Bir tek ölüm yoktur; ölümler çeşitlidir. Bir trafik kazasında absürt, beklenmedik ve feci bir şekilde ölmek gibi. Orta çağda beklenmedik, kazayla gerçekleşen ölümler “kalleş ve alçak ölümler” olarak değerlendirilmiş Avrupa’da. Bazı ölümlerin tanığı yoktur, bir dağ başında yalnız ölmek ve kimsenin bu ölümden haberdar olmaması gibi. Ya da bir seyahatte ölüm. Hiç kimsenin haberinin olmadığı, ceset bulunduğunda da kim olduğunun bilinmediği meçhul insan ölümü. Bazı ölümlerin cesedi bile yoktur, bir denizde boğulmak ve bir selde sürüklenerek ölmek gibi. Varlığına dair haber alınamadığı ve yaşadığından emin olunamadığı için öldü sayılan kişiler de vardır. Bazı ölümler ise sıra dışıdır. Philippe Ariès, Ölümün Tarihi’ni (Geschichte des Todes) uzunca incelediği kitabında bu tür ölüme örnek olarak ölen İsa’nın yeniden dirilişini ve yeniden ölümünü örnek gösterir. (Bu kitabın bir bölümünü M. Ali Kılıçbay Türkçeye “Batılının Ölüm Karşısında Tavırları” olarak çevirmişti.)
Bazen de insanın ölümü kendi elindendir; intihar eder. Bazı insanlar kendi olamadıkları için intihar ederler. Bazen toplu intihar vakalarına rastlarız. Daha çok tarikat üyelerinin kıyamet olarak tanımladıkları, paranoyak savunma olarak karşımıza çıkar. Her ne kadar toplu intihar olarak adlandırılsa da her insan tek başına ve yalnız ölür… Aslında kendimiz deneyimleyemediğimizden, ölüme dair söylediğimiz her şey ötekinin/diğerinin ölümüne dairdir. Cenaze, ceset başkasına aittir. Kendi ölümümüz sadece hayalidir (imajiner). Ölümü bilmediğimizden, ölümden korkulup korkulmayacağını da bilemeyiz. Sahi, ölüm korkulacak bir şey midir?
Ölen yalnızca insan değildir; bazen devletler yıkılır, bazen ülkeler, bazen yurdunuz ölür. Törensiz, sessiz ve sedasız… Reel olarak yurt dışında yaşayan biri için ülke yurt değil, kişinin sadece sembolik, duygusal vatanıdır. İşte o ölebiliyor. Ben ülkeden gittim. Arada bir gelip soluklandığım yerdi. Benim yurtdışına gitmek ve onu terk etmekle gösterdiğim vefasızlığıma vefayla yanıt verir, beni mahcup ederdi. Son yıllarda ülkemin benden uzaklara gittiğini, başkalarının ülkesi olmaya başladığını gözlemliyorum. Öksüz ve yetim kalmak gibi bir şey. Belki de bu yüzden bu yazı…
Ölümü bazen çok kolay kurgular, hatta ölüm romantizmine kaptırırız kendimizi. Gençlikte sıkça olur; yar için, aile için, namus için, fikirler için, inanç için, vatan için ölmek. Bu kadar istisnai, bir seferlik ve bu kadar özel olan bir şeyi bir başkası için yapabilmek… Kendimize, kendimiz için ölmek ağır geliyor olsa gerek. Bazen hiçbir şey olarak ölmenin kabul edilemezliği, başkaları için ölerek bir şey olma kurgusundan beslenir.
Romantik olan ‘başkaları için ölmek’ fikri kahramanlık ölümlerinde vardır bazen. Bazen en güçsüzler, en önemsizler ölüm üzerinden güç edinme ve önemsenmeyi kurgularlar. Ölüm üzerinden narsisizm tasarlandığında fanatizm kaçınılmaz olur. Bu durumda sosyoloji, psikoloji, pedagoji çaresizdir; çünkü bu bilimler insan ilişkisine ve zamana gereksinim duyarlar. Başkaları için ölüm, ilişki ve zamanın reddidir. Narsistik ölümün üzerine bir de ödül konulunca bilim açısından sorun daha da çözümsüz hale gelir. Cennet vaadi ya da tarihe geçmek fikri, ölerek ölümsüzleşmek demektir… Başka bazıları için ise ölüm narsistik incinmenin sonucu olabilir. Harakiri, şeref ve namus için ölüm buna örnektir.
ÇEŞİTLİ ÖLÜMLER
Bir de kutsanan ölümler vardır. Örneğin şehitlik, kendini kutsal bir dava için feda ederek ölme biçimidir. Ölümler aileye ait ve özel olma özelliklerini şehitlikle birlikte kaybeder, kolektif hale gelirler. Çünkü şehitler kendilerini kutsalın ve toplumun yararına feda ettikleri için ölümlerinin kolektif bir boyutu vardır. Şehitler için, tanımamasına ve ilişkisi olmamış olmasına rağmen herkesin dua okuması biraz da bu nedenledir.
Şehitlik birçok kültürde kurumsallaşmış ve endüstrisini de oluşturmuştur. Benedict Anderson’ın Meçhul Asker Anıtı üzerinden ulus devleti anlatmasının bu bağlamda da önemli olduğunu söylemek isterim: Meçhul Asker anıtlarının bir öncülü yoktur ve ulus devletin bir buluşudur (1997, s. 31-32). Anderson ulus devletin şehit ve asker tasarımlarını dinsel dokularını koruyarak aldığını, ama bunu dönüştürdüğünü anlatır. Dini bayramların yanı sıra ulusal bayramlar vardır örneğin. Ulusal bayramlar kahramanlık söylenceleriyle süslenir. “Meçhul asker”, kim olduğu bilinmeyen ama niçin öldüğü bilinen askerdir.
Meçhul Asker anıt mezarlarının ilginç bir özelliği vardır: Mezarın boş olup olmadığını ve eğer mezarda bir ceset varsa kime ait olduğunu bilemeyiz. Meçhul Asker bizde kişiselleştirilmiş gibidir: Mehmetçik… Ama bu Mehmet de meçhul bir Mehmet’tir… Birçok ölüm metaforu vardır, ölenlerin ruhlarının yaşadığı, aramızda dolaştıkları, ölümün derin bir uyku olduğu ya da ölenin gökyüzünden bizi izlediği gibi. Şehitliğin ölüm metaforunda cennetin anahtarı olması önemlidir.
Kısacası ölümü hak etmek gerekir. Biraz daha yaşamak, biraz da hak etmeyi istemekle ilişkilidir. Kutsal ölümleri seçmek, bir şey için ölmeyi istemek hiçlik duygusundan kurtulma çabasıdır aynı zamanda. Hiçbir şey olamayanların bir şeyler için ölerek ‘bir şey’ olabilme çabaları, ölüme narsistik şerbet katmaktır. Aslında bir şeyler için ölmek, adı kutsalla gizlenen bir intihardır. Bronislaw Malinowski, Trobiand kültüründe savaşta ölmenin bir intihar biçimi olduğunu ve intiharın adaleti sağlamak amaçlı uygulandığını anlatır (2000, s. 164-5). Savaşta ölmek bu kültürde, şehitlikten çok bir suçun cezası olarak uygulanır.
Bazen ölmek, ölümü göze almak çaresizliğin yarattığı edilgenlikten çıkıp etkin hale gelme eğilimi göstermek, travmatik bir andan kurtulmak için ölmeyi seçmektir. Bazen ise ölüm arzulansa da elimize geçmeyen bir şeydir. İşkencenin üzerine konuşulmayan en hazin yanı, insanın kendisini öldürme hakkının ve özgürlüğünün bile elinden alınmasıdır. İşkencede ilk mesele mağduru yok etmekten çok onu aşağılamak ve teslim almaktır.
Nazım’ın söylediği gibi, “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!” Esir almak, mahkum etmek değil teslim almaktır ve böylece bir insanın iç dünyasını işgal etmektir. Bu bağlamda ölme isteği bir direnme biçimi bile olabiliyor. İnsanlar faşizm koşullarında direnirken, son bir savaşma biçimi olarak hayatlarını ortaya koyabiliyorlar. Ölüm oruçları ölmekten çok direnmek amaçlıdır ve teslim olmak yerine ölümü seçmektir. Bazen insanlar teslim olmayı ölümle eş değerde gördüklerinden, pasif öldürülmek yerine aktif şekilde kendini öldürmeyi seçerler.
Andreas Ploeger, ölümün bazen kahramanlığa karşılık bir ödülmüşçesine sunulduğunu ve böylece ölümün teşvik edildiğini anlatır (2017, s. 144). Berlin düşerken Hitler çocukları ve gençleri ölüme adeta onları ödüllendirirmişçesine gönderir. Ölüm bazen cezadır; bazı devletler ve gruplar ölümü bir ceza gibi uygulasalar da bu tür cezalar aslında ilkel bir intikamdır. İdam cezası ve recim gibi… Bazen ölüm bir cinayetle gelir. Bazen haberlerde okuruz, iflas eden biri borcunu ödeyemediği için hayatıyla ödediğini sanır. Bazen de vicdan azabı bir itirafı ve intiharı beraberinde getirir. Romantik ölüme filmlerde ve romanlarda rastlarız: Sevgilinin kollarında ölmek. Aile içinde huzurlu, acısız ölüm de romantize edilir.
MEZARLAR VE MEZARLIKLAR
Vamık Volkan, Türkiye’de de bilinen ‘yas tutma’ konulu çalışmalarında, yas tutamamanın patolojik yanlarını da anlatır. Yas tutma konusunu merak edenler onun eserlerinden ayrıntılı bilgi edinebilirler. Benim tanıdığım her kültürün ölüler için yerleri, yani mezarlıkları var. Mezarlar bize ölenle sembolik-somut birer buluşma yeri gibidirler. Bu bağlamda mezar ve mezarlık, ölenlerden çok geride kalanlar için önemlidir.
Ayrıca mezar ziyaretleri kendi mezar fantezilerimize, ölmeden ölümümüzü projelendirmemize yol açar. Belki bu yüzden aile mezarlıkları, hangi mezarlığa gömüleceğimizi yaşarken planladığımız şeylerdir. İlhami Bekir Tez’in “Unuttum” şiiri var: “İstemem toprağa gömüldüğümü / Yakın beni ve savurun külümü / Baharda badem ağaçlarının üstüne / Ben yine döneceğim yeryüzüne!” Bekir Tez, burada kendi ölümünü yaşıyor olarak kurgularken, bildiğimiz mezar yerine baharı, badem ağaçlarını, doğayı mezarı yapar. Mezar, ölen insanla sembolik bir karşılaşma yeri gibi fantezi edilir. Bu, anımsamanın mekanını ve zamanını çoğaltmaktır. Geride kalanlar için böyle bir kurgu bazen olumlu bazen da çok sorunlu olabiliyor; tüm doğanın sevdiğiniz insanın mezarı olması bazen ciddi sorunlar yaratabiliyor.
Arkeologlar ilk mezarların günümüzden 45.000 yıl önce yapıldığını yazıyor (Ziegler, 2011, s. 34). İnsanoğlu ölüme özel bir anlam yüklemiş, ölümü sıradan bir şey olmaktan çıkarmış ve ölenle vedalaşmayı bir ritüele dönüştürmüştür. Ölüm ve ölümsüzlük üzerine kapsamlı bir çalışması olan Zygmunt Bauman, Jean Baudrillard’ı alıntılayarak mezarlıkların bilinen “ilk gettolar” olduğunu yazar (1994, s. 39). Mezarlıkları yaşam alanlarının biraz dışına taşıyarak göz önünden uzaklaştırırız. Sürekli anımsanmaları ve yasın sürekliliğinin üretimi günlük hayatımızı sürdürmemizi engelleyeceğinden, biraz köyün-kasabanın dışına taşınırlar.
Belirli günlerde, belirli ritüellerle anımsanmaları yası denetlenir hale getirir. Ritüeller bilindiğinden, insanlar bu ritüellere farkında olarak ya da olmayarak psikolojik olarak hazırlanırlar. Bu tür ritüeller üzerinden yaşayanların hayatlarının alt üst olmasına izin verilmez. Mesela bayramlarda mezar ziyaretleri yası, acıyı hem sınırlı ve kontrollü hem de öngörülebilir hale getirir: “Gelecek bayram babamın mezarına gideyim.” Mezarlar ölüler için hiçbir şey yapamadığımız yerlerdir. Bu kısılmışlık dualar ederek, mezarları süsleyerek etkin hale gelme çabasıyla geçilmeye çalışılır. Dua ederek bu dünyadan öbür dünyadaki ölümüze yardımcı olduğumuz duygusunu yaşarız.
Ölüler için bir şeyler yapma isteğinin ardında minnettarlık, şükran, borçluluk ve suçluluk duyguları da rol oynar. Dua bu duyguların azalmasını, bu duyguların bize az yük olmasını sağlar. Yani ölüleri gömmek, onları günlük hayatın dışında tutmak bir anlamda onları geçmişe gömmek, sadece arada bir anımsamayı denemek anlamı da taşır.
Diğer yandan, bir ölüyü tek başına bir yere gömmek kabul edemeyeceğimiz bir şeydir; sanki ölülerin de sosyal bir gereksinimleri varmış gibi algılarız. Aile mezarlıkları, sülalenin aynı yere gömülmesi, Sünnilerin ve Alevilerin mezarlarının bazı yerlerde ayrı olması da, mezarlıkların aynı zamanda dışlanma yerleri olabileceği anlamına gelir. Bazı Kürt cenazelerinin Türk mezarlıklarına alınmaması, yaşayanların iğrenç projeksiyonlarına işaret eder… Mezarlıklar aynı zamanda sosyal hayatın bir parçasıdır. Bireysel ve toplu duaların ve ziyaretlerin yapıldığı, hatta bayramlaşmaların yapıldığı yerlerdir. Sanki ölüler yaşıyormuş gibi dua üzerinden bir diyalog kurarız. Bu diyalog da ölüler yaşıyormuşçasına kurgulanır. Tanrıya edilen dua da aslında diyalog gibi kurgulanan bir monolog değil midir?
Birçok kitabı Türkçeye de çevrilen Zygmunt Bauman, ölüm ve ölümsüzlüğü incelediği kitabında, “ölüm, tanıdığımız en itici/iğrenç düşüncedir” der, çünkü “ölüm mantığın yenilgisidir, çünkü mantık ölümü deneylemez” (1994, s. 25). Merleau-Ponty’yi de alıntılayarak, hiçbir insanın kendi doğumunu ve ölümünü deneyleyemediğini anlatır. Bauman Sigmund Freud’a da hak verir; ölümü her düşündüğümüzde hayal alemine daldığımızı, ölümü düşünme ve deneyleme girişimi ile birlikte kendi ölümünü hayal eden bir seyirci konumuna geldiğimize vurgu yapar. Ömrü uzatabiliriz, Mars’a gidebiliriz, ama ölümün kendisi ve ölümü düşünmek bize yetersizliğimizi gösterir.
Ölümü öldürememek narsistik sınırlarımızın altını çizer. Zygmunt Bauman ayrıca, modern öncesi çağlarda ölümsüzlüğün adeta sadece krallara ve kahramanlara layık görülen bir hak olduğunu söyler (s. 258). Bu insanlar tarih yazarak, tarihe mal olarak kalıcı olurlardı. Modernite ile birlikte ölümsüzlük ve “tarihe mal olma” meselelerinde bir bollaşma gerçekleşti; seçilmişler, bazı protesto grupları, bilim insanları ve sanatçılar da unutulmamak üzerinden ölümsüzleşir. Bu insanlar ölmelerine rağmen ünlerinin kalmasından yola çıkarsak, ölümsüzlüğün ‘dünyevileşmesinden’, ‘demokratikleşmesinden’ ve ‘ölümsüzlükte eşitliğin olduğundan’ söz edilebilir (s. 261). Bauman bu eşitlikle insanların şanslarının çoğalmasına işaret ediyor. Bazen bazı anların fotoğrafını çekeriz.
Bu fotoğrafla, yaşanan bir anı ölümsüzleştirdiğimizi sanırız. Fotoğraf ölüdür aslında. Yaşanan bir şey fotoğraf olunca ölür. Fotoğraf yaşanan bir anın mezarıdır ve fotoğraf albümleri yaşanmışlıklar mezarlığı… Fotoğraflar, ölmüş görüntüler. Sonra, geride bıraktığımız o anı anımsayarak yaşattığımızı sanırız. Halbuki şu an için ölü bir şeyi anımsayarak biraz yas tutarız ve bu yas tutmayı ölümsüzlük sanırız.
Önemli insanlar için anıt mezarlar yapılması, unut(ul)maya karşı bir eylem ve ölümsüzlük çabasıdır. Mezar taşları adeta ölümsüzlük belgesi, yaşadığımızın delili gibi kurgulanır. O taşlar bizi ölümsüz yapar algımız vardır. Bu da çok narsistik ölümsüzlük fantezisiyle örtüşür. Mezar taşı ölüme direnen, yaşadığımıza dair bir bilgi ve belgedir. Mezar taşları mini anıt mezarlardır. Mezar taşlarına yaşayanların özlemleri, acıları, suçlulukları, narsisizmleri projekte edilir. Bir insan ne zaman bütünüyle ölür? Bana göre bir insan, kendisini anımsayan en son insan öldüğünde ölür.
Firavunlar ölüm sonrasında yaşayacaklarına, ölüler dünyasında hayatın devam edeceğine inandıkları için piramitleri ölüm sonrası yaşam alanları olarak kurgulamışlardır. Mumyalanmak bu konseptle ilişkilidir. Birçok kültürde öteki dünyada gereksinimi olacağı düşünülen şeyler ölünün yanına, mezarına konulur. Mezarlar bu bağlamda ölülerin yaşam alanları gibidir. Mezarların çiçeklerle donatılmasının, mezarlıkların Babil Bahçelerine ya da Cennet’e çevrilmesinin arkasında da, mezarların ölenlerin yaşadığı yerler olarak kurgulanması durumu vardır; bu yüzden rahat ve huzur içinde yaşanan yerlere dönüştürme eğilimi olur.
Margaret Mead’in vurguladığı, bazı kültürlerde çok belirgin olarak gösterilen bir korku da belki burada ortaya çıkıyor: Mezarlıkları güzel yerlere çevirmek ve ölenler yerlerinden hoşnut olmayıp geri dönerler korkusu. Mezarlıkların güzelliği ölülerin geri dönmesini engellemeyi de amaçlar bilinç ötemizde. Bilincimizde ise bu, ölüye verdiğimiz değer olarak belirginleşir.
Yoksul tesellisidir: “Sonunda bir kefenlik beze ihtiyaç duyacağız.” Mezarlıkları gezenler, dünyadaki eşitsizlik sanki ahirette de varmış hissine kapılırlar. Bazı mezarlar mezar gibi bile değildir; bir toprak yığını. Bazılarının üzerinde bir tahta vardır sadece, başın ne tarafa gömülü olduğuna dair. Bazılarının sadece bir mezar taşı vardır. Bazıları bir saray gibi dizayn edilmiştir, bazıları görkemlidir. Bazıları ise aile için ayrılmış, başka cenazeler taciz etmesin dercesine etrafı çitle, demir parmaklıklarla çevrilidir, korunaklıdır. Ayrım mezarlıklarda da var, Müslüman mezarlığı, Hıristiyan mezarlığı gibi. Sanki birbirlerine karışmasınlar, karıştırılmasınlar der gibi…
Müslüman cesetlerin yönü aynı, namaza durmuş mümin misali… Kısacası hayatın eşitsizliği, görgüsüzlüğü, mütevazılığı, yoksulluğu mezarlara yansıyor… Bazı mezarlar kredi kartındaki kredibiliteyi gösteriyor sanki. Üç bin yıl önce yaşamış bir Mısırlının bize kalan mezarı yoktur, bir kölenin de öyle. Tarih bile zenginlerin yaşamlarından kalan izlerden yola çıkılarak yazılıyor. Piramitler firavun mezarlarıdır mesela… Mezarlar, mezar taşları yaşayanların projeksiyonlarıyla doludur. Bazı mezarlar geride kalanların ölenlerin geride bıraktıkları suçluluk duygularını azaltmak için yapılan özürler gibidir, bazen sevdiğimiz birinin bıraktığı kocaman eksikliğe denk kocaman mezarlar… Büyük kentlerdeki ölüm yoğunluğu mezarlarda da çok katlılığı oluşturdu. Babanız alt katta, ablanız üst katta gömülebiliyor…
Geleneksel toplumda öldüğünüzde nereye gömüleceğiniz daha yaşarken bellidir. Köyünüzün biraz ötesindeki mezarlıktır son ikametgahınız. Nasıl gömüleceğiniz, cenaze namazınızı kimin kıldıracağı, cenaze yemeğini kimin hazırlayacağı ve cenaze ritüelinin sıralaması bilinir. Vasiyet üzerinden bazı değişiklikler olabilir ama genel hatlarıyla cenaze töreni aynı biçimde organize edilir. Göç ve kentleşmeyle birlikte başka yörelerin ritüelleriyle karşılaşmalar, cenaze törenlerini de çeşitlendirdi. Cenaze törenleri geride kalanların organize ettikleri bir ritüelken günümüzde bu törenler de bireyselleştiriliyor. İnsan yaşarken kendi ölümünü, cenaze törenini konseptleştirebiliyor.
Cenaze törenleri bir endüstriye dönüşüyor. Cenaze endüstrisi cenazeyi görülebilir hale getiriyor; teşhiri için gerekli makyajlar yapılıyor ve cenazenin itici, ürkütücü yanları gizleniyor. Böylece cenaze güzel görünümlü, güzel kokulu bir teşhir objesine dönüştürülüyor. Örneğin Mao’nun ve Stalin’in cenazeleri günlerce röntgenci konumuna gelen insanlara izlettirilmişti. İbrahimî dinlerde ruhun bedeni terk ettiğine, ruhun yaşadığına ama bu dünyadaki bedenin öldüğüne inanılır: Beden toprağa bırakılır ve doğanın bir parçası olur: “Benim sadık yârim kara topraktır!” Eski Mısır’da ise ruhun bedenden ayrıldıktan sonra öteki dünyada ruhun bedeni aradığına inanılır. Ruhun başka bir bedene gitmemesi için de mumyalama yapılır. Eski Mısır’da, ruhun ölen bedeni yeniden tanıyabilmesi ve öte dünyada varlığını sürdürebilmesi için ceset mumyalanıyordu. Mumyalanmak ölüler dünyasına bu dünyada yapılan hazırlıktı.
ÖLMEDEN ÖNCE
Özellikle yaşlanma sürecinde insanlar çocuklaşıyor. Büyümek, anneden ve babadan bağımsızlaşarak değişme sürecidir. Aslında anne-baba çocuğu büyütürken kendilerini lüzumsuz hale getirmeye, çocuğun anne-babaya gereksinimini azaltmaya çalışır. Yaşlanmak ve buna bağlı olarak güçsüzleşme ve yetersizleşme, insanı yeniden başkalarına bağımlı hale, yani çocukluk durumuna getirir. Yaşlılıkta insanın vücudu kendine yar olmamaya başlıyor. İnsanın vücudunu kullanamaması, vücuduna yeterince hakim olamaması, eski gücünü, kuvvetini, çevikliğini ve hareketliliğini yitirmesi derin narsistik bir incinme de yaratıyor; beden insanı düş kırıklığına uğratıyor. “Gençliğimde…” diye başlayan bu anlatılarda bu incinmenin sızısı da gizlidir. İşte bu durum bazen insanın psikolojik destabilizasyonu da demektir. Yaşam boyunca oluşan savunma mekanizmalarının işe yaramaması… Bu, ölüm öncesi savunmasız, korunmasız ve bağımlılık anlamına gelir. Bir bebek olma hali.
Yaşarken ölümü görmezden gelir, inkar eder, işimize-gücümüze bu sayede bakabiliriz. Yaşlanan her kişi ölüme de yaklaştığını bilir, aktivite alanları daralır, ölümle sıkça yüz yüze gelir. Bu gidişi durduramamak çaresizlik doğurur. Bebek gibidir, çaresiz, bağımlı ve edilgen… Bu dönem bir anlamda helalleşme dönemidir. Helalleşme bir anlamda ölmeden önce insanın ölmüş halindeki yasını tutar.
Şunu anlatmak istiyorum: Yaşanan şimdiki zamandan çok gelecek zamanın şimdi yaşanması, ölüm sonrasının hayalinin kurulması. Helalleşmede ölmeden önce ölüm hayali, yani gelecek vardır. Öleceği varsayılan insan kendi ölümünü hayallerken, geride kalacağı düşünülenler de ölüm öncesinde ölüm sonrasının yasını tutarlar. Burada insanlar ortak bir yas tutarken ölecek olanla özdeşleşmeden yaparlar bunu. Helalleşme karşılıklı olarak borçların silinmesine, alacak-verecek dengesinin kurulmasına dayanır. Ölüm geride ağır bir suçluluk duygusu bırakır. Helalleşme üzerinden kültür bu suçluluk duygusunu da azaltmayı amaçlar
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***