İktidarların en büyük gücünün görmezden gelmek olduğunu biliyoruz. Öte yandan toplumun, tek tek bireylerin, göz hizasında olup bitenlerden neleri görüp neleri görmediği meselesi biraz daha kişisel. Mesela korumalı büyük sitelerde yaşıyorsanız ve medya tüm aygıtlarıyla size sadece görmek istediğiniz dünyayı gösteriyorsa, şehrin başka bir köşesindeki haksızlığı, yoksulluğu görmeyebilirsiniz. Bakmanın da görmek için yetmediği malum. John Berger’in bize öğrettiği Görme Biçimleri gibi körlük biçimlerinden de bahsedebiliriz. Evet insan bu dünyaya gözleri ile kısmen açılıyor ama “görmek” başka bir şey aslında. Yanından yürüyüp geçtiğimiz, ilkinde bizi rahatsız etse de zamanla alıştığımız nahoş şeyleri bir süre sonra görmemek de bir çeşit körlük değil mi?
‘BEYAZ KÖRLÜK’
Bunları düşünürken Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Portekizli yazar José Saramago’nun Körlük (1995) ve Görmek (2004) romanlarına biraz daha yakından bakmak istedim. Körlüğün her iki romanda da bir metafor olarak kullanıldığını söylemeye gerek yok. Körlük romanı, trafik ışıklarında yeşil ışığın yanmasını bekleyen bir adamın kör olması ile başlar. İlk körün tedavi olmak için gittiği göz doktoruna ve muayeneye gelen diğer hastalara da geçen körlük, salgın bir hastalık gibi bütün şehre yayılır. Kör olanlar “gözlerine yapışmış bir tür sütsü, kalın bir beyazlık” olarak tanımlarlar körlüklerini. O nedenle salgın, “beyaz felaket” deyimiyle ifade edilir. Yazar da romanda kullandığı “beyaz körlük” ifadesiyle aslında fiziksel bir körlükten bahsetmediğini, gördüğü halde etrafına duyarsız olan insana ve topluma yönelik bir eleştiri derdinde olduğunu ima eder.
José Saramago bu çarpıcı konuyu anlatırken sözcüklerle oynamadan, olanca sadeliğiyle çok sıradan bir dil kullanır. Romanındaki kişilere isim vermez, onları genel isim ve sıfatlarla tanımlar. Üstelik bu isimlerden bazıları görmek ve körlükle ilişkili olarak ironik isimlerdir, “şaşı çocuk”, “koyu renk gözlüklü genç kız”, “gözü siyah bantlı yaşlı adam” gibi. Saramago’nun çoğu eserinde olduğu gibi, Körlük’te de nokta ya da tırnak işaretleri kullanılmaz, dolayısıyla sadece virgüllerin kullanıldığı uzun cümlelerde, konuşan kişi belirsizleşir.
Kitap aslında salgının başlamasından sonra iki ana bölüme ayrılır: akıl hastanesindeki karantina dönemi ve hastaneden kurtulduktan sonraki özgürlük dönemi. Roman, özellikle iki yıldır içinde bulunduğumuz COVID-19 salgını nedeniyle karantinanın ve salgın şartlarının insanları nasıl bir psikolojiye sürüklediğini, otoritelerin, kapatma, yasaklama, sınır koyma, güç kullanma ihtirasını, farklı açılardan yeniden düşünme ve değerlendirme imkanı da sunuyor.
Körlük bir salgın gibi bütün bir şehri sarmaya başlayınca, devlet salgını önlemek için körleri “akıl hastanesi”ne kapatarak karantinaya alır. Mekan olarak akıl hastanesinin seçilmesinin nedenini, totaliter yönetimlerin insanın aklı ile dalga geçmesi şeklinde okumak aşırı bir yorum olmaz sanırım. Romanda akıl hastanesinde geçen karantina dönemi, en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz olan insanın, hayatını devam ettirebilmek için düştüğü zor durumları, tüm ahlaki değerlerin yok oluşunu, özellikle de kadınlara yönelik korkunç cinsel istismarı, tecavüz ve cinayetleri, toplumun geneline yayılan bencillik ve beraberinde gelen şiddeti olanca gerçekliği ile anlatır. Yazar, insanın içine düştüğü kötülük, vahşilik ve acziyeti derinden hissettirir ve her cümlesiyle okura şu soruyu sorar adeta: “Zor koşullarda ahlak anlayışımız nasıl değişiyor?”
İNSAN DOĞUŞTAN İYİ MİDİR?
İnsan doğuştan iyi midir? Biyolojik olarak insan olarak doğmanın “insan” olmaya yetmediğine dair sayısız tecrübe edindik. İnsan olmak ve insan kalmaya çalışmak ömür boyu verilen bir mücadele. İnsandaki “kötü olma potansiyeli”nin kriz dönemlerinde kolaylıkla ortaya çıkabilmesi, en kolayından yalan söyleme, başkalarını aldatma, alay ve taciz etme ile başlayan en kötüsüyle diğerlerinin özgürce yaşam hakkına müdahale, tecavüz, işkence, gasp, yağma şeklinde kendini gösteren vahşice yanı hepimizin malumu. İşte akıl hastanesindeki dönem, insanın maddi manevi ne kadar çürüyebileceğini, en karanlık yanlarını gösteren betimlemeler ve çatışmalarla dolu. Karantinadakilere gıda dağıtımını düzenli yapamayan askerlerin hastanedeki körlerden bazılarını öldürmesi ile başlayan bir süreç bu. Açlıkla karşı karşıya kalan körlerin gruplaşması ve romanda “3. Koğuş” olarak anılan silahlı bir grup çeteleşen körün yiyeceklere el koyarak karşılığında diğer körlerden değerli eşyalarını istemesi ile devam eden süreçte verecek değerli bir eşya da kalmayınca gıda karşılığında kadınlara tecavüz edilir. Zorbalık, cinayet ve insan onurunu zedeleyen sayısız eziyet yaşanır hastanede.
Okuru her an ahlaki çatışmalara şahit tutan Körlük’te gruplar arası ve iç çatışmalar farklı düzlemlerde devam eder. Özgürlüklerin her anlamda kısıtlandığı hastane dönemi, çıkan yangınla son bulur ve yangından kurtulan körler şehre dağılırlar. Sonrası ayrı bir mücadeledir çünkü şehir tam bir kaos içindedir. Hayatın düzenini sağlayan bütün kurumlar çökmüştür. Açlığın ve pisliğin kuşattığı kentte insanların tek amacı hayatta kalmaktır. Kimsenin evini ve ailesini bulamadığı kentte, “doktor, doktorun karısı, koyu renk gözlüklü genç kız, birinci kör, birinci körün karısı, şaşı çocuk, gözü siyah bantlı yaşlı adam”dan oluşan yedi kişilik grup, yeniden görmeye başladıkları güne kadar doktorun karısı tarafından bakılır.
‘NELER GÖRMEK ZORUNDA KALDIĞIMI BİR BİLEBİLSEYDİN’
Öte yandan umut da vardır romanda. Gözleri gören tek kişi olan “doktorun karısı”, sevgiyi, merhameti, cesareti ve dayanışma ruhunu temsil eder. Doktorun karısı, açlık ve pislikle boğuştukları akıl hastanesindeki dönemde dayanışma içinde olduğu diğerlerinin gözü olur. İhtiyaç duydukları şeyleri sayarken “bol bol su, bunların dışında da acıma duygusu, göz, basit gözler, bizi bir yerlere götürecek, bize rehberlik edebilecek bir yardım eli, bize, Şu taraftan, diyecek bir ses” diyerek aslında misyonunu da ifade eder. Roman üzerine yapılmış çalışmalarda “doktorun karısı”nın toplumun aydınlarını temsil ettiğine dair yorumlar vardır. Kurtarıcı ya da yol gösterici olarak göz doktorunun değil de ona sevgi ve şefkatle yaklaşan ve eşini hiçbir durumda yalnız bırakmayan karısının seçilmiş olması anlamlıdır. Doktorun, hastalığın sebebini kitaplarda ararken kör olması ile birlikte düşünecek olursak yazarın bu seçimi, entelektüel bilgiyi değersizleştirmek değil de yeterli bulmamaktan kaynaklıdır belki de. Yazarın vermek istediği mesaj, dünyadaki problemleri çözmek için gerekli temel niteliklerin başarılı ya da bilgili değil, iyi, fedakar, cesur ve merhametli olmak gerektiği de olabilir. Edward Said’in Entelektüel’de dediği gibi dünya profesyonellerle, uzmanlarla, danışmanlarla doludur ve belki de ihtiyacımız olan şey daha çok bilgi değil sevgi, merhamet, dayanışma ve cesarettir. Gerçek entelektüeller “ebedi hakikat ve adalet standartlarının bayraktarlığını yaparlar”. Dolayısıyla göz doktoru gibi klasik anlamda entelektüel bilginin taşıyıcısı değil doktorun karısı gibi sevgi, merhamet, cesaret ve dayanışma ruhunu temsil eden kişi rehber olur diğerlerine. Vicdanları kör olmamış, insanlığın dertlerine duyarlı, herkese sevgi ve merhametle yaklaşan kişiler doktorun karısında temsil edilir.
Doktorun karısının, kimi zaman şefkat yorgunluğu yaşayan bütün insanlar gibi tükendiği anlar da olur. Öyle bir anda hislerini “Neler görmek zorunda kaldığımı bir bilebilseydin, gözlerinin görmemesini isterdin” diyerek ifade eder eşine. Görüyor olmasının neye yaradığını düşündüğü çaresiz anları da yok değildir. Tıpkı her gün ülkemizde ve dünyanın farklı ülkelerinde şahit olduğumuz yüzlerce binlerce hak ihlali, zulüm, işkence ve insan onurunu zedeleyen haksızlıklar karşısındaki halimiz gibi… Doktorun karısı kimi zaman hayatını tehlikeye atmak pahasına da olsa rehberliğini sürdürür.
İşe bakın ki José Saramago’nun dokuz yıl sonra yayımladığı Görmek (2004) adlı romanında, hükümet, yine aynı ülkede yaşananlardan doktorun karısını sorumlu tutup onu öldürtmüştür. Körlük romanındaki görece mutlu sondan sonra Görmek romanı umutsuzlukla biter. Körlük romanındaki yedi kişiyi bu romanda da görürüz. Hatırlayacak olursak Görmek’te, ülkenin başkentinde yapılan seçimde seçmenlerin büyük çoğunluğunun boş oy kullanması hükümet yetkilileri tarafından terör girişimi olarak kabul edilir ve boş oy kullanan seçmenler vatan haini ilan edilir. Hükümet de başkenti başka bir şehre taşıyıp halkı cezalandırmak ister. Fakat hükümetin ve devletin diğer aygıtlarının yokluğunda hiç de beklendiği gibi şehirde kargaşa çıkmaz, insanlar huzur ve uyum içinde yaşarlar. Bu durumda hükümet, kendisini kurtarıcı gibi sunmak için korkunç bir plan yapar ve metro istasyonuna bomba düzeneği kurar. Yani kendi ülkesinde kendi vatandaşlarını öldüren, hükümetin ta kendisidir. Ölü ve yaralıların ilanından hemen sonra da, patlamadan, seçimlerde boş oy kullananları sorumlu tutar. Bu sırada içişleri bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanı, olanlardan doktorun karısının sorumlu olabileceğine dair imzasız bir ihbar mektubu alırlar. Soruşturmada görevlendirilen müfettiş, doktorla karısını sık sık ziyaret edip onları tanıdıkça suçlu olmadıklarını anlar ve onları korumak ister ancak yaptıkları illegal işler için bir günah keçisi bulan içişleri bakanı, doktorun karısını ve müfettişi öldürtür. Toplumu, siyaseti, medyayı çok iyi çözümleyen José Saramago Görmek’te, siyaset eliyle ve türlü oyunlarla demokrasinin totalitarizme nasıl evrilebileceğini olanca gerçekliği ile yansıtmış her iki romanda da bizi yeniden otorite, güç ve iktidar üzerine düşündürmüştür (Lord Acton’ın meşhur sözünü anmadan olmayacak “İktidar bozar; mutlak iktidar mutlak bozar”).
José Saramago’nun mekan ve insanlara isim vermeden problemleri evrenselleştirmesi yine Said’in entelektüele yüklediği görevi hatırlatıyor. Ne diyordu Said: “Bence entelektüelin görevi krizi evrenselleştirmek, belli bir ırkın ya da ulusun çektiği acıları daha geniş bir insani bağlama oturtup bu deneyimi başkalarının açılarıyla ilişkilendirmektir”. José Saramago tam da bunu yapar. Okurken bu bizim hikayemiz deriz. Yazarın “görevi”ne değinmişken, Körlük romanında birinci körün evinde yaşayan yazarı da anmadan geçmek istemiyorum. Yazar, körlüğüne rağmen yazmaya devam etmekte, elinden geldiğince yaşadıklarının tanıklığını yapmakta, kağıda dökmekte ve bir iz bırakmaya çalışmaktadır: “Ben geçiciyim, demişti yazar, bunlar da geçip giderken bıraktığı izlerdi işte.”
HAKSIZLIKLAR ÇOĞALDI, EŞİTSİZLİKLER ARTTI
José Saramago’nun ödül aldığı 1998 yılında yaptığı Nobel konuşmasında dediği gibi: “Haksızlıklar çoğaldı, eşitsizlikler arttı, cehalet büyüdü ve mutsuzluk yayıldı. Kayaların yapısını incelemek için başka bir gezegene araçlar gönderebilecek kapasitede olan bu şizofren insanlık, milyonlarca insanın açlık nedeniyle ölmesinden fütursuzca bahsedebiliyor. Mars’a gitmek, komşuya gitmekten daha kolay görünüyor” (Çev.: Elif İlik). Kurtuluşa giden yolu Körlük’te sevgi, cesaret, merhamet ve dayanışma ile kuruyor yazar. Korku ile körlük arasındaki ilişkiyi ise şöyle ifade ediyor: “Korku, insanı kör eder, dedi koyu renk gözlüklü genç kız, Haklısınız, gözlerimiz görmemeye başlamazdan önce bizler zaten kör olmuştuk, korku bizi kör etmişti, aynı korku yüzünden körlüğümüz sürüp gidecek, Konuşan kim, dedi doktor, Bir kör, diye yanıt verdi ses, sıradan bir kör, buradakiler gibi.”
José Saramago insana dair temel bir hakikati keşfetmiş ve yirmi yedi yıl önce yayımladığı Körlük romanı ile aslında hepimizin, gözünün önünde olup bitenlere nasıl kör olabildiğimizi göstermiştir. Cezaevindeki bebekler, hasta ve yaşlılar, evlatlarının katilleri cezalandırılsın isteyen anneler-babalar, savaşlar, cinayetler, batıp giden mülteci tekneleri, kıyılara vuran cesetler, tecavüzler, derin yoksulluklar, açlık, çaresizlik, her şey gözümüzün önünde oluyor. Ceylan Önkol’un gözlerini hepimiz gördük. Diğer masum ve mağdurların gözlerini de. Görmemek mümkün değildi ama gelin görün ki görebilenler ancak bakanlar. Yaşanan zulümlere kör ve tepkisiz kalarak bu düzenin bu şekilde devam etmesindeki payımızı sormamızı istiyor José Saramago. Körleşen aslında gözler değil vicdanlar. Romanın sonunda doktor ve karısının arasında geçen diyalog hepimize sesleniyor aslında: “Neden kör olduk, Blmiyorum, bunun nedeni belki bir gün keşfedilir, Ne düşündüğümü söylememi ister misin, Söyle, Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.”
(Yazıdaki alıntılar Körlük romanının Can Yayınları baskısındandır. Çeviren: Aykut Derman)
FİRDEVS CANBAZ YUMUŞAK
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***