12 Şubatlı değiliz, aynı bürokratik saçmalığın da kurbanıyız…

80’lik İnci kardeşime benim için sarıl, benim için öp….

Selamlar, sevgiler.

Ne yazık ki, sevgili Aydın, bu kez bürokrasinin değil, safra kesesinin ve onun tedavisindeki komplikasyonların kurbanı oldu.

Aydın’ı, 1969’da Küçük Opera Tiyatrosu‘nun yakılmasının ardından sahne arkadaşlarıyla birlikte söylediği ve Ant‘ta yayınlanan sözleriyle anıyorum:

“Son bir sözümüz var. Yok olan yalnızca mallarımızdır. Halk Oyuncuları daha bir bilinçli, daha bir bilenmiş, daha bir inançla görev başındadırlar. Görev devrime kadar soluk almaksızın sürecektir. Ve inanıyoruz ki, büyük bir ustamızın dediği gibi, gelecek günler, geçmiş günlerden daha güzel olacaktır, eninde sonunda…”

***

Geçtiğimiz hafta Aydın’ı kaybettiğimizin haberi, tam da Avrupa Birliği’yle NATO zirve toplantıları sonuçlarının, özellikle de Devr-i Tayyip’in geleceği konusundaki etkilerinin ne olacağının tartışıldığı bir ortamda geldi. 

Geçen yazımda “Erdoğan‘ın, NATO Zirvesi nedeniyle Brüksel’de bulunacağı çarşamba ve perşembe günlerinde, AB yöneticileriyle ve AB üyesi ülkelerin devlet ya da hükümet başkanlarıyla ‘üst düzeyde’ ilişkiler kurarak, insan haklarına saygı konusunda 195 ülke arasında ancak 146. sırada yer alabilen Türkiye’yi olduğu gibi kabullenmeleri için her türlü baskı ve tehdidi kullanacağında kuşku yok” demiştim.

Ayrıca, insan hakları savunucusu Osman Kavala‘ya uygulanan adaletsizlik nedeniyle Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin ihlal süreci başlatmış olduğunu da anımsatarak sormuştum: “Rusya Federasyonu‘nu bir çırpıda Avrupa Konseyi‘nden atanlar, hem ülke içindeki baskı uygulamalarında, hem de başka ülkelere karşı silahlı saldırılar konusunda en az Rusya Federasyonu kadar suçlu olan Ankara rejimi hakkında ne karar verecek?”

Yıllardır alıştığımız ve de şerbetlendiğimiz senaryo yine değişmedi… Erdoğan‘ın görkemli başkanlık uçağı kendisi ve eşi Emine Hanımefendi ile birlikte bakanlar, danışmanlar ve de sallabaş gazetecilerden oluşan bir çıkartma birliğini hamil olarak Brüksel’e havalanmadan önce, Tayyip’in adaleti Avrupa’ya meydan okurcasına Osman Kavala‘nın serbest bırakılmasını bir kez daha reddetti. 

Bu aşağılamaya rağmen, Brüksel’deki NATO Karargahı’na varışında Erdoğan, şimdiye kadar sürekli çelişkide olduğu Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron tarafından karşılanarak kendisiyle basına kapalı 50 dakikalık bir başa baş görüşme yaptı. Aynı zamanda Avrupa Birliği Dönem Başkanı olan Macron, görüşmenin ardından yaptığı açıklamada Rusya -Ukrayna savaşı konusunda Erdoğan’la aynı perspektife sahip olduklarını memnuniyetle ifade ettikten sonra “mevcut durumun Türkiye ile var olan belirsizlikleri ortadan kaldırmak ve açıklığa kavuşturmak için bir fırsat olduğu, geçmiş yıllarda görüş ayrılığı bulunan dosyalarda ilerleme kaydedilebileceği” müjdesini verdi.

NATO zirvesinin ardından görüştüğü İtalya Başbakanı Mario Draghi, Estonya Başbakanı Kaja Kallas ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson‘dan da müstakbel işbirliği vaadleri duymanın mutluluğu içindeki Erdoğan’ın keyfini kaçıran tek şey, büyük umut bağladığı ve yandaş medyada da mutlaka olacakmış gibi yansıtılan Biden‘le baş başa görüşememiş, zirve toplantısının açılmasından önce tüm liderlerin toplu hatıra fotoğrafı çektirmek üzere bir araya gelişlerinde sadece ayak üstü bir “Goodmorning… How are you?” teatisiyle yetinmek zorunda kalmış olmasıydı.

Erdoğan, buna rağmen, Brüksel’den Türkiye’ye dönerken uçaktaki basın toplantısında büyük bir keyifle açıkladığı gibi, geçmişte çelişkiler yaşadığı iki süper gücün, ABD ve Avrupa Birliği’nin Ukrayna Krizi’ni vesile ederek NATO çatısı altında yeniden birlik olmasından, bu birliğe üye olmayan diğer Avrupa ülkelerini de Atlantik şemsiyesi altında kendilerine bağlamalarından son derece mutludur.

Şunu çok iyi biliyor ki, eskiden on yıllarca Sovyetler Birliği’ne ve onun başını çektiği Sosyalist Sistem’e karşı silahlı tehditler ve CIA kaynaklı komplolarla sürdürülen soğuk savaş döneminde Türkiye yönetimleri tüm insan hakları ihlallerine rağmen nasıl el bebek gül bebek muamelesi gördüyse, Rusya’ya ve müttefiklerine karşı başlatılan bu ikinci soğuk savaş döneminde de, temel hak ve özgürlükleri ne denli ayaklar altına alırsa alsın, AKP-MHP islamo-faşist diktasına göstermelik bazı eleştiriler ve kınamalar dışında hiçbir yaptırım uygulanmayacaktır.

Üstelik, bir yandan Atlantik camiasında “vaz geçilemez”i oynarken, bu kriz döneminde hem Rusya, hem de Ukrayna ile ilişkileri sıcak tutarak, bir yandan Batı’nın ekonomik yaptırımlarından dolayı Rusya’dan ayrılmak zorunda kalan çokuluslu tekellere, öte yandan Batı’dan kovulan Rus oligarklarına kapıları açarak bu yeni soğuk savaşın ganimetlerini toplayacaktır.

Dahası, bu sayededir ki, son kamuoyu yoklamalarında baş aşağı gittiği görülen prestijine doping yaparak büyük ihtimalle bir erken seçime gidecektir.

HDP’nin önerdiği “Demokratik Cumhuriyet” çağrısını görmezden gelerek tümü sağcı beş partiyle idare-i maslahat bir iktidar ittifakı oluşturmaya çalışan Kılıçdaroğlu’nun “hellaleşmeci”liği sürdükçe Devr-i Süleyman’dan yarım asır sonra açılmış olan Devr-i Tayyip’in kapandığını görmek herhalde bizim kuşağa pek nasip olmayacak…

Olmasa da, Aydın‘la Brüksel buluşmamızda birlikte ahdettiğimiz gibi, sağlığımız ve ömrümüz vefa ettiği sürece mücadeleyi aynı kararlılıkla sürdüreceğiz…

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version