Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Yumuşak’ erkekten, ‘yabansı’ erkeğe

'Yumuşak' erkekten, 'yabansı' erkeğe


Gerçekten kadın-erkek ilişkileri çözümsüzlükler ve şaşırtıcı sürprizlerle dolu. Ve o çok güvendiğimiz akıl denen şey bu çözümsüzlükler ve sürprizler karşısında sık sık duvarlara tosluyor. Akıl, bilgi ve kimi duygular bu ilişkilerde yerini, hep o bilinmezliklere, adı konamayan, söylenemeyen, yorumlanamayan ve anlamı sır dolu yaşantılara bırakıyor…

Yıllarca politik hareketlerin içinde bulunan, feminizmi benimsemiş, iyi eğitim görmüş, duyarlı ve her yönden gelişmiş bir kadın, uzun yıllar birlikte yaşadığı ama yaşarken aynı zamanda mücadele ettiği ve sonunda kendi istediği gibi, anlayışlı, duyarlı, “yumuşak” bir hâle gelen ama bu defa da artık aradıklarına yanıt vermediği için bu erkeği bırakıp örnekse, hiç de böyle bir “erkek” olmayan ama doğal, yabansı, içinden geldiği gibi yaşayan bir balıkçıyla yoğun bir aşk, ve beraberliği her şeyi göze alarak yaşarsa, burada akıl ve bilgiden çok başka, yani sır dolu şeylere kulak vermek gerekiyor sanıyorum…

Bu anlatılan tarzdaki ilişkilere artık Batı’da, hatta Türkiye’de çok rastlanıyor. Örnekse, Michel Tournier’in, “Veda Yemeği” adlı romanında, yönetmenliğini Andrew Birkin’in yaptığı “Tendeki Tuz” filminde ve aylar önce öyküsünü bir arkadaşımdan dinlediğim ve o sıralar çalıştığım gazetedeki köşemde yazdığım yazıda da aynı ilginç temaydı karşıma çıkan.

Kendisine benzettiği erkeği bırakıp yabansı, doğal bir adamla, örnekse bir balıkçıyla yoğun bir ilişkiye giren kadının yaşadıkları…

Peki, bu kadın kimdi, hangi iklimlerde yaşamıştı? Arayıp da bulamadığı neydi? Balıkçıyla yaşadığı şey miydi onun aradığı? Yoksa bu kadın, sorduğu soruların içinde kendi benliğini mi arıyordu? Yoksa onu hiç bulamayacak mıydı? İşte bu soruları yukarıda anlattığım kadına oldukça benzeyen, Veronika Kemper’e sordum. Veronika Kemper, Almanya’da filoloji, pedagoji ve oryantalizm eğitimi görmüş, 70’li yıllar boyunca sosyalist ve feminist çevrelerin içinde bulunmuş. Cinsel devrimin başlangıç, gelişme ve gerileme evrelerini yaşamış. Bir süre Almanya’da öğretmenlik yaptıktan sonra 1985’te Türkiye’ye gelmiş. Türkiye’de 5 yıl öğretim üyeliği yapmış. Şimdilerde ise İstanbul’da bilimsel bir araştırma yapıyor.

Kemper, üniversitede okuduğu 70’li yılların yoğun teorik tartışmalar ve uzayıp giden sorgulamalarla geçtiğini söylüyor. Sosyalist bakışın hâkim olduğu ve feminist görüşlerin de yer bulduğu ortamlardır yaşadığı. Ancak önce sınıfsal mücadele verilecektir. Komün hâlinde yaşanan günlerdir, bu günler. Giyime kuşama, önem verilmez. Cinsellik değil, politik duyarlılıktır, öne çıkarılan. Her şey ama her şey tartışılır bu arada. Kadın-erkek ilişkileri, cinsiyetçilik… Hatta cinsellik bile! Bu arada, feminizan hareketler güç kazanmaktadır.

Kadınlar, erkeklere karşı sıkı bir mücadeleye girer. Zaman zaman, erkeklerle aralarında fiziksel çatışmalar dahi çıkar.
80’li yıllara böyle gelinir. Uzun mücadele yıllarından sonra, kadınlar erkekleri ikna etmeyi başarmıştır. Artık erkek bilerek ve isteyerek iktidarlarından vazgeçiyor, kadınlara geniş yerler açılması için birçok özveriyi göze alıyorlardır. Örneğin, kariyerlerinden vazgeçiyorlardı.

Birçok alanda, özellikle eğitim ve kültür alanlarında, kadınlar büyük imkânlar elde ediyorlardır. Ve artık komün olarak değil, tek tek ya da birlikte yaşanıyordur. Ancak feministlerin hatırı sayılır bir bölümü erkekleri reddedip birlikte yaşamaya, lezbiyen bir yaşam biçimi sürmeye niyetlenince, erkekler de homoseksüel birliktelikler kurmaya başlamışlardır.

Politik, muhalif ve feminizan çevrelerden gelip birlikte yaşamaya başlayan kadınla erkek arasında teorik tartışmalar, sorgulamalar, yine sürmektedir ama bu arada erkek her bakımdan kadının istediği gibi olmuştur zaten. Anlayışlıdır, duyarlıdır, naziktir, ev işlerini paylaşmaktadır. Bencil değildir. Kemper’in deyişiyle, âdeta “yumuşak” bir erkektir ortaya çıkan. Her şey iyidir, hoştur ama ortada derin bir sorun vardır. Bu kişide, eksikliği duyulan erkek kimliği kalmamıştır artık. Kadın, karşısında bir farklı cinsiyetin yoğunluğunu, duygusunu alamaz olmuştur. Kadının kendisine benzeyen ve onun “istediği gibi” biridir bu.

Ve bu kişiler her şeylerini kadınlara göre, onlara uygun bir şekilde dönüştürmüşler, uyarlamışlardır. Ayrıca bu dönüşüm ve uyarlanmayla birlikte, kırılgan, alıngan, en ufak bir sorun karşısında bocalayarak, sinip köşesine çekilen insanlar hâline gelmiştir, bu “yumuşak erkekler.”

Peki, istenen böyle bir erkek midir? Hayır! Zaten sorun da buradadır. Kadın, “kendisi gibi olan” biriyle mutlu olamadığını, kendisini derinden sarsan bir yoğunluk yaşayamadığını hissetmektedir. Aradığı, böyle bir erkek değildir.

Kadın kafasında bu ağır sorularla cebelleşedursun, bu “yumuşak erkek” de kadınlarla ilişkiye girmekten artık çekinir hâle gelmiştir. Cinsel sorunları vardır. Kadının isteklerine yanıt verecek gücü ve enerjiyi kendisinde artık görememektedir. Bu korkunun yanında, derin ekonomik sorunları vardır. Ev bulamamaktadır. Ev işlerinden bunalmaktadır. Teoriyle ve kitabi bir tarzda yorumlanmaya çalışılan hayat, artık onu da amansızca ve hiç de kitaplarındakine benzemeyen bir şekilde zorlamaktadır…

Bu kimlik bunalımını derinden hisseden kimi Amerikalı, Avrupalı erkekler, birkaç haftalık “köklere dönüş”, “eski erkeklik duygularını arayış” terapilerine katılıyor, bu terapilerde aynı sorunları paylaşan hemcinsleriyle bir moral ortaklığına giriyor ve “Ne oldu bize böyle, kendimizi nasıl yitirdik?” sorularıyla özlerine dönüşün yolların, bulmaya, aramaya çıkıyorlardı. Peki, “erkeklik özü”, “erkeklik doğası” diye bir şey var mıydı gerçekten? O da bir ideoloji ve her ideoloji gibi “yapılma” bir şey olmasındı? Olabilirdi. Ama erkekler sonuçta geçmişte bıraktıklarını sandıkları kimliklerini yeniden bulurlarsa, sorunlarının
çözüleceklerine inanıyorlardı. 

Erkekler kendilerini terapilerde arayadursun. Sovyetler Birliği ile birlikte, “reel sosyalizm” tarihteki rolünü yitiriyordu. Kimileri için tırnak içinde de olsa, kimileri için gerçek, kimileri için reel sosyalizm de olsa ortadan kalkan, sona eren bir şeyler vardı dünyada. İşte tam bu sırada medyanın da zorlamasıyla, global anlamda yaşanan kültürel-ideolojik dönüşümden bir zamanların politik, muhalif, feminist insanları da paylarını alıyordu. Erkeklik, dişilik, cinsellik, kışkırtıcılık, etkileyici olmak keşfediliyordu. Artık kadınlar, giyimlerine kuşamlarına; erkekler, kaslarına, yani bedensel güzelliklerine dikkat eder olmuşlardı.

Ve bu ara “yumuşak erkek”ten -ki büyük ölçüde sorumlusu kendiydi- aradığını bulamayan bir zamanların politik, muhalif, feminist kadını, aradığını, yabansı doğal erkekte bulmaya başlamıştı. Varsın, entelektüel, politik birikimli olmasındı. İşin ilginç yanı, böyle olmaması daha güzeldi. Çünkü bu tip kadın, sürekli tartışan, teorik yaşayan ama söylediklerini bir türlü yapamayan erkekten bıkmıştı. Kemper cinsellik konusunda yaptıkları tartışmaları örnek verirken, “Cinsellik tartışılmaz, yaşanır ve yapılır,” diyordu. İşte yabansı, doğal erkek, cinselliği böyle yaşıyordu. Teorilerle, sorgulamalarla onun kafası bloke olmamıştı. O, neyse oydu. Burada, akılla kalp karşı karşıya geliyordu işte. Akıl, kasıkların o yabancı ve tutkulu gücüne pek müdahale edemiyor, bedenin, çatlama ve uçma isteğine yeterince karşılık veremiyordu. Cinsel heyecan, çoğu kez anlaşılmaz ve pek de tartışılmaz sırlarla doluydu.

Peki, politik mücadeleye birlikte atıldığı, aynı komünde, önce politikayı ve kadın-erkek ilişkilerini tartıştığı, kürtaj ve mesleki haklar gibi konularda kendisini sonuna kadar destekleyen erkeği “yumuşatıp” sonunda yine de aradığını bulamayan bu kadın, aradığı gerçek aşkı, gerçek yoğunluğu o doğal yaşayan, yabansı ve entelektüel olmayan erkekte buldu mu? Kemper, bu sorumu hiç de iyimser yanıtlamıyor, “Bu koca bir soru işareti,” diyor.

Dahası, bu tip ilişkilerin sonunda da derin bir hayal kırıklığı yaşandığını söylüyor. Çünkü ona göre, geçmişte yaşananların, öğrenilenlerin unutulması mümkün değil. “Bilinçaltını yok sayamazsınız,” diyor. 2-3 ay gibi çok kısa bir süre ama oldukça yoğun yaşanan bu ilişkilerin, geride bir derin sızı, acı bir iz bıraktığını söylüyor. Başından iki evlilik geçtikten sonra, böylesi yabansı, doğal olan erkeklerle de ilişkiye giren Veronika Kemper, onca yaşanmışlıktan sonra geldiği noktayı şöyle tanımlıyor: “İçimde bir cesaret var ama bir o kadar da korku var. Tokluk var ama bir o kadar da açlık var. Umut içindeyim ama bir o kadar da umutsuzum.” Kemper, bir taraftan düzenli, bildiği bir ilişkiyi sürdürmek istiyor ama aynı zamanda içinde onu hep kışkırtan aşk duygusunu delice yaşama isteği de taşıyor. Bu sadece ona özgü bir ruhsal durum değil. 70’li yılları Türkiye’de ve benzer ortamlarda geçiren Türkiyeli hemcinslerinde de gözlemiş aynı karmaşa ve çelişkileri.

Kadın-erkek ilişkilerine mutlu bir çözüm pek aranarak bulunmuyor anlaşılan ama bulacak olanlar da arayanlar olacaktır hiç şüphesiz…

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version