Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Orta Çağ’da Mars’lılar Dünya’ya gelseydi…

Orta Çağ’da Mars’lılar Dünya’ya gelseydi…


“Dünya Bağdat saatine göre dönmekteydi…” 
André Miquel

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 33)

YORUM | VEYSEL AYHAN

Yerli-yabancı bilim adamlarının üzerinde ittifak ettikleri bir konu var ki o da Kerbela sonrası 8, 9 ve 10. asırların Müslümanlar için Altın Çağ olduğudur.

Önemli bir şarkiyatçı olan Marshall G. S. Hodgson, ‘Dünya Tarihinde İslam’ adlı kitabında şöyle der: 

“Hz. Muhammed’in 632’deki vefatından neredeyse hemen sonra, Müslümanlar Nil’den Amu Derya’ya kadar uzanan toprakların efendisi olmuşlardı. Bunu yapmakla, yabancı bir toprağa girmiş olmuyorlardı. İslamiyet bu yerlerde tebliğ olunduğunda, bu yeni inanç orada yaşayanlara yabancı gelmiyordu. Giderek artan sayıda insan, bunu kendi dini arayışlarında gayet mantıklı bir ileri adım olarak görmüştü.”

Sosyolog ve antropolog Gustave le Bon ise o yüzyılları şöyle tasvir eder: 

“Henüz Avrupa koyu bir karanlık içindeyken, İslam’ın iki büyük hanedanlığının merkezleri olan Bağdat ve Kordoba gerçekten birer kültür merkezleriydi ve ışıkları dünyayı aydınlatıyordu.” 

“Bağdat bir milyona varan nüfusuyla dünyanın en büyük şehri idi. O dönem de Kuzey İtalya ve Avrupa’da en kalabalık olduğu söylenen şehirlerde yaklaşık 40.000 kişi yaşamaktaydı. 100 kilometre kareye yayılan bir Bağdat’la kıyaslandığında, o günün Paris’i nokta gibi kalır. O günlerde Bağdat’la kıyaslanabilecek tek şehir Konstantinopolis’tir, ya da daha sonra sırasıyla 300 bin ve 500 binkişilik nüfus yoğunluklarına ulaşacak Şam ve Kahire böyle bir kıyaslamaya konu olabilir.” (Harun Reşit ve Abbasiler Dönemi, Andre Clot)

Amerikalı Yahudi tarihçi Martin Kramer önemli bir makalesinde şunları ifade eder: 

“1000 yılında Orta Doğu dünya uygarlığının odak noktasıydı. Bir kimse eğer Arapça bilmiyorsa felsefe ve bilim bildiğini iddia edemezdi. Bir insan Bağdat’ı, Kordoba’yı, Kahire’yi görmediyse dünyanın en büyük şehirlerini gördüğünü iddia edemezdi.

Orta Doğuda ticaret dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar göz kamaştırıcıydı. Eğitim imkanları emsalsizdi. 400 yüz yıl önce fetihlerle kurulan İslam İmparatorluğu dünyanın en özgür ve girişimci ruhlarıyla varlığını sürdürüyordu.

İslam olağanüstü bir kent uygarlığı oluşturmuştu. Eğer 1000 yılında Nobel ödülleri veriliyor olsaydı hemen hepsi Müslümanlara verilirdi. Ödüllerin birinin sahibi kesinlikle dâhi bilgin Birûni olurdu. Onun pek çok başarısından biri dünyanın çevresini ve yarıçapını net bir biçimde hesaplayabilmesidir.

Avrupa’nın çeşitli bilimlerdeki malumatı Orta Çağlar boyunca Müslüman sofrasından kalan artıklarla devam ettirilmiş ve ona kıyasla daha gerideydi. Medenî (şehirli) bir Müslümanın (ya da İslam altında yaşayan bir Yahudinin) gözünden Pirenelerin ardındaki topraklar, karanlığın kalbiydi.”

Martin’in dediği gibi Avrupa, 11. Yüzyıla gelene kadar çökmüş ve bitmiş bir medeniyet kalıntısıydı.  Müslüman coğrafyada kültür seviyesi o çağın şartlarına göre çok yüksekti. Herkes edebiyata meraklı ve şiir son derece yaygındı. En zengin kütüphaneler buralardaydı.

İspanya’da, Kurtuba Kütüphanesinde 400 bin ciltli kitap, Gırnata’da 70 küçük halk kütüphanesi vardı. Endülüs’te kitap satmak amacıyla müzayedeler yapılıyor, insanlar kitap almak için birbiriyle yarışıyordu. Fatımiler’in Mısır’daki kütüphanesinde 200 bin kitap vardı.

O tarihlerde batıdaki birkaç kütüphanede sadece rahip ve keşişlerin dua ve zikir metinlerinden oluşan  kütüphaneler vardı. İslam dünyasının 13. Yüzyılda ulaştığı kitap hacmine Avrupa ancak matbaanın icadından epey sonra 1600’lerle ulaşmıştır.

Hodgson, varılan noktayı şöyle ifade eder:

“Eğer on altıncı yüzyılda Mars’tan dünyaya bir ziyaretçi gelmiş olsaydı, bütün dünyanın Müslüman olmanın eşiğinde olduğunu düşünebilirdi. Bunun sebebi Müslümanların stratejik ve siyasi avantajların yanında kültürel cazibesi ve canlılığı neden olurdu. İnsanlığın onda dokuzunun yaşadığı doğu yarımküresinde İslam’a bağlanış, diğer bağlanışların her birinden daha fazla yaygındı…”

Avrupa’da 1200’lerden sonra kurulan üniversiteler doğudaki Medreselerin kopyasıdır.

Nizamiye, Mustansiriye, Haleviye, Cevziye ve El Ezher gibi önemli medreseler vardı ve bu üniversitelerin her biri belli bir alandaki uzmanlığıyla şöhret kazanmıştı. Kurulan medreselerin ekseriyeti şahıs vakıflarına ait ve özerkti. Yönetimleri Sultanların müdahalesine kapalıydı.

İranlı edebiyatçı ve tarihçi Abdülhüseyin Zerrînkûb, “İslam Medeni̇yeti̇ Muci̇zesi̇-Kârnâme-i İslam” kitabında medreselerin Avrupa’ya etkisini şöyle ifade eder:  

“Ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk, Nizamiye’nin kurulması için yaklaşık olarak 60 bin dinar harcamıştı. Nizamülmülk aynı şekilde İsfahan’da, Nişabur’da, Belh’te ve Herat’ta da Nizamiyeler kurdurdu. İtalya’da bulunan ve Avrupa’nın en eski üniversitesi olan Salerno, İslam dünyasındaki medreseler örnek alınarak kurulmuştu. Avrupa’nın büyük üniversiteleri arasında yer alan Bologna, Paris, Mineapolis ve Oxford 12.yy.’dan sonra kurulmuştur, yani İslam dünyasındaki medreselerin kurulmasından uzun yıllar sonra. 

Halen Avrupa üniversitelerinde kullanılan geleneksel bazı tabirler, mesela Reading (Kıraat), Hearing (Semağ), Licence (icaze) kelimesi bazı araştırmacılara göre medreselerden iktibas edilmiştir. 

Ayrıca Nizamiye üniversiteleri hastahaneler, donanımlı konferans salonlarına da sahipti. Medreselerinde görevli olan öğretim görevlileri de üstad, müderris ve muid [rektör] gibi değişik unvanlar taşıyordu. Her birinin kendine has kıyafetleri vardı. Bu uygulamalar sonraki yüzyıllarda Avrupa üniversitelerinde taklit edilmiştir.” 

Medrese geleneğinde kitaplara derkenar yazmak, şerh yazmak, metin analizi yapmak;  “Text” ve “context” kavramları ve metin analizi teknikleri şeklinde Avrupa’ya geçmişti.

Dilbilim sistemini kurma, Arapça eğitimini ve gramerini sistemleştirme ilk defa bu devirde olmuştur.  Tarihteki İlk gerçek anlamdaki alfabetik sözlükler de bu dönemde yazılmıştır. Eski Roma ve eski Yunan’da bu düzeyde sözlük yoktu.

“Müslümanlar on binlerle ifade edilecek sayıda orijinal eser telif etmişlerdir. Hicri XI. asra kadar kaybolmayıp en azından adı tespit olunup Keşfü-z-Zünun’da belirtilen kitapların sayısı bunun en açık şahididir. Şerh ve haşiyeler dışında yazılan orijinal eserlerin sayısı buna göre 14.501’dir.” (İslam Uygarlıklar Tarihi, Corci Zeydan)

Hemen her şehirde o döneme ait orijinal, görkemli birer mimari eser olarak birer cami, mescit, medrese, hastane, şifahane inşa edilmiştir. 

Razi’nin Bağdat’ta kurduğu hastahanede doktorların, rütbelerine ve derecelerine göre ayrıldığı bir düzen vardı. Geceleri nöbetçi doktorlar çalışıyordu. Tarihi bir belgede bu hastahanede çalışan bir doktorun (Cebrail Bin Abdullah), hastahaneyle yaptığı sözleşmeye göre haftada iki gece nöbetçi olduğu ve ayda 300 dirhem maaş aldığını görülüyor.

Hz. Ömer döneminde Kûfe, Basra, Kahire(Fustat) ve Musul gibi sıfırdan yeni şehirler kurulmuştu. Bu şehirlerde ana caddelerin genişliği 27 metre (40 arşın) olmak zorundaydı. -Ki şu an bile şehirlerde uygulanmayan bir genişlik- ara caddeler 10 metre, sokaklar ise minimum 3,5 metre genişliğindeydi. En dar sokaklarda iki yüklü devenin rahat geçebilmesi ölçü olarak kabul ediliyordu. Şehirler geceleri daha o devirde hurma liflerinden yapılmış sokak lambaları ile aydınlatılıyordu. Bunların yağları görevlilerce sürekli yenileniyordu. Ve güvenliği temin eden gece bekçileri vardı. Cadde ve sokaklara taş döşenmeye başlanmıştı.

Merkezde meydan, okul, cami, dar’ul imare  (vali konağı) ve çarşı oluyordu. Şehir daireler halinde genişliyordu. Yükseklik 2 katla sınırlıydı. Evlerin kapısının birbirine bakması yasaktı. Hz. Ömer bunlara riayet etmeyenleri cezalandırıyordu. Hz. Ömer zamanında valilerin çevresinde ayrıcalıklı ve birbiriyle tanışıklık kurmuş bir sınıf oluşmaması için görev süreleri 2 yılla sınırlanmıştı. Bir vali en fazla 2 yıl görev yapıyordu. (Prof. Dr. Mehmet Mahfuz Söylemez) 

“Emeviler devrinde Kurtuba, 113. 000 ev, 21 dış mahalle, 70 kütüphane ve kitapçı dükkanı, geceleri lambayla aydınlatılan taş döşeli sokaklarıyla ‘dünyanın incisi’ idi. Sadece Kurtuba’da 800 okul bulunmaktaydı.” (İslam Medeniyeti Tarihi, Prof. Dr. Cahit Baltacı)

“Haçlılar Avrupa’ya askeri alanda da yenilikler getirdiler. O zamana kadar Batı’da mevcut savunma mevkii dört köşe bir kuleden ibaretti. Haçlılar önce Doğu’da örneklerini gördükleri şekilde kendilerine büyük ve içinde yaşanabilen şatolar inşa ettiler ve bunu Avrupa’ya taşıdılar. Zamanla askeri açıdan çift sur duvarlarının, bu duvarlar üzerine yerleştirilen esas ve yan kulelerin önemini ve sağladığı avantajı anladılar ve bu özelliklere sahip sağlam ve büyük kaleler yaptılar. Böylece büyük kalelerin yapılması, savunma ve kuşatma taktikleri, ziftin kullanılması gibi yenilikler Avrupa’ya aktarıldı.” (Haçlı Seferleri, Prof. Dr. Işın Demirkent) 

Sonraki yazı: O çağların Müslümanlarında olup da şimdi olmayan ne?

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version