Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Yılmaz Yakut: Gerçeğini söyleyeyim, bize hayat yoktu

Yılmaz Yakut: Gerçeğini söyleyeyim, bize hayat yoktu


14 yaşından itibaren, sırf Özgür Gündem gazetesinin dağıtımcılığını yaptığı için yüzlerce kez gözaltına alınan, sayısız kez işkenceden geçirilen Yılmaz Yakut, nam-ı diğer Kalo, 16 Ocak günü, genç yaşta kanserden hayatını kaybetti.

Yakut’la bundan 16 yıl önce Nokta dergisi için ilk kez çok kapsamlı söyleşi yapmış, hem dağıtımcılık-hayat hikâyesini dinlemiş, hem de 1990’lar ve 2000’ler Diyarbakır’ına Özgür Gündem dağıtımcısının gözüyle, tanıklığıyla bakmıştık.

Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan’ın “kadın da olsa, çocuk da olsa gereken yapılacaktır” dediği 2006 Mart olaylarından kısa süre sonra görüştüğümüz Yılmaz Yakut’la Kasım-Aralık 2006 tarihli Nokta’dan “Yoksulluk iradesi korkumu yeniyor” başlığıyla yayınlanan söyleşimizin tam metnini naklediyoruz.

Bizimle randevunu mahkemede olduğun için erteledin. Davanın konusu neydi?

Diyarbakır’da bu yılki (2006) 28 Mart olaylarını hatırlarsınız, zaten bütün dünya bundan söz etmişti. Aralarında çocukların da olduğu bir sürü insan öldürülmüştü. Hani Erdoğan demişti ya, çoluk-çocuk gözetilmeyecek, diye. Zaten bir-iki çocuk eylemlere bile karışmadıkları halde, evlerinin damında kurşunlara hedef olup ölmüştü. O olayların ikinci veya üçüncü gününde beni de almışlardı.

İKİ ‘LAN’IN ORTASINDA KALDIM

Kimler almıştı?

Gazete dağıtırken, sabah saatlerinde –iyi hatırlıyorum, saat dokuzda- Akar Petrol civarında, her günkü güzergâhımda, elliye yakın polisle karşılaştım. Bir polis eliyle bana “git, bize doğru gelme” şeklinde hareket yaptı. Polis çok sinirliydi. Beni de zaten Diyarbakır’daki bütün polisler tanıyor. Biri “git lan!”, bir diğeri ise ağza alınmayacak küfürlerle “gel lan!” dedi. Ben de gitmek istemedim. Çünkü başıma ne geleceğini biliyorum. Yüz elliye yakın defa resmen gözaltına alındığım için, bana ne yapacaklarını biliyordum. Ama iki ‘lan’ın ortasında kaldım.

Kaç yıl içinde bu kadar gözaltı yaşadın?

1991-‘92’den bu yana. O zamanlar haftalık “Ülke” gazetesini dağıtıyordum.

Polis seni çağırınca kaçtın mı?

Kaçamazsın ki! Durdum. Polisler geldiler, elimdeki gazeteleri aldılar. Elimde iki yüz elli, çantamda da elli tane gazete vardı.

Kaç gazete taşıyabiliyorsun?

Ortalama iki yüz elli, üç yüz tane taşıyabiliyorum… Gazetelerimi ve sırt çantamı aldılar elimden. Gazeteleri alır almaz da cop ve yumruklarla üzerime düştüler. Artık kendimi görmedim. Bağırdım, ben hastayım, sara hastasıyım, epilepsi hastasıyım, dedim. (Paçalarını sıvıyor, bacaklarındaki yara izlerini gösteriyor). Görüyorsunuz, yaralarım halen iyileşmedi. Kulak zarım patlamıştı, kafamdan da ciddi yaralar almıştım. Çok ağır bir şekilde yaralandım bu sefer. Ben daha kendimden geçmemiştim, o yüzden gazetelerimi yaktıklarına tanık oldum. Sonra beni bir çuval gibi dolmuşa attıklarında, kendimden geçmişim. Sırt çantama ne olduğunu bilmiyorum. Gözlerimi Diyarbakır Çevik Kuvvet Müdürlüğü’nde açtım. Orada da aynı şekilde, sekiz-on polis üstüme düştüler. Dört gün boyunca kaba dayak attılar. Savcılığa çıkarıldıktan sonra da serbest bırakıldım.

Senin eylemlerle bir alakan yok muydu?

Ben bir gazete dağıtımcısıyım. Bugün hâkim beye de söyledim. Ben olaylara herhangi bir şekilde katılmadım vallahi. Ben bir gazete dağıtımcısıyım. Yoldan geçerken beni görmüş olabilirsin, beni mahallede dolaşırken görmüş olabilirsin, ama beni eylemlerde görmüş olamazsın.

Dağıtım işine ne zaman başladın?

Diyarbakır’da doğdum, 14 yaşında da gazete dağıtmaya başladım.

GAZETE DAĞITIRKEN İNSANLARIN SICAKLIĞINI HİSSEDİYORDUK

Bu işe niye girdin?

Ben gazeteye gelmeden önce simit satardım. Ailemin ekonomik durumu iyi olmadığından dolayı, yani biz yoksul insanlar olduğumuz için, simit işi bizi doyurmuyordu. O yüzden kardeşimle birlikte gazete dağıtımına geldik. Biz ekonomimizi düşündüğümüz için gazete dağıtımına geldik, kardeşimle. Gerçekten de günde iki-üç yüz gazete dağıtırdık ve bu da ailemize önemli bir pay oluyordu. O yüzden bu işi sevdik. Ama sadece bunun için değil, gazete dağıtırken insanların sıcaklığını hissediyorduk. İnsanların bu sıcaklığı da bizi bu işe daha çok bağlıyordu. O yüzden de ayrılmamaya, bu işi kaybetmemeye çalışırdık.

Simit satarken insanlar sıcak davranmıyor muydu?

Hem o, hem de bazen zarar da ediyorduk. Gece saat sekiz-dokuza kadar simit dağıtırdık. Yağmur yağdığında simitlerimiz ıslanırdı; kimse de ıslak simit yemezdi.

Simit işine ne zaman başlamıştın?

Simit satman önce tatlı satıyordum. İlkokula 1983’de başladım, 85’te de tatlıya başladım. Abimle geceleyin saat iki-üç gibi gidip sıraya girerdik. O zamanlar çok fazla tatlıcı olmadığı için, gidip sıra bekliyorduk ki, sabahleyin erkenden tatlımızı alabilelim. Sabaha doğru beş-altı gibi tatlılar çıkardı. Onları tepsilerimize doldurup sokağa çıkardık.

Tatlıları nereden alıyordunuz?

Evimize çok uzak değildi; Bağlar semtinde bir yer vardı. “Tatlıcı Pirê” (Tatlıcı kocakarı) vardı. Yaşlı bir nene satardı tatlıları…

GERÇEĞİNİ SÖYLEYEYİM, BİZE HAYAT YOKTU

Hangi arada uyuyordunuz peki?

Gerçeğini sana söyleyeyim; bize hayat yoktu. Şimdi sana duygu sömürüsü yapmayayım da, o zamanlar öyleydi işte. Üzerimizde yırtık elbiseler olurdu her zaman. Sadece biz değil, Bağlar’daki bütün insanlar öyleydi.

Hem çalışıp hem de okula gidebiliyor muydun?

Zaten okula devam edebilmek için sabah vaktinde işimizi bitirmeye çalışıyorduk. Biz abimle öğlenciydik. Sabahçı olduğumuz yıllarda da, yine geceleyin sıraya girip sabahın köründe tatlımızı kaldırırdık. Gidip eve bırakır, önlüğümüzü giyer ve okula koşardık. Öğleden sonra da tatlıyı satardık. Ama bazen tatlıyı alıp eve giderken, sabahleyin de tatlı yiyen insanlar olduğu için, bazılarını satabiliyorduk. Ama sana gerçeği söyleyeyim ki, bize yaşam diye bir şey yoktu. İlkokulu bitirdikten sonra ben zaten okula devam edemedim. Abim ortaokula gidiyordu. Onu okutmak için çalışmam gerekiyordu. İkimizden birinin okulu bırakmaya ihtiyacı vardı…

Kaç kardeşsiniz?

Yedi kardeştik. Ben, abimden sonra en büyük kardeşim. İlkokuldan sonra simit satmaya başladım. Fazla simit satınca biraz katkı sağlıyorduk aileye. Bazen hem simit hem de pamuklu şeker satardık. Daha sonra da 1991 oldu ve ben o zamandan bu yanadır tek iş olarak gazete dağıtıyorum.

Baban herhangi bir iş yapmıyor muydu?

Babam betoncuydu. Yani inşaat işçisiydi. Şu an artık çok yaşlı, çalışamıyor.

Bağlar’da nasıl bir evde kalıyordunuz?

İki katlı bir gecekonduda kalıyorduk. Üst katta amcam otururdu. Babam evlendikten sonra Kulp’tan ayrılıp buraya taşınmış. Kulp’un bir köyündendir babam. Otuz yıl önce gelmişler. Şimdi köy de 1994’te yakıldığı için biz oraya gidemiyoruz. Ama amcam üç yıldır gidip yerleşmiş oraya. Birkaç aile daha varmış köyde. Ben hiç gitmediğim için, bilmiyorum oradaki durumu. Zaten köyde herhangi bir arazimiz, toprağımız yok.

BİR DE BAKIYORSUN Kİ YÜZÜN DEĞİŞMİŞ, MESELA ÇENEN KIRILMIŞ

Okumasını sağlamak için çalıştığın abin ne oldu?

Liseyi bitirdikten sonra sınavlara girdi, kazanamadı. Sonra da bir otobüs firmasında muavinlik yaptı. Ama şu anda evlendi ve işsiz.

Sen evli misin?

Yok, 29 yaşındayım.

Niye evlenmedin?

Ben sara hastası olduğum için… Ailem de illa evleneceksin diyor. Ama evlenince evi nasıl geçindireceğini hesaplamak zorundasın. Sara hastası olup da evlenen insanlar var. Fakat benim fikrime göre o arkadaşlar bilinçsizce hareket ediyorlar. Bugünkü yaşam tarzına baktığın zaman, evliliğin rahat olmadığını, zor olduğunu görüyorsun zaten. Nöbet geçirdiğim zamanlar oluyor… Geçenlerde de nöbet geçirdim; çenem kırılmıştı, yüzüm-gözüm kan içinde kalmıştı. Zaten aniden yere düşüyorsun, sonra bir şey hatırlamıyorsun. Bir de bakıyorsun ki yüzün değişmiş. Mesela çenen kırılmış… Kaç defa doktora gittim. Fakat bir seferinde yine gözaltındayken, aldığım darbelerden dolayı, kan ve sinir damarlarında ani bir tutuşma oluyor. O tutuşmalar olunca da kendimi kaybediyorum. Herhalde elektriklenme gibi bir şey oluyor. Ondan sonra defalarca doktora gittim ama bana herhangi bir şey söylemediler.

İKİ POLİS ÜZERİME DÜŞTÜ, SANIRSIN KUM TORBASIYIM

Neticede evlenmeye hiç niyetin yok mu?

Burada arkadaşlar da bana o yönlü espriler yapıyorlar. Ama bu biraz da kısmet meselesi. Bana “Kalo” (ihtiyar) diyorlar (Gülüyor). Bir de ben gazetenin en eski çalışanı olduğum için…

Gönlünü kaptırdığın biri olmadı mı hiç?

Olmadı, gerçekten hiç olmadı. Hep halk arasında olduğum, hep çalıştığım, gazete dağıttığım için öyle bir fırsat da olmadı. Ayrıca insan utangaç olunca, bu konuda zaten bir adım atamıyorsun. (Gülüyor). Ama belki kısmet olur, bir gün bakarsın ki benim de yedi çocuğum olmuş! Ailem ve arkadaşlarım zaten çok dayatıyorlar. Sara hastası olunca, insanın daha düşünceli olması gerekiyor. Çünkü evleneceğin insanı da düşünmek zorundasın…

İlk ne zaman gözaltına alındın?

Gazete dağıtmaya başladığımın ilk haftasında alındım. O zaman da sivil polisler almıştı ama ben daha sivil polis diye bir şeyin olup olmadığını bilmiyordum. Vakıflar İş Hanı’nın ikinci katından, elimde gazetelerle aşağıya inerken, aşağıda dört veya beş adam, beni “in aşağı lan” diye çağırdı. Ben de hırsızlık yapmamışım, kötü bir işe karışmamışım. Esnafa gazete satmaya gitmişim. Dedim ki adama, daha saygılı bir şekilde gazete isteyemez misin, niye küfrediyorsun! Nerden bileyim ki sivil polis olduğunu. Adam hemen merdivenlere tırmandı, elimdeki gazeteleri alıp aşağı fırlattı, beni de saçlarımdan tutup gazetelerin arkasından… Şok oldum! Biri bana bir yumruk atınca, burnumdan kan fışkırdı. Sanırsın ki kan musluğu… O halimle alıp beni Mardinkapı Karakolu’na götürdüler. Akşamleyin de beni serbest bıraktılar.

ACABA YARIN MI ÖLECEĞİZ, YOKSA BUGÜN MÜ DİYE ÇOK DÜŞÜNÜYORDUK

Gözaltında ne oldu peki?

İlk defa gözaltına alındığım için, her zamanki muamele bana çok ağır geldi. Beni bir odaya attılar. İki polis üzerime düştü, sanırsın kum torbasıyım… Niye bu gazeteyi satıyorsun, kim sana sat diyor gibi sorular sordular. Ben de kendi irademle gazeteyi sattığımı söyledim. Yoksulluğumu, aile ekonomisine katkı yapmak, para kazanmak zorunda olduğumu… Tabii bunları söylerken de polisler üstümdeydi. Çok ayıp küfürlerle, yalan söylediğimi belirttiler. Sonra tekrar hücreye attılar, tekrar çıkarttılar, tekrar vurdular. Akşam olana kadar dövdüler. Ben de daha çocuğum, bilmiyorum neyin ne olduğunu. Akşam beni bıraktıklarında, bir daha seni bu gazeteyi dağıtırken görürsek öldürürüz, dediler. Oradan büyük çabayla gazete bürosuna geldim. Arkadaşlara durumu anlattım. Balıkçılar Başı’nda, Vakıflar İş Hanı’nda beni üç-dört tane adam dövüp karakola götürdüler ama polis olduklarını iddia ettiler, yalan atıyorlardı, dedim. Çünkü ben hâlâ polislerin sivil olabileceğini bilmiyordum. Sanıyordum ki, hani eski model polis kıyafetleri vardı ya, polis olmak için illa onları giymeleri gerekiyor… Bürodaki gazeteci arkadaşlardan biri, ellerinde keleş var mıydı, diye sordu, evet dedim. Onlar sivil polistir, dedi. İlk gözaltım oydu. Daha sonra zaten haftada bir-iki bazen de üç defa gözaltına alınıyordum. Genellikle kırmızı Renault/ Toros marka arabalarla alıyorlardı. O yüzden de kırmızı Toros araba gördüğüm zaman çok korkardım.

Gözaltına alıp karakola mı götürüyorlardı?

Her zaman karakola götürmezlerdi. Çoğu defa saatlerce dolaştırır, tehdit ederlerdi. Sonra da “On gözlü köprü”nün oraya götürüp kafama silah dayarlardı. Bazen içinde kurşun yokken tetiği çekerlerdi. Bazen de kurşun sıkıyorlardı kafamın yanından. Psikolojik olarak çok şey yaşatıyorlardı. Korkuyorduk. Acaba yarın mı öleceğiz yoksa bugün mü, diye düşündüğümüz çok oluyordu. Ama yoksulluğumun iradesi, korkumu yeniyordu, yeniyor.

DEVAMLI GÖZALTINA ALINIRSAN KORKUDAN KORKMAZSIN ARTIK

Yoksulluğun iradesinden kastın ne? Tüm yaşadıklarına rağmen neden gazete dağıtmaktan vazgeçip başka bir işe girmedin?

Çalışmazsan zaten yoksulluktan ölürsün. Bunu bilince de insan direniyor tabii. Ayrıca bir süre sonra korkuya alışıyorsun. Onlar üzerine geldikçe, sen işine daha çok sarılıyorsun. Bir de gazete içindeki insan sıcaklığıyla ilk defa karşılaşıyordum. Daha önce hayatımda öyle bir sıcaklık görmemişim. O sevgiden kopmak istemiyordum. Muhabirlerin bize yaklaşım tarzları, sevgi ve şefkatli davranmaları… Belki ben gazete dağıtımcısı olmasaydım, bir hırsız olabilirdim şu anda. Ama gazete dağıtmaya başladıktan sonra, bürodaki sıcak ilişkiler, gazete satın alan insanların gösterdiği sempati sayesinde insan olmayı, insanlara yaklaşmayı öğrendim. O yüzden de korku bizi yenmiyordu, biz korkuyu yeniyorduk. Sen de devamlı gözaltına alınırsan, korkudan korkmazsın artık. Hizbullah o dönemde devamlı beni takip ediyordu, tehdit ediyordu. Sokaklara girip onları atlatmayı da öğrenmiştim. Ama bir seferinde atlatamamıştım.

Ne olmuştu?

1990’larda öyle bir süreç yaşanıyordu ki, sokağa çıkmak bile ölümle aynı anlama gelebiliyordu. O yüzden de gazete dağıtırken, Balıkçılar Başı’ndan aldığım karpuz çekirdeği de satıyordum.

GAZETE YASAK DEĞİLDİ AMA SANKİ BİR SIRRI PAYLAŞIYORDU BÜTÜN DİYARBAKIR

Bunun gazete dağıtmakla ne ilgisi var?

Küçük bir leğenim vardı, ona karpuz çekirdeğini doldurup elime alırdım. Gazetelerin de bir bölümünü fanilamın altına bir bölümünü de montumun içine saklar, öyle dolaşırdım. Yani kamuflaj dağıtım yapardım. Polislerin beni bir karpuz çekirdeği satıcısı olarak bilmelerini sağlamaya çalışırdım. Kahveye girdiğimde zaten okuyucular beni tanır, gel bakalım, derlerdi. Ama önce garsona bakardım, o bana göz kırparsa, bilirdim ki içeride polis yok. O zaman polisler sık sık kahvehanelere girip çay içer, ne olup bittiğini gözlerlerdi. İçerisi temiz olsa bile, korka-ürke içeri girerdim. Ben de gider gazeteyi gizliden verirdim ona. O zamanlar da herkes beni bilirdi. Dolmuşla eve giderken veya bir düğüne katılırken bile insanlar “bugünkü gazete var mı” diye sorarlardı. Sokakta dolaşırken veya esnafa gazete dağıtırken, sözde karpuz çekirdeği satıcısıydım. Gazeteyi alanlar da gizliden alıyordu. Hâlbuki gazete, bayilerde de satılıyordu. Devletin yasakladığı bir gazete değildi. Ama sanki bir sırrı paylaşıyordu bütün Diyarbakır. Ben, sözde karpuz çekirdeği satıcısıydım ama aslında gazete satıyordum. Bütün okuyucular bu sırrı benimle paylaşıyorlardı. O yüzden de, iş icabı iki bardak çekirdek de alırlardı okurlar benden.

Ailende çalışan başka kimse yok muydu?

Benimle birlikte gazete dağıtan bir kardeşim de vardı. Diğerleri zaten küçüktü o zamanlar.

Seninle çalışan kardeşin de gözaltına alınır mıydı?

Evet, o da çok alındı. Az önce dedim ya, bir seferinde Hizbullah’ı atlatamadığımı. O zaman satırlı saldırıya uğramıştım. Benden sonra o da Sümer Camii’nin yanında, polislerin silahlı saldırısına uğradı ama kurtuldu.

BENİM ÇELİK YELEĞİM GAZETELERDİ, DOKTOR ‘YAT-KALK GAZETENE DUA ET’ DEMİŞTİ

Sen nasıl satırlı saldırıya uğradın?

Pazar günüydü. Dağıtım esnasında Melik Ahmet- Tekel civarındaydım. Sabah saat dokuz civarı olduğu için, esnaf daha işe başlamamıştı. Beni takip ettiklerinin farkında değildim. Biri önden, biri de arkadan geldi. Önden gelen kişi, benden gazete istedi. Gazeteyi ona uzatırken, arkadaki adam kolumu tutup büktü ve “Tekbir, Allah-u Ekber, katlin helal!” diye bağırdı. Ben korkudan bağırdım. Tamamdır, işim bitti, dedim. Arkamdaki adam aynı esnada bana bir tekme attı. Kolumdan da tutmuş olduğu için benimle birlikte yere düştü. Önümdeki adamın üstüne düştük ikimiz. Arkadaki adam ayaklarımdan tuttu beni. Ben de yüzüne bir tekme attım, can havliyle. Ardından da kaçmayı başardım. Arkamdan epeyce geldiler ama can korkusundan, onlardan çok daha hızlı koşuyordum. Sonra da benim peşimi bırakıp sokak aralarına kaçtılar. Bu sefer ben onların peşine düştüm. Karşıdan biri bağırdı bana, “oğlum zar zor ellerinden kurtulmuşsun, ne yaptığını sanıyorsun!” diye bağırdı. Durdum bunun üzerine. Yaralar sıcak olduğu için, bana bir şey olmadığını sandım. Sandım ki, arkadaki adam sadece yumruk atmış bana. İnsan yaz sıcağında terliyor ya; o ter bacak arasından yere düşüyor… Ben de, korkudan dolayı çok terlediğimi sandım. Baktım ki bütün vücudum kan içinde. Boyun ve bel kısmından yemişim satırı, altı yerden. O da beni kurtaran neydi biliyor musun; fanilamın altına sakladığım gazeteler! Polisin çelik yeleği olur ya, benim de çelik yeleğim gazetelerdi. Satır, çelik yeleğimden dolayı beni öldürecek kadar derine inememiş. Zaten hastanede doktor, fanilanın altına gazete koymakla büyük akıl harcamışsın, yat kalk gazetene dua et demişti.

Polis bu saldırıyla ilgili herhangi bir soruşturma yürüttü mü?

Ben hastanedeyken polisler gelip müdahale ettiler. Yaşlı bir doktor vardı, polisle tartıştı. “Hastam ölmek üzere, nasıl ifade almaya çalışırsınız şimdi” dedi. Doktor zar-zor durdurabildi polisleri. Kanamamı durdurduktan sonra polisler gelip beni ayrı bir odaya aldılar. İfademi alırken, “kimler seni vurdu, daha önce düşmanın var mıydı” şeklinde sorular sordular. Ben de sadece bir gazete dağıtımcısı olduğumu, o yüzden de kimsenin bana düşman olması için sebebi olmadığını söyledim. Zaten dağıtımcılığa başlayalı daha iki yıl olmuş: 1993. 15–16 yaşındayım. Dedim ki polise, bana Hizbullahçılar vurdu. Afedersiniz, özür dilerim ama, gelip benim Müslüman olup olmadığımı sordular. Ben de kimliğimde dinimin yazılı olduğunu söyledim. İkna olmadılar. Afedersiniz “sünnetli olup olmadığına bakacağız” dediler. Ben de ölümden daha yeni dönmüşüm ha! Dedim ki, madem kimliğimde yazılana inanmıyorsunuz, o halde devletin söylediklerine de inanmıyorsunuz, dedim. Çünkü benim kimliğime devlet “dini: İslam” diye yazmış. Yok, dediler: “senin Ermeni olmadığın ne malum? Zaten Gündem dağıtımcıları Ermeni’dir. O yüzden sizin gibi –özür dilerim- orospu çocuklarının gebermesi gerekir!” Bana epeyce hakaret ettikten sonra da çıkıp gittiler. Daha sonra da silahlı saldırılara uğradım ama yara almadım.

KURŞUNLARDAN BİRİ KULAĞIMI SIYIRMIŞTI, AĞLADIĞIMI HATIRLIYORUM

Hizbullahçılar mı silahlı saldırıda bulundu?

Yok, onlar polisti. Hatta bir seferinde sokak arasında kaçarken, kurşunlardan biri kulağımı sıyırmıştı. O esnada ağladığımı hatırlıyorum.

Polis veya Hizbullahçı olduğunu nasıl anlıyordun?

Dedim ya, Hizbullahçılar tekbir getirir ve “katlin helal” diye bağırırlardı.

Tüm bunlar, gazete dağıttığın için mi oluyordu yani?

Evet, ama ben de buna bir anlam veremedim hiçbir zaman. Yani ben bir gazete dağıtımcısı olduğum için düşmanlık besliyorlardı. Bir gazete dağıtmak bu ülkede suç kapsamına mı girer yani! Üstelik devlet dememiş ki bu gazete dağıtılmayacak diye. Ben küçükken de bu soruları hep sorardım kendime.

‘BİR GÜN SİZİ ÖLDÜRECEKLER, BIRAKIN BU İŞİ’ DERDİ ANNEM

1990’lı yıllardaki gündelik hayatı nasıl hatırlıyorsun?

Gazete dağıtırken gözlerimizin önünde insanların öldürüldüğünü gördük. Biz çok şey gördük. Bir seferinde sabahleyin evden çıkarken, birinin bağırarak bizim sokaktan geçtiğini hatırlıyorum. Kafasını tutmuş, bağıra bağıra koşuyordu. Hizbullahçılar vurmuştu. Lise öğrencisiydi. Kravatı bile takılıydı çocuğun… Her gün gazete verdiğim bir okuyucuma ertesi gün yine gazete götürdüğümde, senin okuyucun öldürüldü, denmişti bana. 1995-96’da olaylar biraz duruldu ama ondan öncesi, inan ki vahşet dönemiydi. Sabahleyin evden çıkarken, annem benle kardeşimin arkasından bir tas su dökerdi hep. Geri gelmeyeceğimizi sanırdı.

Annenler, sizi bu işi bırakmaya zorlamıyor muydu?

“Bir gün sizi öldürecekler, bırakın bu işi” derdi annem. Ama biz bu işi çok seviyorduk. Bizim maceramızdı aynı zamanda. Ayrıca aslında rahat bir işti. Sabah saat yedide dağıtıma çıkardık. Öğlene doğru da gazetelerimizi bitirip dönüyorduk. Zorlanmıyorduk, yorulmuyorduk. Zarar diye bir şey de yoktu. Çünkü sattığın gazete sayısına göre para alıyordun. Ayrıca dağıtımcılar arasında müthiş, mükemmel derecede güzel bir arkadaşlık bağı vardı, hâlâ da var. Bu bağdan kopmayı istemiyorduk ve istemiyorum da.

Özgür Gündem dışında, senin için risk taşımayacak başka gazeteleri dağıtmayı düşünmedin mi hiç?

Özgür Gündem’in Diyarbakır’da diğer gazetelere göre daha çok okuyucusu var. Okuyucu kitlesi de, gazeteyi alırken bize sempati gösterirdi. Saygınlığımız vardı. Ama diğer gazetelerin dağıtımcıları benzer bir sempatiyle karşılanmazlar. Bizim okuyucumuz, gazete aldıktan sonra, bize çay ısmarlar, sohbet ederdi her zaman. Çok yorulmuşsan, dinlenmeni ister, içecek bir şeyler verirdi. Halen de o sıcaklık ve diyalog yüzünden bu işe devam ediyorum ben.

HER DAĞITIMCI AYDA ON-ON BEŞ KEZ GÖZALTINA ALINIR

1991’den bu yana, yani on beş yıldır gazete dağıtıyorsun. Ne zaman emekli olacaksın?

(Gülüyor). Ben de bazen arkadaşlara o yönlü espriler yaparım. Artık emekli olmamın zamanı geldi, derim. Bazen okuyucular da bana, yirminci yılında emekli ol, diyorlar. İnsanlar, yorulduğumu düşünüyorlar galiba. Ama ben yorulmadım. Sadece artık gençlerin önünü açmak gerektiğini düşünüyorum. (gülüyor). Eğer 1990’ların ortasında evlenip çocuk yapsaydım, şimdi çocuklarıma bırakırdım mesleğimi.

Seninle birlikte gazete dağıtan kardeşin de işe devam ediyor mu?

O 1994’te dağa çıktı. 1998’de de herhalde yaşamını kaybetti. Yani onu da kesin bilmiyoruz ama sanırım öyle. O benden beş-altı yaş küçüktü. On dört yaşındaydı galiba gittiğinde.

Dağa çıkmadan önce kaç defa gözaltına alınmıştı?

Epeyce alındı o da. Her dağıtımcı, ayda ortalama on-on beş defa gözaltına alınır zaten.

ŞİMDİYE KADAR RESMEN 148 DEFA GÖZALTINA ALINDIĞIMI POLİSTEN ÖĞRENDİM

Halen oluyor mu bu?

Eskisi gibi değil tabii ama halen gözaltılar oluyor. Sonuçta bir kimliğimiz var: Özgür Gündem dağıtımcısıyız. Ama polis eskisi gibi müdahale etmiyor. Bize karşı belli bir tavrı olan polisler halen aynı tavrı sürdürüyor ama. Geçenlerde sırt çantamla dışarı çıktım. Sokakta da bomba ihbarı vardı herhalde. Bomba uzmanları gelip şüpheli poşeti patlattılar. Sonra da sokak açıldı ve insanlar yoluna devam etti. Benim de elimde gazete vardı. Aniden üç-dört polis üzerime atladı. “Çantanda ne var senin” dediler. “Beni zaten tanıyorsunuz, gazete dağıtımcısı olduğumu biliyorsunuz” dedim. Beni tanıyorlardı gerçekten de. Çantamı didik didik ettiler, sonra da beni bırakıp gittiler.

Hiç gözaltına alınmadığın yıl oldu mu?

Hayır, ama gözaltına alınmadığım aylar oldu. Özellikle 2000 yılından bu yana, baskılar çok azaldı. 2000’den bu yana en fazla yirmi defa gözaltına alınmışımdır.

Kaç defa gözaltına alındığını sayıyor musun?

Aslında saymıyordum. Şimdiye kadar 148 defa resmen gözaltına alındığımı da polisten öğrendim zaten. Bir arkadaşımızın kardeşi kanserden dolayı vefat etmişti. Taziyeye gitmiştim. Onun evinden çıkarken, polis bizi durdurdu. Kimliğimi aldıktan sonra, “Yılmaz sen misin?” “evet, benim” dedim. Anons geldi: “148 defadır PKK davasından yargılanıyorsun ve şu an aranmaktasın” diye. Şaşırdım: “daha geçen gün polisler aldı beni, ben nasıl PKK davasından yargılanırım. Ben bir gazete dağıtımcısıyım…” dedim. Tekrar merkezi aradılar. “148 defa gözaltına alınmış, ama şu an aranmıyor” yanıtı aldılar. Oradan öğrendim, kaç sefer gözaltına alındığımı. Yoksa unutmuştum sayıyı. Ama ben zaten basit gözaltıları saymıyorum. Belki polis de saymıyordur onları.

Basit gözaltılar hangileri?

Bir-iki saat gözaltında kalma, tekme, tokat gibi dayaklara maruz kalma, arabayla dolaştırıp tehdit etme, korkutma…

Hiç tutuklandın mı?

Yok, tutuklanmam için hiçbir zaman belli bir gerekçe bulamadılar. Sonuçta gazete dağıtımcısıyız. Bugünkü duruşmada hâkim de sordu bana, “tutuklanman isteniyor, ne düşünüyorsun” diye. Ben de bir gazete dağıtımcısı olduğumu söyledim. Olaylar esnasında gözaltına alınmamışım. Suçum gazete dağıtmak mı? Bu ülkede gazete dağıtmak suçsa, bence bütün basının susması gerekiyor. Bütün gazeteciler ağızlarına siyah bir bant vurup oturması gerekiyor. Eğer devlet de sadece bir gazetenin dağıtılmasını suç görüyorsa, bu da ayrımcılıktır. O zaman bütün gazeteleri kapatsınlar.

BİR BÜFEDE GÜNDEM SATAN ÇOCUK ÖLDÜRÜLDÜ, DAHA ON YAŞLARINDAYDI

Bu işe ilk başladığında, dağıttığın gazeteyi okuyor muydun?

Evet, günlük olarak gazeteyi okurduk. Genellikle manşet haberini okuduktan sonra dağıtıma çıkarız. Çünkü sokakta manşet haberi üzerinden “yazıyor, yazıyor!” diye bağırıyoruz.

Kaç dağıtımcıydınız ilk dönemde?

Kırka yakın arkadaşımız vardı.

Diyarbakır’da başka gazetelerin de sizin gibi dağıtımcıları var mı?

Tabii, onlarla yolda karşılaşırken selamlaşırız. Zaman, Akit, Yeni Şafak dağıtımcıları var. Ama onlar motosikletle dağıtıyorlar gazeteyi. Bizim motosikletimiz yok, ayaklarımız var. Bir de sadece abonelere dağıtmıyoruz. Sokakta satıyoruz. Onlarsa sadece abonelerine gazeteyi dağıtırlar. Bazen aynı binada karşılaşıyoruz, selamlaşıyoruz. Bir de onlar hiç ölümle tehdit edilmiyorlar, saldırıya uğramıyorlar.

Dağıttığın gazete başına kaç para alıyorsun?

Özgür Gündem’in fiyatı 50 kuruş. Ben gazete başına on kuruş alıyorum.

Sağ kolunda bir sorun olduğu için mi sürekli göğsünün üzerinde tutuyorsun?

Yok, hayır (gülüyor). Gazeteyi tutma biçimim öyle olduğu için alışmış olmalıyım.

Kardeşinin dağa çıkmasında, karşılaştığı baskının etkisinin olduğunu düşünüyor musun?

Tabii, sadece o değil, giden pek çok kişinin sebebi, kötü muameleydi.

Öldürülen gazete dağıtımcısı oldu mu hiç?

Bir büfede Gündem satan bir çocuk öldürüldü. Daha on yaşlarındaydı. Öldürülen gazeteci arkadaşlarımız vardı.

On beş yıl boyunca gazete dağıtıp gazetecilik yapmaya heveslenmemiş olman düşünülemez herhalde, değil mi?

Gazetecilik yapmayı hiç düşünmedim. Dağıtım işini seviyorum ben. Dağıtımcılık benim için bir zevktir. Çünkü halkın gösterdiği seviden dolayı, bu işi bırakmak istemiyorum.

Haftanın kaç günü çalışıyorsun?

Haftanın her günü çalışıyorum ama yıllık tatilim var. O da on gün zaten. Vücudun dinlenebilmesi için, yılda on gün. Hastalandığım zamanlar ise, arkadaşlar benim yerime dağıtım yapıyor. Ama günlük gazete dağıtımcısına tatil biraz zordur.

SONUÇTA DİYARBAKIR BİR CENNET

Askerlik yaptın mı?

Epilepsi hastası olduğum için çürük aldım.

Diyarbakır dışına hiç çıktın mı?

Bir-iki defa İstanbul’a gittim. En son geçen sene, ilk kez de 2000’de gitmiştim. Gazetenin nasıl bir yerde çıktığını, dağıttığım gazetenin nasıl basıldığını merak ettim ve gittim, gördüm. Daha sonra arkadaşlar beni gezdirdiler. Beyoğlu’nu dolaştık, Galata Köprüsü’nün üstünden geçtik. İstanbul’un Diyarbakır gibi bir yer olduğunu sanırdım. Ama hiç yorulmayan ayaklarım, İstanbul’da beni taşıyamayacak kadar yorulmuştu.

İstanbul’da çalışmayı düşündün mü?

Yok, ben Diyarbakır’ı hiçbir yere değiştirmem. Sonuçta Diyarbakır bir cennet. İnsanlarına, taşına, toprağına alışmışım sonuçta.

Bu kadar olayın gerçekleştiği, sorunun yaşandığı, kişisel olarak da başına gelmedik kalmayan bir şehre nasıl cennet diyebiliyorsun?

Doğrudur, hepimiz baskılarla karşı karşıyayız. Ama buradaki insanların birbirine olan sıcaklığı, sevgisi bambaşkadır. Hele ki biz dağıtımcılara olan sevgi… Buradaki insanlar benim açımdan harikadır sonuçta. Burada insanlar birbirini seviyor.

Kardeşin dağa çıktıktan sonra, sen de çıkmayı düşündün mü?

Hayır, düşünmedim. Sonuçta ben bir hastayım, nöbet geçiriyorum.

Kaç günde bir nöbet geçiriyorsun?

Geçen gün de düşmüşüm, yüzüm kan içinde kalmış. İlaçlarımın dengesi bozulunca, düşüyorum. Psikolojik olarak sıkıntı yaşadığımda da nöbet geçiriyorum. Bir seferinde çenemi kırdım, bir seferinde burnumu. Ayda bir-iki defa mutlaka düşüyorum. Bazen de haftada bir oluyor.

Gözaltındayken hiç nöbet geçirdin mi?

Sadece son gözaltında nöbet geçirmedim. Çünkü üzerime çok geliyorlardı. Kaba dayak, işkence gördüğüm için, vücut dayanmıyor. Hasta olduğumu bağırmama rağmen, dinlemiyorlardı.

SAATLERCE BENİ KARIN ALTINDA, ÇIRILÇIPLAK, TEK AYAK ÜSTÜNDE BEKLETTİLER

Ne tür işkenceler yapılıyordu? Senden ne istiyorlardı?

93’de bir gün, ara sokakta alınmıştım. 15–16 yaşlarındaydım. Normalde ana caddeden geçmem gerekirken, polislere yakalanmamak için ara sokaklardan giderek gazete satmaya çalışırdım. İşte o sefer, ara sokakta polisle karşı karşıya geldim. Kar yağıyordu. Kıştı. Elimden gazetelerimi aldılar. Hangi örgüte üyesin, dediler. Dağıtımcı olduğumu söyledim. Niçin bu ara sokakta yürüyorsun, dediler. Kestirmeden gittiğimi söyledim. Dinlemediler, üzerimdeki elbiseleri çıkarttılar. Yalnızca külotum kaldı. Kar da çok yağıyordu. Ellerimi arkadan kelepçeleyip ana caddeye getirdiler o halimle. İki buçuk saat boyunca beni o karın altında, çırılçıplak, tek ayak üstünde beklettiler. Aynı esnada dizlerime ve kalçalarıma coplarla vuruyorlardı. Yoldan geçen insanlara, ağza alınmayacak pis küfürler atarak, sizi de böyle yapacağız, diyorlardı. Çok soğuk bir havaydı. Şimdi kaldırılmış olan Mardinkapı Karakolu’na götürdüler. O karakolda yaşadığım işkenceleri nasıl anlatabilirim ki… Genellikle botlarla kafama vururlardı. Halen de baş ağrısı var bende. Kafamı duvarlara vurmaları… Gözler bağlıyken, normal konuşurken seninle, aniden güm diye tokat atmaları… Ya da karın boşluğuna vurmaları… Zaten artık ayakta duracak halde değilsin ya, o yüzden de saçlarından tutup kaldırıp bir çuval gibi yere bırakmaları… Yere düşünce, “kalk lan, burayı babanın oteli mi sandın da yatıyorsun” diyorlar. Hâlbuki ayakta duracak halde değilsin ki.

Seni sokakta soyduklarında, gelip geçenler polise tepki göstermiyor muydu?

Yok, herkes korkuyordu sonuçta. O sırada yaşadıklarım çok acayip şeylerdi. Karakola götürdükten sonra da ertesi sabah beni serbest bırakmışlardı üstelik. Çünkü suç yok, delil yok.

Hiç dayak yemediğin gözaltı oldu mu?

Dayak atmadıkları gözaltı olmaz. En normal tavırları “orospu çocuğu” ve daha pis küfürler olur. En az kaldığım gözaltı yedi saat, en çok da altı gün kalmışım. Bana silah sıkan polisler gözaltına almıştı beni. “Seni o kadar çağırdık, niye kaçtın, hangi örgüt üyesisin” diyerek üstüme düşmüşlerdi. Ben de canımdan bıktığımı, o yüzden kaçtığımı, artık gözaltına alınmak istemediğimi söyledim onlara. Çünkü polisleri gördüğüm zaman… Artık canımdan bıkmışım.

MUSA ANTER’İN DAĞITIMCILARA ÖZEL BİR SEVGİSİ VARDI

Gözaltı sırasında senden ne isteniyordu?

“Bu gazeteyi dağıtmayacaksın!” Ama bütün bayilerde gazete var. Gazetenin basılması da yasak değil. Vergisini de ödüyor. Olan bize oluyordu işte. Gazetenin Türkiye’deki en eski çalışanıyım.

Sigortan var mı?

Yok.

“Dünya Dağıtımcılar Günü” varmış. Bunu kim ilan etmiş, tarihçesi nedir?

Tarihçesini bilmiyorum ama 11 Ekim günlerinde bunu hep kutlarız kendi aramızda.

Kaç yıldır kutluyorsunuz?

Üç-dört yıldır kutluyoruz.

Ailenin ekonomik durumu nasıl?

Bizimki günübirlik yaşamdır.

Kardeşlerin ne yapıyor?

Biri inşatta çalışıyor, şu an iki kardeşim de askerde. Yedi kardeştik ama bir kardeşim… Altı kardeşiz.

Yaşadıklarına hiç isyan etmedin mi?

Kim isyan etmez ki. Şimdi size anlatsam, ne tür şeyler yaşadığımı, oturup ağlarsınız. Belki anlatmakla inandırıcı olunmaz. O yüzden aslında sana gazete arşivini göstermem gerekiyordu. Zaten derleme işi bittikten sonra, başımızdan geçenleri yazdığımız “Apê Musa’nın Küçük Generalleri” kitabı da çıkacak. O kitabı okuduktan sonra belki başımıza gelenlere inanabilirsin. Sabahleyin birlikte çıkarken, acaba hangi arkadaş sağlıklı bir şekilde geri dönebilecek, diye düşünüyorduk. Çünkü öğleden sonra ben büroya bir geliyordum, şu arkadaş yaralıdır, hastanededir, şu arkadaş kaçırılmış, bu arkadaş gözaltına alınmış… Sanırsın ki her sabah cepheye çıkıyorsun. Satırlı saldırıya uğradığım zaman bile doğrudan hastaneye gitmeye korktum. Çünkü biliyorsun ki seni yolda durdurup bekletecekler, kan kaybından öleceksin. O yüzden önce gazete bürosuna geldim, oradan iki arkadaş beni hastaneye yetiştirdi. Biraz daha geç kalsaydık, kan kaybından giderdim. Zaten taksideyken kendimden geçmişim. Nefes alamıyordum. Bize genellikle de Hizbullah saldırırdı.

Kitaba niçin “Apê Musa’nın Küçük Generalleri” adını koydunuz?

Belki yayınevi değiştirir o ismi. Ama Musa Anter’in dağıtımcılara karşı özel bir sevgisi vardı. Diyarbakır’a geldiğinde bizi ziyaret ederdi. Dertlerimizi dinlerdi.

Kendisiyle tanıştın mı?

Dağıtım bürosuna gelirken kendisiyle karşılaşmıştım. O zaman daha ilk yıllarım, çocuğum. Esprili, güler yüzlü yaklaşmıştı bize. Bir bebeğe güler yüzle bakarsan, o da gülmeye başlar. Biz de o zaman çocuktuk; doğrusu sevgiye de hasrettik. Biri bize güler yüzle yaklaştığında, çok mutlu olurduk. İsterdik ki, devamlı onunla birlikte olalım.

YARIN DEVLETİN FİKRİ DEĞİŞEBİLİR, BU SEFER ONLARA BASKI UYGULAYABİLİR

Senin kadar gözaltına alınan kimse var mı?

(Gülüyor) rekor şimdilik bendedir. Çocuklarım olursa, elbette onların da dağıtımcı olduklarını görmek isterim. Dağıtımcı, halkla basın arasındaki köprüdür. O köprü yıkılırsa, o zaman gazetecinin yazdıklarının bir anlamı kalmaz. Gazeteyi alıp sekizinci kata kadar tırmanan bir dağıtımcının emeğini, terini, yürümekten ayakların nasıl patladığını, karda-soğukta ayakların üşümekten yandığını herkesin düşünmesi gerekiyor. Gözaltını, işkenceyi filan bir yana bırakalım. Başka gazetelerin dağıtımcıları için de geçerli bu durum. Dağıtım büyük bir emektir, büyük bir hizmettir. Türkiye’de ve dünyada, dağıtımcıların 11 Ekim gününün, resmen kutlanmasını istiyorum. Eğer kutlanmıyorsa, büyük bir haksızlıktır. Ayrıca Türkiye’de bütün kurum ve kuruluşların, sırf gazete dağıttık diye başımıza bunca işin açılması üzerine düşünmeleri gerekiyor. Oysa şimdiye kadar gazeteci olarak ilk defa sen gelmişin, soruyorsun halimizi. Bir seferinde de Avrupalı iki gazeteci gelip bana sormuşlardı, kameraya çekmişlerdi. Hâlbuki bir dağıtımcı olarak benim karşılaştığım haksızlık, aslında bütün basına yapılmıştır. Diğer gazetelerin bunu görmesi gerekiyor.

Özgür Gündem dışındaki gazeteleri de okuyor musun?

Eskiden okuyordum ama artık pek okumuyorum. Sıkılıyorum. Çünkü bana bu muameleler yapılırken, gazete ve televizyonlar “Antalya’da falan kedi, filan yerde mahsur kalmış” diye haber yapıyorlar. Düşün ki, burada bir insanın hayatı, bir hayvanın hayatından daha değersiz. Biz burada ölüyoruz, gazete dağıttığımız için. Ama hiçbir gazete, gazete dağıtımcısının yaşadıklarını anlatmıyor. Hâlbuki bunu anlatması lazım. Çünkü yarın öbür gün devletin fikri değişebilir ve bu sefer onlara baskı uygulayabilir. O zaman da kendi yazdıkları gazeteleri dağıtacak adam bulamayabilirler…

Not: Yukarıdaki söyleşi, çok küçük kısaltmalar dışında Nokta dergisinin 30 Kasım-6 Aralık 2006 tarihli sayısında yayınlanmıştır

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version