Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kâfir ama âdil kral mı, Müslüman fakat zâlim sultan mı?

Kâfir ama âdil kral mı, Müslüman fakat zâlim sultan mı?


YORUM | VEYSEL AYHAN

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 39)

Moğollar, Bağdat’ı kuşattığında Hülâgû, Müstansıriyye âlimlerine şu soruyu yöneltir: “Kâfir fakat âdil olan bir sultan mı, yoksa Müslüman fakat zalim olan sultan mı daha üstündür?”

Bu soruyu Ehl-i Beyt silsilesinin büyük alimlerinden İbn Tâvûs cevaplar:

“Kâfir fakat âdil olan sultan üstündür.”

Öne çıkan özellik adalet.

Hz. Ömer’in bir valisine örnek gösterdiği Nûşîrevân böyle âdil bir Sâsânî hükümdarıydı.

Kazanlı Musa Carullah’ın “Devletin dini adalet, küfrü zulümdür. Devlette din aranmaz.” sözü çok çarpıcı. Devleti yönetenler dini kimliklerini öncelediklerinde her adaletsizliğin faturası dine çıkıyor.

Peki kimse dini kimliğini önceleyerek devlet idare edemez mi, hatta İslam devleti kuramaz mı?

“Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibn-i Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın.”

Bediüzzaman Hazretleri “mümkün değil” diyor. Âdil örnekler yüzde bir nispetinde… Kur’an bir devlet sistemi önermiyor. (Bk. “İslam devleti” nerden çıktı? 9. Bölüm) Devlete dair üç kelime öneriyor: Adalet (13. Bölüm), Meşveret (14. Bölüm) ve ehliyet (16. Bölüm).

1956’ya kadar “İslam devleti” tabiri yok. Pakistan’ın kuruluşuyla ortaya çıkıyor. Adı ne olursa olsun Müslümanların içinde bulunduğu devletten bahsedilebilir ama İslam devleti olmaz.

Öyleyse “Nübüvvete veraset” mesleğini gaye-i hayal edinenler siyasi hedeflerle hizmet etme fikrinden Şeytan’dan kaçar gibi kaçmaları gerekiyor. Siyasal İslamcı zümrelerin ülkelerini çevirdikleri perişanlık ortada. 30 yıl önce İran… Şimdi Türkiye. Bunlara tarihi tecrübeler de eklenince siyasi yolla “İla-yı kelimetullah”ın mümkün olamayacağı net bir şekilde görülüyor. Tek hizmet mecrası sivil toplum.

KUR’AN ÇERÇEVESİ

Peki Kur’an, neşri Hak için yola çıkanlara hangi sınırları çiziyor:

“İçinizde (insanları devamlı) hayra çağıran ve usulünce iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayan, kötülük, yanlışlık ve çirkinliğin ise önünü almaya çalışan bir topluluk (ümmet) bulunsun.” (Âl-i İmran: 104)

İki ayet öncesinde “Ey İman edenler” denilerek tüm Müslümanlara seslenilir. Ama burada bütünün içinden “çıkarılmış” veya “seçilmiş” kutsilerden bahsedilir. Belli bir “ümmet, grup” vurgulanır. Kontekst değişmeden bir sonraki sayfada tekrar o “ümmet”e vurgu yapılır:

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyilik, doğruluk ve güzelliği teşvik edip yayar (maruf), kötülük, yanlışlık ve çirkinlikten (münker) sakındırır ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmran: 110)

“İlayı kelimetullah”, iyiliği teşvik” (ma’ruf) ve “kötülükten sakındırma” fiilleri herkes için söz konusu. Ama “ümmet” kelimesiyle bunu misyonu edinenlere özel vurgu yapılıyor.

Burada bir önemli bir detay daha var. Ayette sırasıyla “Maruf”, “Münker” ve “Allah’a iman” deniyor. Peki? Allah’a iman diğerlerinden önemsiz mi ki üçüncü olarak yer almış?

Kur’an’da 56 ayrı ayette “İman”ın yanında vurgulanan “amel-i salih” kavramı var. Bu iki olguyu bir arada düşündüğümüzde “iyiliği teşvik” ve “kötülükten sakındırma”nın çok önemli bir armağanın kapısına çıktığını görüyoruz. Bir bakıma “iman”a bu iki amelin merdiveniyle varılıyor. Arapça gramer yapısından bu iki amelde devam ve sebat etmenin, imanın ziyadeleşmesi ve devamının garantisi olduğu çıkarımı yapılabilir.

PEKİ BU ZAMANDA NASIL YAPILACAK?

İki ayette üç anahtar kelime var: Hayr, Ma’ruf, Münker.

Hayr: İyilik, adalet, fazilet ve faydalı şeyler.

Ma’ruf: İyilik, hayır, ihsan, cömertlik.

Münker: Kötü, yanlış, çirkin şeyler. Cehalet, edepsizlik, hayasızlık…

En derli toplu ve mükemmel tanım şu:

“Basit bir örnekle, arabaların vızır vızır işlediği bir caddede kör/âma bir insanı elinden tutup karşı kaldırıma geçirmek maʼruf’tur. Bunun doğru ve iyi bir davranış olduğunu Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Budist, Taoist, ateist, deist teyid eder; aynı kör/âma insanı bir tekme ile arabaların önüne atmak münkerdir. Bunun da kötü bir fiil ve cürüm olduğunu yine Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Budist, Taoist, ateist, deist kabul eder. Bugün adına ‘evrensel insani değerler’ denen şeyler ifadesini ma’rufta bulur; bunlar dinlerde, selim akıllarda ve temiz fitratlarda/vicdanlarda karşılıklarını bulurlar. Bu açıdan bakıldığında maʼruf ve münkerin, bütün din müntesipleri ve farklı kültürel gruplar arasında ortak temel paydaları ifade ettiklerini söylemek mümkündür…

“İslami hükümler, yani Şeriat’ın vaz’ettiği kurallar sadece Müslümanlar için bağlayıcıdır. Mesela namaz kılmak bir emirdir, içki içmek, domuz eti yemek nehiydir. Ama bir Hıristiyan için bu hükümler söz konusu değildir. Bir Müslüman içki içmez ama bir Hıristiyan’ın içki şişesini kasten kıracak alsa onu tazmin eder. Müslüman, Yahudi, Hıristiyan ve diğer din ve düşünce mensuplarının ortaklaşa doğru, iyi, faydalı ve güzel buldukları şeyler ma’ruftur, mesela yoksullara yardım edilmesi, açların doyurulması, muhtaçların yardımına koşulması, mültecilerin korunması, barışın tesisi için çalışılması, baskı rejimlerine karşı mücadele vs. Yine herkes için ortak yanlış, kötü, zararlı ve çirkin fiiller olabilir, mesela işkence, zorbalık, hırsızlık, yalan, sömürü, hayasızlık vs. gibi.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)

Her türlü zulmü önlemek, mazlumlara destek olmak. Barışçı olmak, kavgaları önlemek… Kimsesiz hastaları bulup hastane ve ev ziyareti yapmak. Cömertlik alışkanlığı kazanmak. Yoksullara yardım götürmek, yaşlılara yardım etmek. Çevreyi, hayvanları ve bitkileri korumak…

Yukarıda sayılan “insanî” davranışlar tüm insanlar için ortak payda olabildiği için ayette (Âl-i İmran: 110) “Allah’a iman” bu fiillerden sonra zikrediliyor.

Netice olarak…

İslam’ın tebliğ tarihi iki damar, iki kanal veya iki anlayışın serüveninden ibaret. İlk grup dini devlet biçimi olarak algılamış, seküler “davranmış”.

İkinciler ise güç ve iktidardan uzak durarak yollara düşmüş İslam’ı dünyanın her yanına yaymışlardır. (Bk: İlk tebliğ misyonerleri, 26. Bölüm)

İkinci grup ilk gruba ait sahaya girdiğinde ise “Kerbela” benzeri ağır bedeller ödenmiş. (Kerbelâ’nın ardındaki sır, 27. Bölüm)

Bu tarihi sebeplerle “Nübüvvete veraset” yolunu tercih edenler ve onların oluşturduğu tüzel kişilikler için gaye-i hayal yalnızca üç hedefle sınırlı.

1: Allah’ın yüce adını (i’lâ-yı kelimetullah) her gönüle duyurmak. Bu mesele ile mahdut tüzel organizmalar kurmak.

2: Kur’an’ın yukarıdaki çizdiği sınırlar içinde “Amel-i salih, Ma’ruf ve Münker” kelimelerini hayatın merkezine taşımak. (Bk: Deizm ve ateizmin en önemli nedeni)

3: Hz. Bediüzzaman’ın önemli bir içtihadı var:

“Her bir mü’min i’lâ-yı kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir… Biz de, fen ve san’at silâhıyla i’lâ-yı kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkârla cihad edeceğiz.”

Bediüzzaman, insanlığa keşif ve icatlar sunmayı “i’lâ-yı kelimetullah”ın bir rüknü olarak kabul ediyor. Şunu demiş oluyor:

“Teknolojide, sanatta geri kalırsanız insanlara Allah’ı anlatamazsınız, dininizi yükseltemezsiniz.”

Yani üçüncü hedef Müslümanlarca 1,000 yıldır yapılmayanı yapmak. Fen, teknoloji ve sanatta insanlığa katkılar sunmak.

Dine hizmet etmek isteyenler için en sâlim yol sadece şu 3 hedefe yoğunlaşmak ve geri kalan her şeyden Şeytan’dan kaçar gibi kaçmak.

SON BÖLÜM: Bahar nedir? Herkes Cennet’e girer mi?

Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version