Devlete meşruiyet kazandıran adalet ilkesidir. Adaletin uygulanması hem devlet kurumlarına hem de bürokratlara meşruiyet kazandırır. Hukukun askıya alınması durumunda devlet, adaleti tesis edecek temel referans noktasını kaybeder. Hukuk uygulayıcılarının mafya grupları ile iş tuttuğu, can ve mal güvenliğinin devlet eliyle ortadan kaldırıldığı, devletin işkence ve adam kaçırma olaylarını bizzat düzenlediği bir ortamda legal bir devletten bahsedilmez.
Devlet ricali dinin halk üzerindeki olumlu etkisini de kullanarak sahte fetvalarla insanlara dini hukuka değer verdikleri imajı verebilir. Kaybolan adalete güven hissini dini hukuk kurallarıyla gidermeye çalışır. İnsanların vicdanındaki hak ve adalet arayışını fetvalarla kapatmak ister. Zira muhalif binlerce hâkim ve savcının bir gecede işten atıldığı, üst düzey yargı bürokrasisinin hücre hapsiyle cezalandırılan eski meslektaşlarının maruz kaldığı zulümle açıktan tehdit edildiği bir ortamda yargıdan adil bir karar bekleme imkânı zaten ortadan kalkmıştır.
Dini cemaatler, kendi taraftarlarına fetva vermek için kurdukları kurumlarla bugüne kadar dini bağımsızlıklarını korumuşlardı. Her grup kendi hocalarının verdiği fetvalarla kendi yol haritasını çizmeye çalışıyordu. Hatta kendi aralarında kim daha takvalı fetva veriyor diye yarışarak, tabanlarını konsolide ediyor, İslam hukukuna göre bir hayat düzeni kurdukları zannıyla mutlu ve konforlu bir hayat sürüyorlardı. Fakat devlet dini cemaatlerle rekabete kalkıp, kendi adamlarına fetva yayınlatınca, ilk önce yeni durumu kavrayamayan bazı tarikat hocaları karşı fetva yayınlayarak, devletin yayınlattığı fetvayı tenkit ettiler. Ancak devlet rekabetten hoşlanmadığını hemen gösterdi; iki gün içinde eski fetvalarını görmezden gelip rejimin arzu ettiği istikamette yeni bir fetva ile duruma kolayca uyum gösterdiler. Bilemiyorum cemaat içinde ikinci bir paralel fetva ile biz rejime görünüşte boyun eğdik ama aslında eski görüşümüzde sabitiz, dediler mi demediler mi? Lakin sonuçta takvalı olmanın, ahlaklı kalabilmenin, Allah’ın dinine sadakatin hiç de kolay olmadığını bir kez daha görmüş olduk.
Devlet kendi eliyle hukuku ortadan kaldırdı fakat insanların vicdanındaki adalet duygusunu zorbalıkla yok etmek mümkün değildir. En azından şeklen adalet varmış gibi yapmak gerekir. Bunun için bugüne kadar, saraya bağlı din adamlarına gazete köşelerinde üstü kapalı fetvalar yayınlatıyorlardı. Fetva üretme işini biraz daha ileri götürerek şimdi de bankaların güya danışma heyetinde bulunan ilahiyatçı akademisyenlere resmi fetvalar yayınlatarak bankaların yeni tip faiz uygulamalarının caiz olduğunu beyan ettiriyorlar. “Kur Korumalı TL Katılma Hesapları” karşılaşılan olağanüstü durum sebebiyle kamu yararı dikkate alınarak maslahat ilkesi çerçevesinde değerlendirilmiş ve caiz görülmüştür” ifadesi aslında üretilen fetvanın nasıl ve hangi şartlarda alındığını da gösteriyor. ‘’Olağanüstü durum’’, ‘’kamu yararı’’ ve ‘’maslahat ilkesi’’ ifadeleri verilen fetvanın dini açıdan hiçbir dayanağı olmadığını göstermeye yeter. Şayet buradaki ‘’kamu’’dan kasıt devletse devletin çıkarı için dini nasların hükmü değişmez; ayrıca burada devletin somut bir çıkarından ziyade politikacıların kısa vadeli hesapları ve seçimlerle ilgili çıkarı olduğu açıktır. ‘’Kamu’’dan kasıt halk ise bu uygulamada halk zenginleri zorunlu olarak desteklemek durumunda bırakılmaktadır. Ancak bu tür uygulamaların caiz olup olmadığını ya da yayınlanan fetvanın içeriğini derinlemesine tartışmak değil amacım. Dikkat çekmek istediğim konu hukukun ortadan kalkmasıyla toplum vicdanında oluşan yaygın adaletsizlik duygusunun sahte dini fetvalarla ve artık yıkılmakta olan rejimin modern Rasputin’i görünümündeki bir emekli ilahiyat profesörünün propaganda amaçlı fetvalarıyla nasıl bastırılmaya çalışıldığıdır.
Kur’an-ı Kerim geçmiş kavimlerde din adamlarının oynadığı benzer rolleri şiddetle red eder. Mesela bir ayette din adamlarının Allah adına konuşmaları şöyle tenkit edilir: “Kendi dillerinizin yalan yanlış nitelendirmesiyle uydurduğunuz yalanı Allah’a mal ederek “bu helâldir, şu haramdır” demeyin. Çünkü Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar. Onların bütün bulacakları, dünyanın azıcık bir zevkidir. Onlara gayet acı bir azap vardır” (Nahl suresi 116,17).
Politikacıların, din adamlarının itibarını kullanarak, halkın malını yağmalaması hukukun insanları aldatma aracı haline getirilmesi de yine bir ayette “Bir de, birbirinizin mallarını haksız yollarla yemeyin. Halkın mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, rüşvetlerle hâkimlere koşmayın.” (Bakara suresi 188) şeklinde anlatılır. Hukukun aldatma aracı olması, rüşvet çarkının hakimleri satın almak için kullanılması her türlü hukuk sistemi için en büyük zafiyet ve ahlaksızlıktır. Ancak dinin araçsallaştırılması ve halkın dini duygularının din adamları eliyle istismarının sonuçları çok daha vahimdir. Kur’an-ı Kerim din adamlarının şahsi menfaatlerini düşünerek, devlet ricaliyle girdiği kirli ilişkinin toplumsal ve manevi sonuçlarını şöyle tasvir eder: “Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırırlar. Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele!” (Tevbe suresi 34).
Din politik amaçla kullanılmamalıdır. Kur’an’da geçen eski kavimlerdeki din adamlarını tenkit eden ifadeler, dinin şahsi çıkar, güç ve politik çıkar amacıyla kullanılmasını tenkit eder. Dini propaganda amacıyla bu derece kullanan bir siyasi iktidarla uzun yıllar sonra ilk defa karşılaştığımız için insanlar nasıl karşılık verilmesi gerektiği konusunda tereddütlü. İşte bu konuda Kur’an ayetleri imdadımıza yetişiyor ve bizi asırlar öncesinden uyarıyor: ‘’Allah adına yalan söyleyenler asla iflah olmazlar. Onların bütün bulacakları, dünyanın azıcık bir zevkidir. Onlara gayet acı bir azap vardır” (Nahl suresi 117).
AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***