İlk darbelerle yıpranıp yorgun düşen çocukluk, hatırlamak isteyene daima biraz hırçın ve muğlak görünür. Büyümenin sancılı yolculuğunda karşılaşılan engeller aşılırken o hep geçmişte bırakılması gereken tekinsiz arkadaştır. Eksik kalmaya mahkûm hikâyelerle “yabancılara” anlatılır, değiştirilerek çoğaltılır, yardım istenecek bir iç ses olarak korunur. Bazen de vakti geldiğinde tutkuyla edebiyata dönüştürülür.
Henüz kimsenin dokunmadığı yalnızlığına eşlik eden eşyalar, adı konmamış kokular, kâbuslar ve gerçekleşmemiş hayalleriyle benliğin gizli bir köşesinde itinayla saklanan çocukluğun izlerini silmek mümkün değil. Neşesini müsrif bir tüccar gibi bilinçsizce savuran insan kederini en başından itibaren farkında olmadan biriktiriyor.
Çocukluk, kısa mutluluk ânlarını hatırlamak isteyenlere meydan okurcasına dünya ağrılarıyla hemhâl olmaya başlamak demek. Özgürlük arzusunu, merakı, şaşkınlığı çoğaltırken henüz makul ve mantıklı ifadelere dönüşmemiş yapay acıların biriktiği kovuğun içinden bakar dünyaya çocuk. “Evden” dış dünyaya çıkamama huzursuzluğuyla kuşatılmıştır. Sınırlarının güvenli oluşu sığınağı cazip kılar ama aynı zamanda baskılarıyla fena halde boğar.
Çocuklukta henüz bozulmamış hayret duygusuna eşlik edenlerle suç ortaklığı kurmak özel bir ayine katılmanın giriş cümlesi. O yabanıl ormandaki hâtıraları vazgeçilmez kılan, yıllarca kalbin en mahrem ve kırılgan yerinde saklanmış olmaları.
Tekrarı olmayan anların biricikliğini vahşi hayvanlar misali hisseden çocuk, “masal diyarına” dönmenin imkânsızlığını hissettiği için mi erkenden yabancılaşıyor hayata?
Bugünden oraya baktığımızda kızdıklarımız, sevdiklerimiz, kayıplarımız, kederlerimiz, sevinçlerimiz ağaç dallarına takılan uçurtmalar gibi sahipsiz görünüyor.
Çocukluk içinden geçilip gidilecek asude bir mevsim değil. Hafızanın en dibine yerleşen anı parçacıklarının beklenmedik vakitlerde uyanışıyla son ana kadar kalmakta ısrar eden inatçı ve buyurgan bir eşlikçi.
Sarsıcı bir anlatı
Çocukluğun vahşi iklimini anlatan denemeler, öyküler, romanlar, şiirler, hâtıralar okudum. Bazılarını sevdim ama ilk kez kendi çocukluğunun tortusunu yontmadan, cilalamadan gösteren sarsıcı bir anlatıyla karşılaştım.
Şair, yazar Tove Ditlevsen otobiyografik anlatının çerçevesini, çocukluğun hırpalayan veçhelerine cesaretle bakarak parçalamış;
“Çocukluk tabut gibi uzun ve dar, kendi kendine içinden çıkmak mümkün değil.”
Ama her çocuğa özel tasarlanan bir kıyafet aynı zamanda;
“Nasıl ki her çocuğun kendi çocukluğu varsa her insanın da kendi gerçeği olduğunu biliyorum.”
Gerçeği kapalı şiir sesiyle bükmeyi seven yazar, kendi çocukluğunun tuhaf kokusuna, okuma sevgisine, şiir sezgisine, korkularına, kırık sevinçlerine sahip çıkarak “çocukluğun” ortak duygusal hafızasına ulaşıyor. Uzun, dikenli, sonsuz bir patikada paslı bir bıçak gibi kullandığı kelimelerle ilerlediği meşakkatli bir yolculuğa çıkmış;
“Onun çocukluğu terzi yapımı. Ağabeyimle beraber, dengeli bir şekilde genişliyor. Oysa benimki, benden tamamıyla farklı olan, gayet iyi uyuşacağı başka bir kız için yapılmış. Aklımdan böyle düşünceler geçtiğinde, maskem daha da aptallaşıyor çünkü kimseye bu tür konulardan bahsedemiyorum ve hep, beni dinleyip anlayacak gizemli bir kişiyle karşılaşmanın hayalini kuruyorum. Böyle insanların bulunduğunu kitaplardan biliyorum ama onlara çocukluğun sokağında asla rastlanmıyor.”
Kitapla hayat arasındaki titrek köprüde çocuk bakışıyla yürüyen şair, yazdığı ânın içinden geçmişini ürpertiyle izlerken hiçbir zaman içine tam sığamadığı çocukluğuyla halleşmek istiyor. Ve bütün kusurlarıyla onun yüzüne bakmak.
Çocukluğu boyunca gizemli bir kişiyle karşılaşma hayalinin gerisinde, sevdiklerinin başında azizlerinkine benzer hâleler görme arzusu var muhtemelen. Büyüklerin dünyasında dünyasında hem görünür bir kişilik hem de maskesinin arkasına sığınan bir “hayalet” olabilmek ancak onu dinleyip anlayacak bir insanla mümkün.
Ditlevsen, otobiyografik üçlemenin ilk kitabı olan ‘Çocukluk’ anlatısını anlama ihtimali olanları edebi bir farkındalıkla acıtmak için yazmış sanki. Taammüden değil, kendiliğinden bir açılma, görülme, onaylanma ve itiraz etme.
1920’li yılların Kopenhag’ında doğup büyüyen yazar bir işçi ailesinin çocuğu. İlk şiir kitabı ve ilk romanı yirmili yaşlarında yayınlanmış. Kitaptaki kurgusal gerçekliğin görünen izleriyle pek ilgilenmedim doğrusu. Gerçekliği jilet kesiklerine dönüştüren cüretkârlığı çarptı beni.
Bir çocuğun sevilmediğini bildiği halde umudunu yitirmemeye çalışarak annesine, babasına, ağabeyine hayranlık duymasını, cinsiyet eşitsizliğiyle hırpalanan benliğini sağlam tutmak için direnişini, şair olma tutkusunu, tuhaf kelimelerle kendini saklamasını acısına eşlik ederek izledim.
Mutlu çocukluk var mı?
Yazar otobiyografilerinde anlatılan çocukluk hikâyeleri düşünüldüğü gibi kesif mutsuzluk kümelerinden ibaret değil elbette. Hatta okuduklarım arasında eserleriyle örtüşmeyecek kadar coşkulu olanlar da var. Bu çok doğal. Okuduklarımızı onları yazanlarla, kendimizle, yaşantılarla doğrudan ilişkilendirmek mümkün değil. Edebiyat hayatı olduğu gibi yansıtmaz ama küstahça başka hayatların kolayca kabul edilemeyen gerçekliğine inanmamızı buyurur. Yaşarken fark edemediğimiz duyguların kristalize olmuş hallerini de görebilelim ister;
“Çocukluk karanlık ve bodrum katına kapatılıp, unutulmuş küçük bir hayvan gibi devamlı inliyor… Asla tamamen uyumuyor. Çoğu yetişkinler, mutlu bir çocukluk geçirdiklerini söylerler ve buna belki kendileri inansalar da ben inanmıyorum. Bana kalırsa sadece unutmayı başarmışlar.”
Bana kalırsa çoğu zaman unutmayı başarmış gibi davranıyorlar. İhtiyaç duymadıkları çocukluğu eski bir kıyafet gibi naftalinli sandıklara kaldırıp, vaktinden evvel büyüyenlerin yüzlerine, seslerine, davranışlarına sinen o zoraki güce sahip olmak istiyorlar çünkü.
‘Çocukluk’ ele aldığı meselelerin orta yerine “çocukuluk unutulabilir mi” sorusunu koyuyor. Kişiye göre değişen bu sorunun hedeflerinden biri, üçlemeye (Gençlik-Bağımlılık) devam edebilmek için yazınsal bir sınır koymak. Diğeri de ona bu anlatıyı yazdıran yoğun duyguların yani çocukluğun hiç bitmediğini dünyaya göstermek. Ona göre ne tarafa dönersen dön, çocukluğun sert ve sivri kenarlarına çarpıp canını acıtıyorsun. Çocukluk bitecek gibi ama aslında bitmiyor. Sonrası da bir türlü başlamıyor; Arafta yaşarken donuk ve beklentisiz sıkıntının biriktiği durgun göl orası.
“Bunların hepsi asırlar evveldi ve o zamanlar, çocukluğumun sonsuza kadar süreceğini acıyla hissetsem de, daha mutluydum gibime geliyor.”
Tohumları içimizde saklı çocukluk, hikâye edilerek puslu rüyalardan uyandırıldığında geride kalan her şey boyut değiştiriyor; Sınırlar usulca silinir. Radyolar cızırdamaz. Üzerine tırmandığımız badem ağaçları aslında o kadar da heybetli değildir. Erken bastıran karanlık korkutmaz. Okul kıyafetlerinin ekşimsi kokusu buhar olup uçmuştur. Odalar artık neden dar değildir? Eski eşya yığını zamanla dağılmıştır. Sadece birkaç kırık fincan, eski gazete kupürleri, hatıra olsun diye saklanan ansiklopediler ve okunduğunda bir yabancıya ait olduğunu düşündürten solgun bir günlük kalır.
‘Hakikatler asla ışıldamaz’
Belki de esas sorulması gereken, büyüklerin çocukuluğu anlamlandırma yolculuğunda çağrışımlar ve yeniden kavrayışlarla ne yapabildiğidir.
Annesi tarafından sevilmediğine inan çocuğun/yazarın beş yaşından on dört yaşına kadar devam eden büyüme macerasında kelimeler ve şiir her şeyden daha kıymetli. Onu büyüklerin dünyasına çağıran tılsımlı uğraş yazı. Bir kız çocuğu olarak büyüklerin kitaplarını okuması, gelecekte şair olma isteği hoş karşılanmadığı için özellikle annesi ve bütün dünya tarafından onaylamak istemiş olabilir. Belki bir önceki kuşaktan miras kalan baskı, anlayışsızlık, şiddet, alkol ve madde bağımılılığı olmasaydı bile ona kendini iyi hissettiren sadece yazarak kendini ifade etmek olcaktı. Hakikatin bu kısmına ulaşmak mümkün değil; “Hakikatler asla ışıldamaz”.
Ne yaparsa yapsın annesini memnun etmek isteyen bir çocuğun aradığı gerçeklik kırıntılarını insanların yüzlerinde, seslerinde, sırlarda, şiirde, kitaplarda bulması anlaşılır.
O çocukluğun kendine has ürkütücü kokusunu okuyarak duyabiliyordu. ‘Grimm Kardeşler’ olmasaydı çocukluğu boz ve hüzünlü olacak, cehalet içinde geçecekti. Eğer bir gün şair olursa anne ve babası kendisiyle gurur duyacak, bir öğretmeni “Ben onu daha çocukken farketmiştim. Kendine özgü bir şey vardı onda” diyecekti. Büyüklerin hiçbiri kalbindeki şarkıyı, gönlündeki kelime derlemelerini sevmiyordu. Ve o üzülmeyenleri pek insanca bulmuyordu.
Ditlevsen herkesin çocukluğunun farklı ve kendine has olduğunun farkında. Muradı kavramlara sığınarak büyük tespitler yapmak değil. Öteki çocuklardan farklı olduğunu kendine ve etrafına uzun bakarak incecik şair sezgisiyle öğrenmiş. Ona bir “kimlik” kazandıran bu özelliğini seviyor.
Ayrık otu gibi hissettiren farklılıklar
İlk gençlik kitaplarının en meşhurlarından ‘Pal Sokağı Çocukları’nın anlatıcısı (Molnar) çete liderini tarif eder;
“Boka akıllı bir çocuktu, ama insanların birbirinden farklı olduğunu, bu farklılıkların nedenlerini kavramak için acı çekmemiz gerektiğini henüz öğrenememişti.”
Ben hâlâ o farklılıkların nedenlerini kavramak için neden bu kadar çok acı çekmemiz gerektiğini anlamaya çalışıyorum, yazmışım daha gençken. Epey büyüdüm ve korkarım artık anlıyorum. Ditlevesen’in “Benim çocukluğumu kimse sevmez ve ona kimsenin ihtiyacı yok” deyişindeki acının sebebi ayrık otu gibi hissettiren derin kırgınlık. Kelimelerin dünyasına hapsederek özgürleştiren de o sancı;
“Baba, ızdırap ne demek, diye sordum. Bu sözü Gorki’de bulmuştum ve çok hoşuma gitmişti. ‘Bu Rusça bir tabir’ dedi sonunda. ‘Acı, sefalet, keder’ demek. Gorki büyük bir şairdi. Coşkuyla, ‘Ben de şair olmak istiyorum, dedim. Hemen kaşlarını çatıp tehdit edercesine ‘Kendini ne sanıyorsun sen’ dedi, ‘Kız çocuğundan şair olmaz.” Annem ve Edvin bu abes fikrime güle dursunlar, ben kırgın ve üzgün, tekrar kendi içime çekildim. Bundan sonra hayallerimi asla kimseye anlatmamaya karar verdim ve çocukluğum boyunca da bu karardan caymadım.”
Çocukluk, farklılığını -her anlamda- gizleyerek “normal” görünme ısrarıdır aynı zamanda. Ditlevsen’in durumunda hikâyeler uydurarak, şiir yazarak gerçeği “yalanla” gösterme çabası. Bazen de herkes büyüyüp gittikten sonra havada asılı kalan uğultular, cıvıltılar, şarkılar ve sayıklamalar.
Çocukluk zamanından evvel tükense de ansızın hayata sızacak bir çatlak bulabiliyor kendine. Ditlevsen’in gelecekten geçmişe bakarak kavradığı çocukluğu, büyüyemeyen bir “yetişkinin” kaleminde edebi ve kalıcı bir anlatıya dönüşmüş.
Çocukluğunda şiirlerini gösterebileceği, onları övecek bir insanla karşılaşmanın hayalini kuran yazar, dünyada tanınmasını sağlayan üçlemeyi yazdığında 54 yaşındaydı. İntihar ettiğinde 61.
Anlaşılmadığını düşünüp ölümü düşünmeye başladığı çocukluk zamanıyla (12), ölümü bir arkadaş olarak gördüğünü yazdığı yıllar arasında açılan uçurumdan aşağıya bakarken, çocukluk, hafıza ve kadın kimliklerinin sorunları hakkında yazmaktan vazgeçmemiş.
Ninesinin ölümünden sonra tanıştığı “ilk kırılmalardan” biri olan yas duygusunu tarif ederken “Bana, hayatın hakkında anlatmayı unuttukların, bundan sonra hep gizli kalacak” diyordu.
Edebiyat tutkusunun merkezinde bu düşünce duruyordu sanırım. Kendi hayatı hakkında bildiği, hissettiği, ölmek isteyecek kadar çok canını acıtan hiçbir şeyin “kayıp çocukluğu” gibi tükenip gitmesine müsaade etmemek.
O da pek çok insan gibi büyüdüğünde kırların, mavi kelebeklerin, taze ot kokusunun, yumuşak gün batımlarınının, reçelli ekmeklerin, masalların çocuklaştırıcı etkisiyle bölük pörçük çocukluk hatıralarını yâd edebilirdi.
Yazarak hayatta kalma dürtüsü, var olan koşullarla tasavvur edilen arasına sıkıştığında gerçeklik hayalleri yutuyor. Tove Ditlevsen, son ana kadar ona eşlik eden çocukluğun çok uzakta kalmadığını anlatmak, hikâye etmenin sihrine inandırmak, geride kalan çocukluğumuza başka bir açıdan anlam katmak için yazdı. “Gelecek nesillerin onun harika çocuk olduğuna” inanmalarını istiyordu. Bu arzu da hayata ve edebiyata dahil.
“Güneş tanığı gibi, çocukluğumun son parçacıkları şimdi üstümden pul pul dökülüyor ve altından ters, imkânsız bir yetişkin beliriyor. Gece, pencerenin önünden geçe dursun, şiir defterimi okuyorum ve ben farkına varmadan, çocukluğum usulca, hayatımın sonuna kadar benim için bir bilgi ve tecrübe kaynağı olacak, şu insan ruhunun kütüphanesi olan belleğimin dibine çöküyor.”
Tezer Özlü, çocukuluğun insanın çocukluk sınırlarından taşmasına izin vermediğini söyler. Oysa çocukken de dünyayı aynı bakışlar, düşünceler, duygular ve sezgilerle kavrıyorduk. Büyümek sadece bunları çoğaltıyordu.
Eğer söylendiği gibi çocukluğun bitip sonrasının başladığı silik bir sınır çizgisi varsa onu yine edebiyatta, şiirde aramak lâzım. Yaşamanın, umudun, ağaçların, gece penceresinden süzülen ay ışığının, karanlık gölgelerin, çocukluk hayallerinin, taşların, sevilme arzusunun, suskunluğun dili orada.
* Çocukluk – Kopenhag Üçlemesi – Tove Ditlevsen, Çev: Leyla Tamer / Monokl Edebiyat
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***