YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
2013’ün Aralık ayıydı, on üçüncü gündü, Cuma’ydı. O sabah hiç kimse, aslında daha önce bildikleri Türkiye denen ülkenin tarihe karıştığını, yepyeni bir ülkeye uyandıklarını bilmiyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Bu o değişimin başlangıç tarihiydi. Çok önemli bir gündü. Okun yaydan çıktığı ana denk gelmiştik. Ya da bardağın elden kayıp, sert zemine doğru düşmeye başladığı momentumdu. Fakat biz ne bir zaman sonra paramparça olacak bardağın, ne sert zeminin, ne de bu sürecin sonunca olacakların farkındaydık. Her zamanki gibi uyandık, her zamanki gibi işlerimize ya da okullarımıza gittik, her zamanki gibi günaydın dedik, gülümsedik. Her zamanki olağan akışıyla başladı yeni günümüz.
Bu günün olağan günlerden biri olarak algılanmadığı iki grup vardı.
Bir grup, tepeden aşağıya doğru, çok derinlere uzanan, dallı-budaklı hiyerarşik bir suç örgütü kurarak, memleketin en yetkili makamlarını işgal ettikleri halde, inanılması güç bir yolsuzluk, hırsızlık ve hortumlama sistemi yürütmekte olanlardı. Bunlar iktidar ve bürokrasinin en üst makamlarında olan, devleti idare eden kişilerdi. Doğal olarak çok güçlüydüler, kudretliydiler. On yılı aşkın zamandır ülkeyi yönetiyorlardı. O günlere dek de yaptıkları birçok olumlu iş vardı. En başta memleketi AB müktesebatına uygun hale getirmeye yönelik reformlar yapmaktaydılar. On yıllardır kronik bir kanayan yara olan Kürt meselesini Çözüm Süreci denen siyasi pazarlık sürecinde çözmek için kolları sıvamışlardı. Cumhuriyetin genetik hastalığı olan askeri vesayet sistemini bitirmişlerdi. Ülke AB ile tam üyelik müzakerelerini yürütmekteydi. Kişi başı gelir cumhuriyet döneminin en yüksek düzeyine ulaşmıştı.
Arkalarında büyük bir halk desteği vardı. Birçok kesim bu hükümeti destekliyordu. Sadece Milli Görüş’çü İslamcılar değil, merkez sağ, liberaller, Kürtlerin önemli bir bölümü, azınlıklar, AB yanlıları, Gülen Cemaati ve diğer birçok dini cemaat, sivil toplum örgütleri, baştakilerin yaptıklarının ciddi bölümüne destek çıkıyordu. Dolayısıyla, 17 Aralık 2013 tarihi geldiğinde güçlü ve desteklenen bir iktidar vardı.
Fakat 2011’den sonra Erdoğan AKP’yi giderek tümüyle kendi kontrolüne aldı. Parti içindeki önemli siyasetçileri etkisizleştirdi. Bu dönemden itibaren AKP’de Erdoğan’ın karakterini yansıtan bir otoriterleşme de başladı. Mayıs ayı geldiğinde, Erdoğan Taksim’deki Gezi Parkı’nı yıkıp, yerine tarihi Topçu Kışlası’nı aslına uygun olarak inşa etmek istediğini duyurdu. Kentin son nefes alınabilecek yeşil alanlarından biri olan Gezi Parkı’nın yok edilmesine karşı çıkan çevreci bazı grupların direnişine Erdoğan otoriter reflekslerle reaksiyon gösterdi ve İstanbul polisi hükümetten aldığı emirle görülmemiş bir sertlikte protestoculara müdahale etti. Gezi Protestoları’nda yaşanan korkunç insan hakları ihlalleri ve asimetrik güç kullanan iktidarın giderek ceberutlaşması, AKP’ye destek olan birçok grubu uyandırdı. Liberaller, Kürtler ve birçok diğer grup, AKP’deki otoriterleşmeden rahatsız olmuştu. Yine de herkes bunun bir yol kazası olmasını umuyor, reform rotasına ve demokratikleşmeye geri dönüleceğini umuyordu. Fakat iktidar bilakis otoriterleşmeyi arttırdı.
İşte 2013 Aralık ayının 17’si böyle bir ortamda başlamıştı. İktidar, 2013 yılının 17 Aralık gününün olağan bir gün olmadığını öğrenecekti.
İkinci grup ise, operasyonu yapan kanun adamlarıydı. Bakın, olayı gayet basit ve açıkça yazayım. İktidar gırtlağına kadar suça batmıştı. Mali şube polisleri, savcılık onayıyla, yasalara ve yönetmeliklere uygun olarak iktidarın suça bulaşan unsurlarını takibe aldılar ve hırsızlık, yetki suiistimali, rüşvet, yolsuzluk, organize suç, vatana ihanet gibi korkunç geniş boyutları olan ve “en tepeye kadar uzanan” bir ilişkiler yumağını deşifre etti. Kanıtlarla, yani fotoğraflar, videolar, ses kayıtları ve diğer delil toplamı ile beraber, 17 Aralık 2013’te şüpheli şahısların evlerine ve işyerlerine baskın düzenlendi. Ve o meşhur, ayakkabı kutularına istiflenmiş ve gizlenmiş milyonlarca dolar bulundu. Bakan çocuklarının evlerinden para sayma makineleri, destelerce döviz cinsinden kaynağı belirsiz nakit para ele geçirildi. Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’la telefonda yaptığı fısıldaşma tapeleri internete düştü. Paraların sıfırlanıp sıfırlanmadığını öğrenmek isteyen, sıfırlanması için oğluna talimat veren, Bilal’den kardeşlerini, amcasını, eniştesini para sıfırlama çabalarında kendisine yardım etmeleri için organize etmesini isteyen bir başbakandı, tapelerde duyduğumuz, dinlediğimiz kişi!
Türkiye, uluslararası organize bir suça bulaşmış, nükleer programı nedeniyle yaptırımlara maruz kalmış İran’ın paralarını aklarken, en tepedeki siyasetçiler bu para aklama operasyonundan astronomik komisyonlar (rüşvetler) almışlardı. Meblağlar da, suç da tarihte eşine rastlanmamış büyüklükteydi.
17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları budur. Soruşturmaların başlamasının ardından, muhalefet partileri olan CHP ve MHP, en tepeden, genel başkanları vasıtasıyla, bu yolsuzlukların takipçisi olacaklarını beyan ve garanti ettiler.
Erdoğan ve AKP ise yolsuzluk soruşturmalarının bir sivil darbe girişimi olduğunu öne sürdü. Bu soruşturmaların Gülen Cemaati tarafından iktidarlarını devirmek için kumpas olarak planlandığı tezini ortaya attı. İnternete düşmüş olan ve Erdoğan ile bakanlarının organize suçlarını ortaya döken onlarca ses kaydının kes-yapıştır yöntemiyle oluşturulmuş fabrikasyon tapeler olduğunu iddia etti. Bu iddiasını desteklemek için kendi kontrollerindeki TÜBİTAK’tan raporlar aldırdı. Oysa CHP bağımsız bazı kuruluşlara yaptırdığı tetkiklerde, bu tapelerin gerçek olduğunun ortaya çıktığını duyurdu.
Erdoğan ve ekibi, suçlarını örtbas edebilmek için, yürümekte olan yargısal sürece ve polisiye soruşturmaya doğrudan müdahil oldu. Oysa bunu yapmaya anayasal bakımdan imkânları yoktu. Elbette bu onların umurunda bile değildi. Böylece, Erdoğan ve hükümeti, kendilerinin tabi olduğu anayasayı ihlal ederek, görevleri başındaki savcıları ve polisleri önce başka yerlere sürdüler. Sonra bu memurları ve yargı mensuplarını açığa aldılar. Ardından onların görevlerine son verdiler. Ve son olarak onları hapse attılar.
Bugün 17 Aralık 2013 (ve 24 Aralık 2013) soruşturmalarını yürüten emniyet teşkilatı mensubu memurlar, halen hapistedir. Bu memurların eşleri de aynı şekilde hapse atıldı. Onlara aile boyu (Sippenhaft) bir faşizan “hukukla” muamele edildi. Sosyal soykırıma uğratıldılar. O polisler kendilerini tutuklamaya gelen meslektaşlarının önünde, onlarca kameranın ve vatandaşın karşısında, onurla haykırdılar: “Hırsızdan korksaydık polis olmazdık be!” Rejimin güdümündeki sözde mahkemeler, emniyet müdürleri Yakub Saygılı, Kazım Aksoy, Yasin Topçu ve Nazmi Ardıç’ın da aralarında bulunduğu 15 sanığı “Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm etti. Bu insanlar sadece görevlerini yaptıkları ve suça bulaşmış birtakım güçlü insanların “ayağına bastıkları” için hapishanedeler. Çok ağır bir zulme uğradılar. Ve maalesef unutuldular!
Neden unutuldular diyorum?
Çünkü her ne kadar 17 Aralık 2013 yolsuzlukları her yıldönümünde muhalif kesimler tarafından gündeme getirilse ve rejim gayet haklı gerekçelerle bu olay üzerinden eleştirilse de, ne hikmetse bu operasyonları yapan emniyet mensupları es geçiliyor. Kendilerine bu hatırlatıldığında ve ikiyüzlülükleri yüzlerine çarpıldığında ise, yüzleri hiç kızarmadan, bilakis büyük bir pişkinlikle o polislerin “FETÖ’cü” olduğu söyleniyor. Evet, yanlış okumadınız. 17 Aralık’ta Erdoğan ve hükümetinin suçlarının ortaya çıktığını kabul ediyorlar, ama o suçları ortaya çıkartan emniyet görevlilerinin Erdoğan ve ekibi tarafından hapiste tutulmasını olağan karşılıyorlar. Neden? Çünkü o polisleri “FETÖ’cü” olarak kategorize etmişler ve bu onların her türlü zulme uğraması için yeterli bir gerekçe. Örnek olarak, daha dün (17 Aralık 2021) gazeteci Erk Acarer Twitter hesabından 17 Aralık soruşturmalarını yapan polislerin içeride olmalarını şu sözlerle savunuyor: “Gezi’de kafamıza gaz atan, şehirleri dümdüz eden, ortaklık bitince ‘kahraman’ olan polisleri mi? Bence gerçeklerden değil, gerçek suçlarından içeride olmalılar!” Yani, 17 Aralık soruşturmalarını yapan ve şu an hapiste olan Mali Şube polislerini, gayet keyfi ve irrasyonel biçimde Gezi Parkı sürecindeki polis şiddetiyle ilintilendiriyor, onların 17 Aralık soruşturmalarını yapmaları nedeniyle değil, ama “başka suçlarından dolayı” içeride olmaları gerektiğini yazıyor. İyi de o polisler hangi “başka suçlara” karışmış? Erk Bey bunu söylemiyor! Zaten buna ne gerek var ki! Bunu ne kimse merak ediyor, ne de onlar Erk Beylerin “kabilesinin” (onun dünya görüşünden olanların) umurunda! Erk Bey kararı vermiş: onlar suçlu ve hapiste kalmaya devam etmeleri de olağan! Oysa ne gariptir ki, onları hapse atan ve hapiste tutan güç, Erk Bey’in de dâhil olduğu o mahalleden sürüyle insanı da terörist ve vatan haini ilan etmiş durumda. Erk Bey’in bugün Türkiye’de olmamasının nedeni de bu. Diğer bir ifadeyle, rejimin o polisleri naylon mahkeme kararlarıyla içeride tuttuğunu bilmezmiş gibi yapmak, fena sırıtıyor.
Tabi bu sadece küçük bir örnek! Daha vahimi, koskoca ana muhalefetin, 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının yıldönümünü hatırlarken, gayet pişkin ve ikiyüzlü biçimde o soruşturmaları yapan mağdur memurları unutması! Elbette unutmadılar! Lafın gelişi söyledim. Olanı biteni gayet iyi biliyorlar. Ama o polislerin görevlerini yaptıkları için içeride olduğu gerçeğini bilerek, kasten dile getirmiyorlar. Bu en hafif ifadeyle mide bulandırıcıdır ve şahsiyetsizliktir. Dahası, bu rejimin suç ortaklığıdır.
İlkelerini olaylara ve kişilere göre eğip büken insanlar dürüst değildir. Bu tür kişilerin, gazeteci ya da siyasetçi, başkalarının yaptığı dürüst olmayan davranışları eleştirmeye de hakları yoktur. Eleştirdiklerinde inandırıcılıkları olmaz. İlkeler kişilere ve olaylara göre farklı uygulanmaz. Etik de, dürüstlük de, hukuk da bunu gerektiriyor. Maalesef Türkiyeli insanların geçmişteki karşılıklı yanlışlarından kaynaklanan karşılıklı kinleri, ülkeyi kabilelere ve mahallere böldü. Türkiye toplumunu toplum olmaktan çıkardı ve kutuplaşmış, birbirinden nefret eden, birbirine güvenmeyen, paranoyak ve irrasyonel bir kitleye dönüşürdü. Bu, rejimin yelkenlerindeki en güçlü rüzgârdır. Rejimin kendi kendisini yeniden üretmesini sağlayan, muhaliflere kabul ettirdiği diskurudur ve bu bölünmüşlüktür.
17 Aralık 2013 tarihinde görevlerini yaptıkları için bugün hapiste olan polislerin Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar, kentli-köylü, CHP’li-MHP’li-HDP’li, Cemaatçi-LGBTQ’lu-Atatürkçü Düşünce Derneği üyesi falan olmasının hiçbir önemi yoktur, olmamalıdır. İçeride olmalarının nedeni bu kimlikleri ya da aidiyetleri değildir çünkü! İçeride olmalarının tek nedeni var ve onu Erk Acarer de, CHP de, tüm Türkiye de gayet iyi biliyor. “Hırsızdan korkmamakla” hata mı yaptılar? Evet. Neden herkes onlar gibi, “biz de hırsızdan korkmuyoruz!” demedi, diyemedi? Hırsızdan medet umduklarından mı? Düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesizliğinden mi? Neden?
Türkiye halkının 17 Aralık polislerine yönelik tutumu, neyi hak ettiklerini, neyi hak etmedikleri konusunda bir turnusol kâğıdıdır. Hak-hukuk sadece kendin gibi olana talep edilirse, gelmez! Hak-hukuk, esas kendin gibi olmayan için talep edildiğinde değerlidir. Hak ve hukuk herkesedir, herkes için olmalıdır. 17 Aralık 2013’te ortaya saçılan suçlardan elbette devletin, ülkenin ve toplumun çürümesini gözler önüne serdi. Ama esas çürüme, bu bölünmüşlüğün ilkelerimizin pusulasını paramparça etmiş olmasıdır. Bunun tamiri kolay değil çünkü.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***