Kalabalık ve uğultulu masada, etrafına soğan dilimleri, yeşillikler ve az pişmiş kuşkonmazlar serpilmiş “Lüfer Efendi” bana bakıyor.
“Blue fish!” diyor bilmiş bir hanımefendi “Mutlaka dene, çok seversin!” Yalandan gülümsüyorum.
Çocukluğumuza ait lezzetlerin bize “tanıtılarak” sunulması beni genel olarak incitiyor. Benim olan bir şey ile tanıştırılmak, onun artık benim olmadığı anlamına mı geliyor? Yoksa aslında hiç benim olmuş olmadığına mı?
Yıllar önce Paris’te, davetli olduğum evin sofrasında kestane şekerlerini görüp sevindiğimi, ardından ev sahibinin “Marron Glace’lerden tatsana!” demesini, bunu aynı babaannemin dediği gibi demesini anımsıyorum…
Geçmişinize ait bazı tatlar, yıllar sonra, farklı sofralarda, farklı formlarda, farklı tabaklarda, farklı diller, kişiler ve melodiler ile karşınıza çıkıyor. Özlediğiniz o lezzetlerin, ağzınızda bıraktığı iz beklediğiniz gibi olmuyor ama… Çocukluğunuzdan uzak şehirlerde yedeğiniz şekerlemenin tadı buruk geliyor, çocukluğunuzdakine hiç benzemiyor.
En fenası, neyi özlediğinizi siz de bilmiyorsunuz. “Almak istediğiniz tat” zannettiğiniz belki de, geri gelmesini istediğiniz anılar, insanlar, şehirler ya da çocukluğunuz… O yüzden eski tatların, yeni bir kurgu ile ikram edilmesi hoşunuza gitmiyor…
Eski aşkınız ile yıllar sonra el sıkışarak selamlaşmak gibi; duygusuz, samimiyetsiz, inkarcı bir durum… Çok yakından tanıdıklarınız, “yeni ve yabancı kontenjanına” sığmıyor bu hayatta, sığmamalı da.
“Lüfer Efendi’ye” çatalımı batırmayı erteliyorum; ilk lokmada çokbilmiş hanımefendi — e, nasıl buldun!? diyecek ve ben ona, bir İstanbullu ve Lüfer arasındaki ilişkiyi anlatmayacağım çünkü.
Leziz deyip kapatacağım konuyu ve bu anlatmama seçimi canımı sıkacak. Anlatmak için gerekli güç, neşe, arzu ve iştah maalesef yok; daha önce Lüfer yemiş olduğumu, daha önce çok Lüfer yemiş olduğumu, Erol Üyepazarcı’nın “Lüferi tanımayan İstanbullu sayılmaz” dediği söyleşisinde altını çizdiği birbirinden ilginç noktaları anlatmak istemiyorum…
Çocukken dedemin “telkini” ile sadece balık yiyenlerin zeki olduğuna inandığımı, dedemin çocukken çok balık yediği için balıkların göç yollarını ve İstanbul’a uğrama sıralarını bildiğini; aynı balıkların boylarına göre aldıkları farklı isimleri olduğunu anlatmak istemiyorum…
“Memleketin tabii servetlerinden bulunan balıklar ile sair su hayvanları hakkında ecnebi memleketlerde tetkik ve mükemmel incelemeler icra ve mezkur hayvanların cinsleri ve şekilleriyle hayat ve avlanma suretleri ve ticareti hakkında çeşitli lisanlarda çeşitli eserler yazılıp yayımlandığı ve Osmanlı ülkesi sularında ve bilhassa Dersaadet (İstanbul) civarındaki boğaz ve denizlerde avlanan balıklar lezzet ve nefaset itibariyle müstesna bir şöhrete sahip oldukları halde bunlar hakkında şimdiye kadar hiçbir inceleme yapılmaması ve buna dair bir eser vücuda getirilmemesi bizde balıkçılık fen ve ticaretinin zamanın terakkisinden nasipsiz ve avcılığın yalnızca sahil balıkçılığına münhasır kaldığına delil telakki olunabilir.” diye yazar Karekin Deveciyan, 1915’te “İstanbul’da Balık ve Balıkçılık” adı ile yayımladığı alanında ilk sayılan eserinde.
Memleketimin tabii servetlerini, 1868’de Harput’ta doğan Deveciyan’ın, aynı şehirdeki Fransız okulundan mezun olduktan sonra 1891’de Düyun-u Umumiye İdaresi’nde memuriyete başlayıp; Bursa, Bandırma, Selanik, Sivas ve Beyrut Düyun-u Umumiye bölge müdürlüklerinde memurluk, muhasebecilik, gümrük resmi baş-kontrolörlüğü, sandık amirliği görevlerinde bulunduğunu, 1910’da İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğüne, 1917’de Balık İşleri Başmüfettişliği’ne, 1922’de Balıkçılık Başkontrolörlüğü’ne atandığını, asıl mesleği muhasebecilik ve yöneticilik olsa da “Madem buradayım, öyleyse artık balıkların kitabını yazmalıyım!” dediği ve eşsiz eseri için kolları sıvadığını anlatmak istemiyorum çok bilmiş hanımefendilere…
Deveciyan, öyle bir hevesle yapmış ki bu işi; her gün bir balık çeşidi resmetmeye, balıkları kesip kemiklerini incelemeye, notlar almaya başlamış. 5 yıllık titiz bir çalışmanın akabinde ortaya çıkan eser, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da dikkatini çekmiş. Pêche et Pêcheries en Turquie (Türkiye’de Balık ve Balıkçılık) adı altında yapılan geliştirilmiş Fransızca basımı yurtdışında büyük ilgi görmüş. Balık çeşitlerinin yanı sıra, balıkçılık ile ilgili kanuni düzenlemelere, tablolara ve konu ile ilgili minik bir Fransızca-Türkçe sözlüğe de yer verilmiş.
Aras Yayıncılık’ın 2006 yılında tekrar yayınladığı, 600 sayfalık bu kitapta sadece Türkiye’deki deniz ve tatlı su balıkları ve deniz canlıları yok; av aletleri, avlanma tekniklerini de içeren eser Deveciyan’ın kaleminden çıkma 207 çizimin yanı sıra, 103 tablo ve İstanbul civarındaki dalyan ve voli yerlerini gösteren bir haritaya da yer veriyor.
Eserin değerini, tarihçi Reşat Ekrem Koçu, ünlü eseri İstanbul Ansiklopedisi’nin dördüncü cildinde “Balık ve Balıkçılık milli kütüphanemizde benzerine ender rastlanan muazzam eserlerdendir kendi mevzuunda ise tek eserdir.” sözleri ile teyit ediyor.
Aras Yayıncılık için kitabı tercüme eden ve yukarıda bahsettiğim “Lüferi tanımayan İstanbullu sayılmaz” diyen araştırmacı yazar Erol Üyepazarcı ise “Bugün, Türkiye balıkları ve balıkçılığı konusunda Karekin Deveciyan’ın bu dev eseri kadar zengin ve canlı ayrıntılarla bezeli bir kitabın hâlâ yazılamadığı aşikâr” diyor.
2020 yılında hayata veda eden Nicolas Sarkozy’nin danışmanı, Fransalı Ermeni siyasetçi Patrik Devedjian’ın babası Roland, Karekin Deveciyan’ın oğlu. Roland Deveciyan genç yaşında Paris’e gitse de Karekin Deveciyan hayatının son yıllarına dek İstanbul’da kalmış.
1927’de emekli olduktan sonra dostları onu sık sık, evinin de bulunduğu Ortaköy sahilinde, küçük taburesi üzerinde elinde oltasıyla balık avlarken görmüşler. Hayatının neredeyse tamamını İstanbul’da geçirmiş, ancak rahatsızlanınca Paris’e gitmiş. 1964 yılında hayatını kaybeden Deveciyan, Ortaköy Surp Krikor Lusavoriç Ermeni Katolik Kilisesi’ndeki törenin ardından, Şişli Ermeni Katolik Mezarlığına defnedilmiş.
Ermeniler için en karanlık yıl olan 1915’te, Deveciyan’ın neler ile karşılaştığı, hayatta kalmak için ne ödünler vermek zorunda kaldığını kimse bilmiyor. Tek gerçek onun bir deniz ve balık tutkunu olduğu ve sona ana kadar memleketini terk etmek istememiş olması.
“Levrek Efendi’den” bir çatal alıyorum sonunda, benim tanıdığım tat yok…
Bu “Blue-fish’in” pek de leziz olmadığını, İstanbul’da balık yiyerek büyüyene İstanbul’dan uzakta balık beğendirmenin zor olduğunu, tüm yemek boyunca Karekin Deveciyan’ın İstanbul’u ve balıkları ne kadar sevdiğini düşündüğümü anlatmak istemiyorum…
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***