Geçmişte, muhalif, devrimci bir yaşamı olan yakın bir arkadaşım, o günleriyle ilgili anılarını anlatırken yüzü canlanıyor, gözleri istekli ışıklarla aydınlanıyordu.
Anlattıklarında biraz serüven duygusu, masum bir oyun tadı yok değildi ama belli ki yaşadıklarında onu sahici kılan bağlar çok daha fazlaydı. Kendisini, yaşamında en çok devrimci ve muhalif bir insanken var etmişti. O zamanlar masumiyeti ve o saf ütopyayı yakalamıştı. En çok o zamanlar rüyalarını ortaya çıkarmıştı, hayallerini ifadelendirmişti…
Şimdilerdeyse uyumsuz biriydi. Hiçbir işte uzun boylu kalamıyordu. Sürekli şehir değiştiriyordu. Aralıksız bir şekilde içki içiyordu. Ve ne yapsa hızla kendinden kopuyor, aşağılara düşmeye başlıyordu. Doğallığını ve masumiyetini yitirdiğini söylüyordu…
Yeniden doğallığını, masumiyetini ve hayallerini kazanabilmek için kendi yazdığı aşk senaryolarına, başta heyecanlı bir oyuncu olarak katılıyor; kafasında yarattığı sevgiliye, tıpkı, muhalifliğe ve devrimciliğe bağlanır gibi âdeta mistik bir duyguyla sarılıyor ancak kısa bir sürede bu sarılıştan, doğallığını, masumiyetini ve hayallerini biraz daha kaybederek çıkıyordu. Ve kaldığı yerden o umutsuz ama uzun süreceğe benzer alkol yolculuğuna başlıyordu.
İşte böyle günlerde geçmişte muhaliflik ve devrimcilik günlerini paylaştığı bir arkadaşını evine çağırıyor ve ısrarla o günleri konuşmak istiyor, giderek uzaklaşan bu anıların tamamen kül olup solmasından gizli bir korkuya kapılıyordu. Ancak zaman acımasızdı. Giden, dönmemek üzere geçip gitmişti yaşamından. İşte bunu kaçınılmaz bir şekilde hissettiğinde başını ellerinin arasına alıyor, “Bir yerlerde çok önemli bir şeylerimi kaybettim ben ama neyi, nerede kaybettiğimi tam olarak bilemiyorum…” diye söylenip sızlanıyordu…
Oysa, neyi, nerede yitirdiğini kendi de biliyordu, ancak söylemeye cesaret edemiyordu bir türlü; kendisine bile. Kaybettiği şey; içindeki özü, o direnci, muhalifliği, devrimciliğiydi…
İyi anımsıyorum. Birkaç yıl hapis yattıktan sonra, içeriden âdeta “bambaşka biri” olarak çıkmıştı. Aslında “değişmiş” insanı oynuyordu. “Artık para kazanmam gerekli. Biz sosyalistler çok yanlış düşünmüşüz. Toplumu kurtaralım derken kendimizi unutmuşuz. Artık ben kendi bireyselliğimi doya doya yaşamak istiyorum,” diyordu. Kısa bir süre sonra bir şirketin pazarlama müdürü olmuştu. Kılık kıyafetini, saç şeklini değiştirmişti. Takım elbiseler giyiyor, Bond çantayla dolaşıyordu. Bir ara kendisini mutsuz ettiğini söylediği kitapları kolilere yerleştirip sandık odasına sakladığını öğrendim. Artık hiç kitap okumuyor, akşamları eve geldiğinde hemen televizyonu açıyor ve karşına ne çıkarsa saatlerce izliyordu…
Her karşılaştığımızda, “Dünyada yaşanan değişimi görmeliyiz. Artık ideolojiler öldü. Sağ, sol, sınıf, sömürü kavramları anlamını yitirdi. Teknolojik devrimi iyi izlemek gerekir,” diyordu.
Farkındayım. Bütün bu söylediklerinin altında, kendi kendisiyle yüzleşmemek, hesaplaşmamak için umutsuz bir kaçış duygusu yatıyordu. “Değişime” tamamen kendisini sunduğunu söylerken bile içinde başka kaygı ve sorularla boğuşuyordu. Bu sorulara yanıt vermek çok güç geliyordu ona. İşte böyle anlarda ya televizyona ya ucuz ilişkilere ya da anlamsız sohbetlere kaçıyordu. Ama bu süre içinde, bunlardan kaçamadığı gibi, içindeki muhalifliği ve devrimciliği, dahası o kristal aykırılığını da yitirmişti. Merkezinden kopmuştu, cesareti kırılmış, ben’i örselenmişti.
Oysa bilmiyordu ki insanın özündeki o devrimcilik, o muhaliflik duygusu, ağaçlardaki reçine gibidir. Nasıl ki, kimya sanayiinde kullanmak üzere kimi ağaçlardaki bu reçineyi bazı tekniklerle boşaltıp aldıklarında artık o ağaç direncini tamamen yitirir; örnekse, bu ağaçtan tekne yapıldığında, bu tekne bir kayaya çarptığında kırılıp paramparça olursa, insan da içindeki o muhalifliği, devrimciliği, aykırılığı yitirdiğinde, karşılaştığı ilk engelde, bozulur, parçalanır, yani onun gibi doğallığını, masumiyetini ve hayallerini yitirirdi.
“Bir yerlerde kaybettiği o önemli şey,” dediği oydu işte. Esen rüzgâra kapılıp içindeki o özü “değişime” uydurabileceğini sanmış, bunun için çok çaba harcamış, başaramamıştı. Bilinçaltını unutamamıştı. Asıl zenginliğin pazarlama müdürü olmakla, para ve statü sahibi olmakla asla kazanılamayacağını zenginliklerinin o yitirdiği devrimci ütopyası, o masum cesareti, o sıcak hayalleri olduğunu anlamıştı. İşte çevresiyle uyumsuzluğu, bunu anladığında ortaya çıkmış; bunu anladığında, sürekli iş değiştirmeye, o şehirden bu şehre amaçsızca gidip gelmeye başlamış, alkol yolculuklarının umutsuz yolcusu hâline gelmişti. Ve hızla aşağılara düşüyordu artık…
Çünkü o bir zamanlar devrimciydi ve bir devrimcinin düşüşü, hiçbir zaman sıradan bir insanın düşüşüne benzemiyordu…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***