Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hizmet ve hak ihlalleri

Hizmet ve hak ihlalleri


YORUM | AHMET KURUCAN

(Fıkıh-ahlak birlikteliği-7) 

Serinin son yazısı. Okuyuculardan gelen yorumlardan bir tanesi de iman ve ahlak birlikteliği diye başladığımız yazı serisinde dile getirdiğim yanlışlıkların Hizmet yapılanması içinde de cereyan ettiği, kurumlarında benzeri davranışlara rastlandığı ama söz konusu yanlışlıklar Hizmet kurumları veya mensupları tarafından yapılınca benim sesimi çıkarmadığım, mücadele etmediğim, kamuya açık bir şekilde yazı yazmadığım eksenindeki yorumlardı. Yakın ve uzak geçmişte cereyan eden ve bazıları kamuya mal olmuş bazıları ise haksızlıkları yaşayan insanlarla sınırlı kalmış hadiselerden hareketle benzeri tenkitleri daha önce de almıştım ve hala alıyorum. Özellikle Twitter platformunda ismim de etiketlenerek yapılan bu tenkitlere şimdiye kadar cevap vermedim. Nefsi müdafaa olur diye düşündüm. Özellikle tweetlerin yoğunluğu, benzerliği ve ifade şekillerini düşünerek bunu yapanların troller olduğu kanaatine vardım. Bu yazı dizinde gelen okuyucu yorumlarına cevap verirken buna cevap vermemem olmazdı. Dolayısıyla eskiler de dahil olmak üzere bu tip yorumların toplamına cevap olabilecek tarzda düşüncelerimi arz edeyim.

Hizmet’e gönül vermiş olan kişiler uzaydan gelmedi. İslami, insani, ahlaki, hukuki standartların en yüksek olduğu ve melekleri dahi imrendirecek bir şekilde hayata taşındığı bir coğrafyada yetişmedi. İsimleri Hizmet’le birlikte anılacak derecede Hizmet’e mensup kişiler de Anadolu kültüründe doğdu, büyüdü. Dini o ortamda öğrendi. O zeminin kültürü ile hamuru yoğruldu. Karakteri orada şekillendi. Kimliğini, kişiliğini orada kazandı. Düşünceleri, duyguları ve davranışları ortalama Anadolu insanının nasılsa öyle oldu. Başka türlüsü de zaten mümkün değildi.

Neden bahsettiğim açıktır sanırım. Değil diyorsanız birkaç örnek vereyim isterseniz. Hizmet insanı da “Devletin malı deniz yemeyen keriz” felsefesinin çocuğudur. Hizmet insanı da “Üzümünü ye bağını sorma” diyen bir kültürün ürünüdür. Hizmet insanı da “Hamil-i kart yakınımdır” kartvizitleri ile devlet kapılarında kendine ve çocuklarına iş arayan zeminde neşet etmiştir. Hizmet insanı da şahsi menfaati söz konusu olduğunda “Değirmenin suyu nereden?” sorusunu sormayan bir duruşun tortularını üzerinde taşımaktadır. Hizmet insanı da sol eliyle yemenin günah olduğuna inanılan ama kul hakkını yemenin sorgulanmadığı bir iklimde yetişmiştir. Hizmet insanı da Kur’an’ı göbeğinin üstünde tutan ama aynı Kur’an’ın emir ve yasaklarını ayaklar altına almayı mahzurlu görmeyen bir çevrenin havasını solumuştur. Hizmet insanı da yapageldiği davranışlarda “Allah böyle diyor, nokta. Hukuk böyle emrediyor, nokta,” yerine “Allah böyle diyor, ama… Hukuk böyle emrediyor, fakat…” diyerek bin bir dereden getirilen tekellüflü te’villerin yapıldığı bir toplumun mahsulüdür.

Eğri oturup doğru konuşalım, dün böyleydi de bugün farklı mı? Çok farklı olduğu kanaatinde değilim. Tam bu yazıyı kaleme aldığım esnada Türkiye’de çok seyredilen bir komedi programında sunucunun oynanacak bir skeç için yaptığı sunumda “Yolda büyük miktarda para bulmuş ama bunu sahibine iade etmeyi düşünmeyen insan var mı?” sorusuna 10 yaşında bir çocuğun verdiği cevabı izledim. Yurt dışında 10 arkadaşı ile birlikte bulundukları sırada yolda 50 dolar bulmuş ve harcamışlar. Şaşkınlıkla konuşulanları dinlerken sunucunun “Hiçbiriniz bunu yetkililere verelim demedi mi?” sorusunu sordu. Çocuğun verdiği cevap tek kelime ile “Hayır” oldu. Düşünün, miktarı ne olursa olsun yolda bulunan başkasının alın teri olan bir para ve bunu sahibine iade edelim diye düşünmeyen 10 Anadolu çocuğu.

Bundan daha garibi ne biliyor musunuz? Tiyatro salonunu dolduran herkes avuçlarının içi şişinceye kadar alkışladı bu konuşmayı. Ne sunucu ne de seyircilerden bir Allah’ın kulu çıkıp yapılan yanlış demedi. O çocuğu sorgulayacak, düşündürecek, mesaj niteliği taşıyacak bir kelime bile söylemedi.

Bitmedi. İş ilerleyen safhada daha da garip bir hal aldı. Skeç yolda bulunan başkasına ait bir paranın mutlaka sahibine iade edilmesi, o buluntu parayı zimmete geçirmenin şerefsizlik ve haysiyetsizlik olduğunu anlatan güzel bir skeçti. Sıkı durun şimdi; bu mesaj yüklü skeç aynı seyirciler tarafından yine avuçlarının içleri şişecek derecede alkışlandı. Güler misin ağlar mısın?  Program sunucusunun ya da salondaki seyircilerden birisinin eline mikrofonu alıp bu çelişkiye temas eden iki cümle söylemesini bekledim. Boşuna beklemişim. Bir tane insan bile çıkmadı. Var olan müthiş çelişkiyi görmedi, göremedi.

Şimdi böylesi bir ahlaki standardın pardon ahlaksızlığın hakim olduğu zeminde yetişen Hizmet insanına “Neden sen de yetiştiğin ortamın ortalamasına uydun?” deme yerine “Sen nasıl oldu da bataklıkta gül misali bu toplumdan çıkabildin? Nasıl oldu da bu ahlaksızlığın farkına vardın ve kendine farklı bir yol çizebildin? Nasıl oldu da herkes eşim, işim, aşım derken, bu uğurda gecesini gündüzüne katıp dünyasına çalışırken hatta helal-haram demeden cebini doldurmaya gayret ederken sen evinin yolunu unutacak ölçüde fedakarlıklarda bulundun? Nasıl oldu da insanlığa faydalı olacak iyi insanlar yetiştirme uğruna zekat oranının onlarca, yüzlerce kat fazlasını himmet edebildin? Nasıl oldu da dünya adına hiçbir birikime sahip olmayı düşünmeden böylesi bir ideale destek verebildin? Nasıl oldu da sıcak-soğuk demeden dünyanın dört bir yanında karın tokluğuna çalışarak adını-sanını, tarihini-kültürünü, dilini-dinini bilmediğin insanlara faydalı olmaya çalıştın? Sana bu ufku veren kimdir? Bu ideali sana aşılayan kitaplar nelerdir? Yol arkadaşların kimlerdir?” soruları sorulmalı değil mi?

Bence doğru soru bu. Tekrar edeyim, “Sen böylesi bir ortamdan nasıl çıktın, nasıl bu kadar temiz ve farklı kalabildin?” sorusunu sormalıyız.

Tam da buraya bir noktalı virgül koyup kocaman bir ama, fakat, lakin deyip meseleyi farklı bir perspektiften de ele alacağım. Ben Hizmet insanları için bunları derken kat’i surette her Hizmet mensubu sütten çıkmış ak kaşıktır demiyorum. Hepsi de bataklıktaki gül misali insanlardır iddiasında bulunmuyorum. Aksine diyorum ki, herkes insan ve her insan gibi Hizmet insanı da bilerek ya da bilmeyerek hata yapar, yanlış yapar. Nitekim verilen örnekleri ön plana koyacak olursak yapmıştır da. Kul hakkına tecavüz edenler olmuştur. Hizmetin çıkarı deyip ferdin hakkını ötelemiş, ertelemiş ya da yok saymış, inkar etmiş ve muhatabının hakkını yemiştir. Öğrendiği, benimsediği dini ve ahlaki değerlerle bu davranışın uyum içinde olup olmadığını düşünmeden yapmıştır. Kendine göre meşruiyet kapılarını aralayacak te’vil ve tefsirler içine girmiştir. Veya “Yaptığım yanlış ama Allah affetsin!” diyen Anadolu insanı misali bilerek ve isteyerek yapmıştır. Kim bilir bu yanlışlardan bazıları sistemik bir hale de gelmiş ve çarkın dişlisi misali insanlar düşünmeden bu yanlışlara imza atmışlardır.

Ama elinizi vicdanınıza koyun, dünya geneline yayılmış ve çok çeşitli alanlarda faaliyetler gösteren bu büyük yapı içinde kaçta kaçtır böyle yapan insan adedi? Dünden bugüne temasınızın olduğu insanların hepsini gözünüzün önünden geçirin. Telefon rehberinizdeki isimleri tek tek bu perspektiften değerlendirin. Kaç tanesine hırsız, kaç tanesine ahlaksız, kaç tanesine üç kağıtçı, kaç tanesine namussuz, kaç tanesine şerefsiz ve haysiyetsiz  diyebilirsiniz? Kaç tanesi için “Şahsi çıkarı söz konusu olduğunda ne din dinler ne iman, ne vatan dinler ne millet” hükmünü verebilirsiniz?

Ve son sorum kaç tanesine “terörist” diyebilirsiniz? Hayır bu son soru yanlış oldu. Doğru soru şu olmalı: “Hizmet insanları içinde bir tane bile olsa terörist gösterebilir misiniz?” İnsafı, iz’anı, hakkaniyeti, adaleti elden bırakmamadan aklınızın ve vicdanınızın sesini dinleyerek cevap verin lütfen.

Değerlendirmeler yaparken ana-babadan oğula-kıza geçen genler olduğu gibi toplumların da genetik yapısı olduğunu ve bunun da nesilden nesile intikal ettiğini hatırda tutmak lazım. Zihniyet ile yaşam tarzı arasındaki ilişkiyi akıldan dur etmemek lazım. Eğer bir değişmeden söz edilecek olursa bunun sabahtan akşama olmayacağını aksine söz konusu zihniyet ve eylemin toplumdaki kökleşmesine bağlı olarak kısa ya da uzun zaman alacağını unutmamak lazım. Evet eleştiri de özeleştiri de tabii ki yapılmalıdır ama insafı, iz’anı, nisfeti, hakkaniyeti, adaleti elden bırakmadan.

Hasılı kim yaparsa yapsın yanlış yanlıştır. Yanlışı müdafaa etmek daha büyük yanlıştır. Hele o yanlışı sevdiğin, saydığın, değer verdiğin birisi yapıyor diye müdafaaya kalkmak çok daha büyük yanlıştır. Daha da ötesi bu yaklaşım sevdiğin, saydığın, değer verdiğin şahsa sevgi adı altında yapabileceğin en büyük kötülüktür. Hiçbirimizin Peygamberler misali ne masumiyeti ne de masuniyetimiz var. İnsanız hepimiz insan. Melekler misali bir insan topluluğunun içinde dahi yaşasak hata yapabiliriz.

Şimdi çok sık tekrar ettiğim bir cümleyi bir daha tekrar edeyim, hayat mazide yaşanmıyor. Tarih geriye doğru hatıra, düşünce ve hayal aleminde yaşanarak inşa edilmiyor. Bugün dünde yaşanmıyor. “Bu hatalar oldu, bundan sonra olmamalı ve bunların bir daha olmaması için ben ne yapmalıyım, biz ne yapmalıyız?” sorusunu sormak, bu doğru sorunun doğru cevabını bulmak, ardından bu cevabı ete kemiğe büründürüp ellerimizi taşın altına koyup hayata taşımamız gerekiyor. Dünü konuşmamak, dünden ders almamak hata ama sürekli dünü konuşup dün de yaşamak daha büyük bir hata. Bu hata bizim bugünlerimize ve yarınlarımıza mal oluyor. Bugüne ve yarına harcayacağımız enerjimizi alıp götürüyor. Hata ya da suç, hata ve suçu konuşacağımız yerde hatalı ve suçluyu konuşmaktan yapmamız gerekli olan şeyleri yapamaz hale geliyoruz. Zaten çalınmış ve her gün çalınan bir hayat neşemiz var, söz konusu yaklaşımlar bizi psikolojik olarak daha da dibe batırıyor. Bana göre burası önemli bir kavşak. Burada “Bana ne düşüyor?” sorusunu sorup önümüze bakmak ve üzerimize düşeni yapmak olsa gerektiği kanaatini taşıyorum.

Kamuya açık bir şekilde düşüncelerimi yazmama meselesine gelince: İnsaf sınırlarını zorlayan bir eleştiri olduğu kanaatindeyim bunun. Söylediklerimin değil söyleyip-söylemediğim dahi bilinmeden, geriye doğru bir arşiv taraması yapılmadan, söylemediysem neden söylemediğim sorulmadan yapılan sorgulamalar hakkaniyet sınırlarını aşacak bir şekilde dile getiriliyor. Yanlış anlamayın, üsluba takılmıyorum. İfadeler ne kadar sert ve rencide edici olursa olsun ona değil içeriğe bakıyorum. Üsluba takılınca usulün ve esasın gözden kaçırıldığına inananlardanım ben. Meseleye böyle bakmama rağmen diyorum eleştiriler de hakkaniyet yok diye.

Nefis müdafaa olacak belki ama artık söyleyeyim, 15 Temmuz sonrası iki ayrı zamanda uzun süren bir zaman aralığında ve her ikisi de cerrahi müdahale gerektiren sağlık sebepleri ile ara vermek zorunda kaldığım dönemler hariç kalemimi elimden hiç bırakmadım. Kendime göre doğru bildiğim, Hak huzurunda müdafaasını yapabilecek ve hesabını verebileceğim her şeyi elimdeki kalemim, dilimdeki sözlerimle halk huzurunda da yazmak ve anlatmaktan çekinmedim. Bana yakın olan arkadaşlarımın bildiği üzere çeşitli platformlarda, akla gelebilecek en üst idari makamlarda bulunan insanlar dahil olmak üzere yanlış bulduğum söylem ve eylemler hakkında düşüncelerimi anlattım, eleştirilerimi dile getirdim, amatörce de olsa düşündüğüm ve çıkış yolu olabilir dediğim çözüm önerilerini sundum ve çözümün bir parçası olmaya gayret ettim. Başka bir tabirle gemiyi hiç terk etmedim. Kaleden ayrılmadım. Fakat mahiyetini bilmediğim şeyler hakkında da yazmadım. İsimler zikredilerek gündeme getirilen hadiselerde, iddialara muhatap olan insanların bir şey demesi gerektiğine inandım. Onların sustuğu bir yerde onlar yerine konuşmayı doğru bulmadım. Mahiyetini bilmediğim, resmin tüm karelerini görmediğim hadiseler ekseninde müdafaa pozisyonda yer almayı müzmin tarafgirlik olarak gördüm ve gerçeğin, doğrunun, hakikatin bütün çıplaklığı ile açığa çıkacağı günü beklemeyi tercih ettim.

Çok uzun bir yazı dizisi oldu. Tek taraflı da olsa “kifayet-i müzakere” diyor ve bu faslı kapatıyorum.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version