Geleneksel toplumlarda böyledir; hem ölen için hem de geride kalanlar için ideal, yani istenen ölüm, insanların ölüm döşeğinde son günlerini az acıyla, hatta acısız geçirmesidir. Bu tür bir ölüm helalleşme imkanı verdiğinden, ölecek olana reel ve fiktif borcumuzu ödeme şansı veriyor. Bir tas su (yaşam sıvısı) vermek, ona son günlerinde yardımcı olmak ve böylece kendini ölüm sürecinde ve ölümden sonra suçsuz hissetmek. Bu süre ölene ve geride kalana, bu zor duruma biraz hazırlanma imkanı da verir. Her ne kadar prova olmasa da insanın kendini hazırlama şansı olur. Aniden ölümlerde bu durum yoktur. Ariès, Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü öyküsünde ölüm döşeğindeki birine Rusya’da ‘bir çocuk gibi’ davranıldığını nakleder. Ailenin yanında, dostların arasında acısız ve huzurlu bir ölüm fotoğrafı üzerinden ölüm romantikleştirilir. Ayrıca bu romantizm, ölüm anında insanın yaşadıklarının bir film şeridi gibi gözünün önünden geçtiği fantezisiyle güçlendirilir. Yani ölüm anı, yaşamın bilançosunun çıkarıldığı bir an gibi kurgulanır. Ölecek olana bu sahnede acıyarak bakmanın, ona öleceğini hissettirmenin ayıplandığı, ölümün herkesin bilmesine rağmen inkar edildiği ve tabulaştırıldığı bir durum vardır.
Ariès, Batı’da ölümün evlerden hastanelere taşındığını, modernitenin gelişimiyle ölümün ve ölüme ait konuların endüstriyel bir mesele haline geldiğini anlatır. Aslında ölümün günlük yaşamın dışına, hastanelere taşınmasının duygusal anlamda bir karmaşa yarattığını sanıyorum. Bununla birlikte, bu şekilde ölmek daha pratik ve ölenler ve kalanlar için daha büyük bir teknik kolaylık. Hastane ölümlerinde arkada kalanların hemşire, doktor, hastane vs. gibi suçlu arayışının psikanalitik anlamları olmalı. Ölüm hayatımızdaki en uç kötü; ama engelleyebileceğimiz, tehir edebileceğimiz ve oyalayabileceğimiz bir şey değil. Ölüm, karşısında sonsuz bir çaresizlik ve güçsüzlük yaşadığımız bir şey. Ölümle karşılaşınca onu somutlamak, nesnelleştirmek, rasyonelleştirmek ve kişiselleştirmek istiyor ve böylece deneyimlenemeyen ve anlaşılamayan bir şeyi anlamaya çalışıyoruz. Anlamak insanı bu durumlarda en rahatlatan şeydir. Bu kötüyle karşılaştığımızda bu kötüyü anlamaya çalışırken, ‘Neden?’ sorusuna yanıt ararken suç ve suçlu arayışı da ortaya çıkıyor. Keşke başka doktora gitseydik, keşke daha önce götürseydik, keşke, keşke… İşte ‘kötü’ye keşkeler arayışımızda biz de kötü olabiliyoruz. Ölüm haberlerinde kendimize kızmamız, üstümüzü başımızı yırtmamız, birilerini suçlayıp saldırmamız… Ölümden sonra suç, suçlu, suçluluk duygusu… Bazı kültürlerde ağlaması, ağıtlar söylemesi, kendini yerlere artması için profesyonel kadınlar kiralanıyor (ağıtçı, Klageweiber). İşte bunlar psikolojinin de konuları.
İşte bizim ölüm kurgularımız: Ele ayağa düşmeden teknik bakımın ve tıbbi müdahalenin hemen olacağı bir ortamda (hastane) sevdiklerimizin yanında, onlarla vedalaşarak ölmek. Ele ayağa düşmeden ölme fikri gururu ve onuru yitirmeden ölmek, yani ölümün doğru zamanını kaçırmadan, kimseye yük olmadan ölmek… İdeal ölüm onurlu ölümdür… Onurlu ölme fikri vatan/millet/devlet/ kutsal dava için ölme biçimine tranforme edilerek insanlara anlatılır. Bu Korona da nereden çıktı? Hastanelerde acı içinde kıvranarak yalnız ölen insanlar. Hafif erotize, romantik ölüm fantezilerimizi medyada izlediklerimiz parçalıyor. İşte bizi Korona’da çıldırtan şey bu. Ölmeyi bile becerme fırsatımız yok. Sadece ölüm değil, ölme sürecinin korkunçluğu da bizde travmatik bir yel estiriyor. Ölümü ve ölüm sonrasını bilmemek doğal olarak korkutuyor; ölüm sonrasında bir hayat vaat edilse bile… Hani Nazım demiş ya: “Ne ölümden korkmak ayıp / Ne de düşünmek ölümü.”
İnsan ne zaman ölür
Önceleri insanın nefes alıp almamasından, bedeninin hareketsizliğinden ve soğumasından yola çıkılarak bir insanın ölümüne karar veriliyordu. Şimdi doktor ölümünüze karar verdiğinde ölmüş sayılıyorsunuz. Diğer taraftan, ölü kağıdı çıkmadan ölseniz bile, bürokratik olarak ölü değilsiniz. Bazen sadece organlarınız ölebiliyor. Ayağınız, gözünüz, kolunuz, böbreğiniz ölebiliyor. İnsanın taksitle ölümü ve tıbbın gelişimi, dolaylı olarak doktorlara tanrısal bir rol ve sorumluluk veriyor: Hastayı tedavi etme, ölümü tehir etme, bazen de kimin yaşayıp kimin öleceğine karar verme konumu. Bu işler aslında Tanrı’ya projekte edilmişlerdir. Bu durum hastalığın tedavisini pazarlık masasına dönüştürebiliyor. Mide ameliyatının, böbrek taşı kırma işleminin vd. fiyat listeleri var. Kendinizi de projelendirip dizayn edebiliyorsunuz. Psikanalist Horst Eberhart Richter (2012), Gotteskomplex (Tanrı kompleksi) isimli kitabında insanın kendisini yeniden yaratmaya çalıştığını ve böylece kendisini tanrılaştırdığını yazar. Burnunuzu, kelinizi, memenizi, dudağınızı, elmacık kemiğinizi yeniden keyfinize göre yeniden yaptırıp Tanrı’nın sizde yaptığını düşündüğünüz üretim hatalarını düzeltebiliyorsunuz. Her şeyin bir fiyatı var. Vücut ve organlarınızın fiyatı var. Hatta ölen organlarınızı ölmeleri halinde bedelini alacak biçimde sigorta ettirebiliyorsunuz. Futbolcular ayaklarını, güzel olduğunu düşünen kadınlar dudaklarını vs. sigorta ettirebiliyorlar. İnsanlar sadece taksit taksit ölmüyor, aynı zamanda taksit taksit ölmeye karşı sigorta yaptırabiliyorlar. “Sağlık ürünleri”nden yararlanamayan yoksulların ölüm kağıtlarına “doğal ölüm” yazıyorlar. Bu bile kapitalizmdeki bu ahlaksız eşitliği gizliyor…
Ölüm, hayattaki en eşit şey (mi?)
Saatin bulunması ve vaktin güneşten ve mevsimlerden bağımsızlaşmasıyla birlikte, zamanın her yerde ve her insan için eşit hale getirildiği yanılgısı vardır. Bir saat fiziksel olarak uzayda, yeryüzünde ve her kıtada altmış dakikadır. Ama psikolojik algılama ve zamanı yaşama bağlamında bu çok doğru değildir. İşkence gören biri için bir saat altmış dakikadan çok daha uzundur mesela. Aynı eşitsizlik ölüm için de geçerlidir. Dinler, rejimler bizi ölümün hayattaki en eşit şey olduğuna inandırmaya çalışırlar: “Her nefis ölümü tadacaktır.” Zengin de olsan fakir de olsan, güzel de olsan çirkin de olsan öleceksin… İşte bu anlatı ile tüm insanların ölümle eşitlendiğinde, yaşanan tüm eşitsizliklerin de ölümle eşitleneceğine inandırılır. Mutlak adalet önce ölümle başlayacaktır… Ziegler, eşitlik ve ölümün doğallığı (her canlı doğar, büyür ve ölür) söyleminin dünyadaki eşitsizliği maskelemek için kullanıldığını, sınıflar arasındaki eşitsizliğin ve acımasızlığın gizlenmesi için kullanıldığını anlatır (2011, s. 39). Bangladeş’te ya da Filistin’de doğan biriyle İsviçre’de doğan biri arasındaki fark ölürken ve ölümde de sürer. Çocuk yaştaki ölüm oranları karşılaştırıldığında yoksul ülkelerdeki çocukların sanki ölmek için doğduğunu sanırsınız. Dinlerin bunu kader ve Tanrı’nın sınavı gibi sunması da bu eşitsizliğe kutsal kılıf bulma çabasıdır. Tanrı ve Azrail birilerine bonus kullandırır adeta… Ölüm üzerine oturtulan anlatılar, rejimler ve dinler için en önemli politik silahlara dönüşür sıkça. Bazı insanlar ‘şanslı’ doğarlar; hijyenik koşullara doğarlar, beslenme ve sağlık hizmetlerine doğar doğmaz ulaşırlar. Başka birileri ise yoksulluğa, açlığa, ilaçsızlığa doğarlar… Ölüm öncesi hastalık süreçlerinde birileri ilaçsız ve tedavisiz kıvranarak acı içinde ölürler, birileri bir hastanede acısız ve estetize edilmiş bir biçimde ölürler: “Tertemiz, acı çekmeden, rahat yatağında öldü.” Para ölümün çaresi değil ama yaşamı rahatlatmaya ve uzatmaya, hastalıklara çare olmaya yarıyor.
Son Söz
Sevdiklerimizin ölümü her zaman beklenmedik birer ölümdür. Onlarla bitiremediğimiz, yaşamayı düşündüğümüz şeyler vardır. Bunları yaşayamamak bir eksikliktir. Her ölüm bu anlamda bir boşluk bırakır. Enver Gökçe der ya: “Ölüm, adın kalleş olsun!” Biraz öyledir. Öleceğini bildiğimiz birinin ölümü bile bir sürprizdir. Bunun nedeni, beklenen ölümün bile tam anını bilemekle ilişkilidir. Ölüm randevu defterimize ve hayat planlarımıza bakmadan, hayata dair hiçbir şeyi dikkate almadan gelir. İşte ölümü korkunç yapan biraz da budur.
Gelişen teknoloji ölümü biraz kredi kartı borcu gibi taksite bağladı. Ölen organlarımız ameliyatla bedenden alınabiliyor, bazı organların yeri ise gelişen tıp teknolojisinden ötürü aletlerle doldurulabiliyor. Kalbimizin durmasından çok baterinin bitmesi sorun oluyor. Bazı ölümler ise yarım ölümler, beyin ölümü gibi; vücut yaşarken beyniniz ölebiliyor. Bazı ölümler insan gibi değil de bitkisel olabiliyor. Vücudun birçok fonksiyonunu tıbbi aletler alıyor… Başkasının kalbi başka birine naklediliyor. Ölen birinin kalbi ölmüyor, hatta başka birinde yaşıyor… Bazı ölümler takılan tüm aletler çekilince teknik ölüm gerçekleşiyor…
Doğum ve ölüm… Provası yok, kursu yok, tekrarı yok. Hayatta sadece bir kez. Bazıları bu bir kez olan hakkı başkaları için, devlet, vatan, şeref, sevgili için kullanmak istiyorlar. Her insanın kendisi de uğruna ölünecek kadar değerlidir… Her insan kendine ölmeyi becermeli, kendine ölebilmeyi hak edecek bir yaşam sürmeli… Lüften kendinize ölün…
Son
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***