Ben Anadolu’daki göçlerin birçok travmatik yanının olduğunu, zamanla bu travmatik etkilerin azaldığını ve göçün daha sonraları bir şansa dönüştüğünü savunuyorum. Bundan, büyük kentlere göçen herkesin travma geçirdiği iddiası anlaşılmasın; travmatik durumla karşılaşan her kişi travma geçirmez. İnsanların donanımları ve sosyal destekler travmatik anların travmaya dönüşmesini engelleyebilir.
Kapitalizm kentleri üretim merkezi yaparken ekmeğini kazanmak ve yaşam standardını yükseltmek isteyenlerin kentlere göçü başladı. Bu acılı bir süreçti. İnsanların ‘iyiye yolculuk’ olarak tasarladıkları bu göç yaşanan dramı arka planda tuttu. Bu iç göçler çoğu kez travmalar ve travmatik izler taşıyor. (Bunu ve ‘yarı göçebe’ bir kültürün oluşmasına neden olan mevsimlik işçi göçlerini ayrıca çok kapsamlı tartışmak gerek.)
Göç olgusu bir hoşnutsuzlukla başlar: İnsanlar yaşadıkları hayattan hoşnut değillerdir ve göçle kendilerine layık gördükleri başka bir hayatı yakalamayı arzularlar. Mesela, kırsal kesimde ekonomik sıkıntılar, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yetersizliği ya da yokluğu insanları bu durumu değiştirmeye yöneltir. Göç bu kontekstte gönüllü gibi görünse de aslında bir zorunluluktur. Yani gönüllü göç gibi görünen olgular aslında birer kaçış, birer sürgün hikayeleridir. Bilhassa Alevilerin ya da Kürtlerin göç hikayelerinde bir “negatif kimlik”ten kurtulma arzusu da vardır kimi zaman.
Negatif kimlik
En kaba tarifiyle negatif kimlik, herhangi bir kimliğe dışarıdan birilerinin negatif anlamlar yüklemesidir. Bu negatif yükleme kişide ya bununla bütünüyle özdeşleşme ya da buna direnç gösterme eğilimleri ortaya çıkarır. Birinin kendini ötekine göre pozitif ya da negatif konumlandırması kimliğin bağımlılığına işaret eder. Artık bu kimliğe soru/sorun bulaşmış demektir.
Kente gelenlerin yaşadığı bir dram vardır: Taşralı olmak! Kentliler dışarıdan, taşradan geleni dışlarlar, aralarında bir hiyerarşi oluşur. İnsanlar şehre büyük umutlarla ‘kurtulmaya’ gelirken karşılaştıkları tepki çoğunlukla kabul görmemek ve reddedilmek şeklinde oluyor. Böylece kötü yaşam koşullarından kaçan, yaşadıkları bölgede kendilerine vurulan negatif damgadan kurtulmak isteyenler, yerleştikleri kentlerde yeni bir negatif kimlik üstleniyorlar: Taşralılık. Bu durumda kendi kimliklerine negatif bir şekilde yaklaşmaya ve onu negatif bir şekilde yaşamaya başlıyorlar. Dillerini, yöresel giysilerini, imajlarını değiştirmenin peşine düşüyorlar ve böylelikle hızlı bir biçimde kentli olmayı seçiyorlar. Taşralılık folklorik bir biçime dönüşüyor ve yaşamın süsleyici bir dekoru gibi kullanılıyor. Oturma odasının bir tarafı “şark köşesi” oluyor mesela. Köylülük romantizmi ve otantiklik söylemi de bu süreci kolaylaştırıyor. Bazen söz konusu hiyerarşi bir tepki de doğurabiliyor, taşralı kimliğine sahip çıkıp şehirlilere direnmek gibi. Onun içindir ki, mesela İstanbul’da insanlar bir taraftan iş yaşamlarıyla, giyim kuşamlarıyla vs. şehre uyum gösterirken, diğer taraftan da kendi yöresel kültürlerini geliştirebilmek için dernekler kurup örgütlendiler.
Negatif kimlik şu durumda da ortaya çıkabilir: Ötekine olağanüstü pozitif özellikler yüklenir ve bunun sonucu olarak kişi kendi kimliğini negatif algılamaya başlar, onu değersizleştirir. Hızlı uyum süreçleri, göçle oluşan korkular, incinmeler ve kendini aşağılamalar, düş kırıklıklarına gösterilen manik tepkilerdir bazen. Mesela okula başlayan ve anadili Kürtçe olan bir çocuğa Türkçe öğretmek ve bilginin Türkçe üzerinden aktarılabileceğini benimsetmek, çocuğa diller arasında bir hiyerarşinin varlığını ve bu hiyerarşide Kürtçenin aşağıda olduğunu gösterir. Bunun psikolojik bir sonucu olarak çocuk kendi anadiliyle negatif ilişkilenebilir. Böyle bir durum ya karşı çıkışı ya da negatif özelliği üstlenmesini doğurabilir. Bazı Kürtlerin ırkçı Türkçülüklerinde bazen böyle bir dinamik rol belirleyicidir. Bazen kişi başkaları tarafından kimliğinin aşağılanmasının önüne geçebilmek ve böylece de yabancı birinin kendisini incitmesini engelleyebilmek için kendi kimliğini kendisi değersizleştirebilir. Göç kimi zaman da bu gibi negatif kimliklerden kurtulma arzularını içerir…
Yabancılar ve yabancılık
Yabancı ve yabancılık duygusu merak ve korku yaratır. Yabancı düşmanlığının altında bu korku vardır. İnsanlar korkudan ve korkuya neden olduğunu düşündükleri durumlar veya kişilerden kurtulmak için onları yok etmeye kalkışırlar. Mesela bizdeki Kürt, Alevi ve Ermeni düşmanlığı, yabancı düşmanlığından çok ‘öteki’ düşmanlığıdır. Yoksa bu kadar uzun süre aynı coğrafyada yaşadığımız insanları ‘yabancı’ olarak tanımlamak zordur… Yabancılık duygusunu ortadan kaldırmanın en etkili yollarından biri, yabancıyla ortak kontekstler bulmaktır. Almanya’daki yabancı düşmanlığının hedefinin Müslümanlar olmasının nedeni, bazı müslümanların iddia ettiğinin aksine, İslamofobiden çok Müslümanlarla Almanların ortak kontekstlerinin olmaması ve farklılıkların inanç üzerinden ifade edilmesidir. Ayrıca Müslümanların da Almanları reddetmeleri çoğu kez Müslümanlık üzerinden dile getirilir. Dışlayan sadece Almanlar değil, hatta daha çok, dinsel korunma amaçlı olarak Müslümanlardır.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***