YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Her ne kadar mevcut Türkiye’nin gidişatından memnun olmayan, yaşanan sistematik ve ağır insan hakları ihlallerini ve hukuksuz, keyfi, ceberut uygulamaları olumsuz karşılayan bir Batı olduğu tartışılmayacak kadar net olsa da, bunun Türkiye’deki rejimi yıkarak, hukuk devletine yönelimi sağlayacağı beklentisi de bir o kadar aşırı iyimser. Ancak Türkiye’deki olumsuzluklar sürdükçe, muhalif çevrelerde iç dinamikler üzerinden bir demokratikleşme ve normalleşme sağlanabileceğine ilişkin beklentileri de azalıyor. Türkiye’nin hala – kâğıt üzerinde kalmış olsa da – Batı sisteminin bir parçası olması, mesela Avrupa Konseyi üyeliği, NATO üyeliği, AB üye adayı olarak hukuken halen müzakerelerde bulunan ülke konumu, jeostratejik konum, Avrupa’ya coğrafi yakınlığı gibi gerekçelerle, dış dinamikler üzerinden bir normalleşme gerçekleşebileceği yaklaşımı güçlü. Dahası, ekonomik bütünleşme düzeyi bakımından ele alındığında, Türkiye’deki iç vaziyetin eninde sonunda Batı’da istikrarı korumaya ilişkin refleksleri deveye sokabileceği beklentisi de azımsanmamalı. Sonuçta Erdoğan ve onun güç paydaşları ne kadar “dış güçler” retoriğini kullanıyorsa, bir o kadar da muhalifler arasında o “dış güçlerden” medet umanlar, kurtuluşu “dış güçlerin” etkisinde görenler var. Peki, dış güçlerin etkisi ne olabilir? Dış güçlere atfedilen bunca önemin reel politikada bir karşılığı var mıdır?
Öncelikle şunu saptamakla işe başlamalı: Erdoğan rejimi bütünüyle Batı’dan kopmuş ve izole olmuş bir durumda değil. Belki bu cümleye bir “henüz” ekleyerek onu görecelileştirmek daha doğru olur. Çünkü evet, bir eğilim var ve bu eğilime göre Türkiye-Batı ilişkilerinin grafiği aşağı eğilimli olarak sürekli negatif yönde ilerlemekte. Özellikle 2016 Temmuz’u sonrası oluşan yeni rejim, Türkiye’yi Batı şüphecisi, Rus-Çin-İran gibi güçlerle işbirliğini savunan Avrasyacı bir dış politika okumasına getirdi. Bunda elbette Erdoğan’ın yeni güç paydaşlarının etkisi reddedilemez. Ayrıca ideolojik zemin bakımından, Milli Görüş gibi oldukça Üçüncü Dünyacı ve Arap sosyalizmine yakın fikirleri olan bir ekolden gelen AKP tabanının zorlanmadan Batıcı dış politikadan vazgeçmeyi içine sindirmesi de önemli. Yani rejimin 15 Temmuz sonrası, darbenin arkasından Batı – daha özelde ABD – olduğuna yönelik algı çalışması, böylece sağlam temellere oturdu. Ayrıca Kürt hareketinden CHP’ye, irili ufaklı tüm sol veya solumsu hareketlerde bir anti-Batı anlatısı oldukça yerleşiktir. Bunda 1920’lerden itibaren “Batı’ya ya da ‘yedi düvele’ karşı Kurtuluş Savaşı vermiş”, kendi algılarına göre “antiemperyalist” olan bir Türkiye resmi tarihi üzerine inşa edilmiş Kemalizm’in endoktrinizasyonunun da etkisi dikkate değer olmalı. Tüm bu negatif Batı algısına karşın, Soğuk Savaş jeopolitiği çerçevesinde 1950’lerden 2000’lere, kurumsal bütünleşme içinde olduğu Batı Türkiye siyasetini dönüştürmüştür. Devletin genetiğinin demokrasiyle barışık olmaması gibi ciddi bir soruna rağmen, Türkiye iyi kötü bir “çok partili hayat” deneyimine sahiptir. Erdoğan iktidarının ilk on yılında da bu kurumsal bağ güçlendirildi. Evet, Erdoğan ve partisi bunu vesayet sistemini aşmak için manivela olarak kullandı, ama sonuçta AB normlarının kısmen de olsa Türkiye hukuk müktesebatına girmesi de bir vakadır. İşte bu bahsettiğim bağlar, zayıflamakla beraber halen varlığını sürdürüyor.
Jeopolitikten bahsettik. Nasıl ki Soğuk Savaş jeopolitiği Türkiye’de çok partili sisteme geçilmesine ve Batı kurumlarıyla entegrasyona neden oldu, aynı şekilde 1991’de Sovyetlerin çökmesi ve Soğuk Savaş’ın sona ermesi de jeopolitik bir paradigma değişikliğini beraberinde getirdi ve bunun da Türkiye iç siyaseti üzerinde etkileri oldu. 1991’de çöken dünya düzeni yerine kurulan yeni dünya düzeni, Türkiye’yi Batı dışında bıraktı. Esasen 1945-1991 arasında var olan dünya düzeni, aidiyetler konusunda coğrafyayı ve kültürü öncelemedi, hatta bir Soğuk Savaş coğrafyası doğurdu. Bu coğrafyada Türkiye Batılıydı. Fakat 1991 sonrası düzende bu düşünsel tasarım sonlandı ve Türkiye, Avrupa dışında kaldı. Dahası, Batı savunma sistemindeki önemli rolü de bitti. Böylece açıkta kaldı.
Soğuk Savaş atmosferinde Türkiye’de fevkalade bir demokratikleşme ve insan hakları karnesi oldu mu? Elbette ki hayır! Ama her şeye rağmen Türkiye raylar üzerinde yoluna devam eden konumdaydı. Güvenlik aidiyetinden gelen rolüyle, aşırı uçlara kaymayan, görece istikrarlı, maceralardan uzak bir rotadaydı. Kıbrıs gibi yol kazalarında bile Batı’dan kopmadı. Çünkü Batı’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin de Batı’ya ihtiyacı vardı. Batı yeri geldiğinde Türkiye’ye istikrar sağlayıcı desteklerden kaçınmadı. Mesela bu aidiyet ruhu içerisinde, 1980 askeri darbesi sonrasında o zamanki adı Avrupa Topluluğu olan Avrupa Birliği, Türkiye’nin yeniden demokratikleşmesi için yoğun çaba harcadı. Ya da 1990’larda Kürt meselesinin siyasi olarak çözümü için ciddi bir dış baskı unsuru oldu. Örnekleri çoğaltmak olanaklıdır.
Bugünse çok farklı bir iklim var. Her şeyden önce saptanması gereken gerçeklerin başında şu geliyor: Türkiye için Batı kulübü üyeliği eskisi gibi önemli değil görünüyor. Bunu sadece bugünkü AKP yönetimi için söylemiyorum. Mesela CHP’yi ele aldığımızda da, güvenlik ve askeri politikalar başta olmak üzere, CHP içinde Atlantikçi bir yaklaşımdan söz etmek zor. Daha spesifik olarak açmak gerekirse, örneğin 2002-2010 AB reformları döneminde CHP cenahında ahım şahım bir AB motivasyonu gözlemlenmedi. Bilakis, 1970’lerin Ecevit döneminden kalma “onlar ortak biz pazar” algısı hâkim oldu. Kürt açılımı gibi bence Türkiye’de demokrasi sorunsalının en merkezinde olan bir konuda dahi CHP devletlû reflekslerle reformlara karşı çıktı ve MHP’ye yakın mevzi aldı. Yine, örnekleri çoğaltmak mümkün demekle yetinerek, devam edeyim. Türkiye’de hem rejimin iktidarı hem de muhalefeti, Batı yönelimini destekleme niyetini ortaya koymuyor. Gelelim Batı’ya.
Batı’da da Türkiye konusunda önemli bir algı değişimi gözlemliyorum. Öncelikle 11 Eylül terörist saldırıları sonrasında Huntington’ın beklediği sertlikte olmasa da bir tür medeniyetler çarpışması meydana geldi ve evet, bu yeni durum Soğuk Savaş sonrası en ciddi güvenlik fay hattını oluşturmaya başladı. Bu hatta Batı karşısında en açıktan pozisyon alan gruplar, İslam medeniyetinden çıktı. Bakın yanlış anlama olmasın; o çıkan gruplar İslam medeniyetini temsil ediyor demiyorum. Ama kendi algılarına göre İslam medeniyetini temsil ettikleri savını ortaya attılar. El Kaide, IŞİD, El Nusra, Hamas, Müslüman Kardeşler’in bir bölümü ya da bu hareketle bağları olan gruplar, Selefilik gibi grup ve akımlar, yoğun olarak Batı karşıtlığını (ya da Yahudi-Hristiyan kültürü nefretini) temel aldılar. İslam toplumları bazında da oldukça geniş kitleler bu hareketlere doğrudan destek vermeseler de, meydana gelen çatışma ortamında Batılı ülkeleri haksız bulan bir okumayla durum değerlendirmesi yaptılar ve pozisyon aldılar. Açıkçası Türkiye’de de bu eğilim vardı, vardır. Bu mevcut realite ekseninde, Türkiye de zaten Soğuk Savaş sonrasında uğradığı jeostratejik değer kaybına ek olarak, Ortadoğulu bir aktör olarak algılanmayan başlandı. İslamcıların Türkiye’yi yönetmesi ve giderek seküler alanları İslami referanslı retorikle değiştirmeleri, sembolik düzeyde de olsa, Türkiye konusundaki Batı algılarını güçlendirdi.
Gelelim daha somut nedenlere. Arap Baharı esnasında Türk dış politikasının açıkça Sünnici, neo-Osmanlıcı bir yönelime girmesi, Batılı ülkeleri, kurumları ve kamuoyunu Türkiye algıları konusunda derinden etkiledi. Evet, kurumsal aidiyetler bakımından her ne kadar şu ana dek bir değişme meydana gelmediyse de, mesela AB ve NATO çevrelerinde Ankara artık güvenilir bir müttefik olarak görülmüyor. Avrasyacı yönelimin de etkisiyle S-400’ler gibi tercihlerde de bulununca, Türkiye’nin Batı kulübü dışı konumu daha da belirginleşti. Suriye’nin başarısız devlete dönüşmesiyle beraber, mülteci sorunu ortaya çıkınca, Ankara rejimi Batı için doğrudan tehdit olan bu yeni durumu bir tür şantaj aracı olarak kullanmaya başladı. Türkiye’deki milyonlarca Suriyeli sığınmacı AB ülkelerine geçmek istemekteydi. AB için ise bu insanların Türkiye’de tutulması stratejik bir öncelikti. Böylece AB ve Türkiye rejimi arasında bir reel politik temelli anlaşma yapıldı. Suriyeli sığınmacıların Batı’ya geçmesine engel olma karşılığında AB Ankara’ya para verecek, ayrıca Türkiye’deki rejimsel meselelere de fazla müdahil olmayacaktı. Erdoğan ve güç paydaşları için bu harika bir fırsattı. ABD’ye gelince, Trump dönemi yaşanan dört yıllık boşluk ortamında edilgen ve etkisiz bir ABD gözlemledik. Mesela başkan Trump’ın Suriye’den ABD askeri varlığını çekme kararı, Erdoğan yönetimine can suyu oldu. Bunun gibi tercihlerde Batılılar kesinlikle Türkiye’nin rejimsel meselelerini veya insan hakları konusunu gündeme almadılar. Neden? Çünkü Türkiye artık küme düşmüştü ve Batı liginde değil, Rusya-Çin-İran gibi ülkelerin olduğu ligde bir oyuncu olmuştu.
Dış güçler vardır. Ama dış güçler için Türkiye artık eskisi gibi önemli bir müttefik değildir. AİHM’nin tutumundan AB raporlarına, ABD’nin Ankara üzerindeki etkisinden NATO’ya kadar her konuda Türkiye’nin küme düşmüş olması ve yeni jeopolitik denklemlerde çok da dikkate değer bir konumu olmaması ön plandadır. Peki, bu durum değişebilir mi?
Bu Türkiye’ye bağlı değil. Şu an Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi olasılığı bağlamında jeopolitik değişim sinyalleri gelmekte ve bu olursa kartlar yeniden karışacaktır. Yani Türkiye yeniden İkinci Soğuk Savaş denkleminin bir öğesi haline gelebilir ve bunun mutlaka Türkiye siyaseti üzerinde etkileri olur. Fakat bunu konuşmak için erken. Dediğim gibi, tümüyle dış faktörlerin ve oyuncuların belirleyeceği bir durumdan söz ediyoruz. Buna bel bağlamak ve hesapları ona göre yapmak fazla anlamlı değil.
Açıkçası dış güçler konusu şu anki mevcut koşullar göz önüne alındığında çok etkili bir belirleyici faktör değildir. Rejime nasıl ki iç dinamikler neden olduysa, rejimin sonlanmasına da iç dinamikler neden olmak durumundadır. Kaçarı yok: Türkiye halkı demokratikleşme ve normalleşme bağlamında kendi göbeğini kendi kesmek zorunda.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***