Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

‘Viran olası hane…’ suskunluğu meşrulaştırır mı?

‘Viran olası hane…’ suskunluğu meşrulaştırır mı?

Alimler ve aydınlar birçok sebepten dolayı ihanet ederler ama en önemli sebeplerden birisi korkudur. Peki aydınlar nasıl ihanet ederler. Aydınların ihaneti onların suskunluğudur. Zulüm ve zorbalık karşısında suskunluk entelektüellerin en büyük ihanetidir. Onların suskunluğu halka mazeret olur. Onların oluşturduğu suskunluk barajı, halktan birilerinin çıkıp muhalefet etme imkanını da ortadan kaldırır.

Sevdikleriyle tehdit edildiklerinden ve can güvenlikleri olmadığından dolayı tarihte ve günümüzde pek çok alim ve aydın güç sahiplerine karşı suskunluğu tercih etmiştir. Bu tür bir korku belirli bir seviyeye kadar anlayışla karşılanabilir. Ancak aydınlar çoğunlukla ayrıcalıklarını kaybetmek korkusuyla ihanet ederler. İşte asıl eleştirilmesi gereken korku, bu korkudur; refah seviyesini kaybetme korkusu, toplumsal itibarının tartışmaya açılma korkusu, unutulma korkusu alimlerin ve aydınların dünden bugüne kendi değerlerine, ülkesine ve temsil ettikleri toplumsal gruplara ihanet etmesinin en önemli sebebidir. Oysa ki, bir alimi, aydını, sanatçıyı ve bu kişilerin eserlerini kalıcı yapan ve gelecek nesillere taşıyan en önemli faktörlerden birisi onların zorba bir düzen karşısında takındıkları tavırdır. Yaşadığı dönemde dâhi ya da biricik sayılan birçok insan unutulurken, zorba bir düzene karşı tavır koyan, mücadele edenlerin isimleri arkalarında bir eser bırakmasalar dahi nesilden nesle aktarılmıştır.

Tek Adam rejiminin oluşturduğu baskı ve korku yıllarında açıktan konuşabilen ve muhalefet eden nadir aydınlardan birisi Necip Fazıl’dır. Sanatçı olarak değerinin sıfırlanacağını ve alıştığı refah seviyesini kaybedeceğini bildiği halde muhalif kimliğinden taviz vermemiş ve sükûta sığınmamıştır. Bazı düşünceleri eleştirilse de duruşu, cesareti her zaman takdir edilecektir. Necip Fazıl “Viran olası hanede evlad ü iyâl var” sözünün kendi dönemindeki aydınları esir aldığını belirtir ve bu düşüncenin “Asıl viran edilmesi gereken bir Şark ve Bizans mazereti olduğunu” söyler. Hayat felsefesini de “…dava ahlakında ‘evlad ü iyâl’ geberse de rizikoya katlanmak borcundan kaçınma yoktur” diye özetler. Devrin muktedirleri tarafından yapılan Büyük Doğu dergisinin kapağındaki kandil resmini çıkar, sana bir matbaa kuralım teklifini de işte bu yüzden reddeder (Babıâli).

Zulüm karşısında gereken duruşu sergilemeyen Buhari’nin hocası Ali b. El-Medinî unutulurken, ilim olarak kendisinden daha geride kabul edilen Ahmet b. Hanbel bugün dahi konuşulmaktadır. Günümüzde de eserleriyle, şarkılarıyla ya da yazılarıyla benzerleri arasında daha mütevazı seviyelerde kabul edilen birçok alim, bilim adamı, sanatçı vs. haksızlık karşısındaki tutumlarıyla toplum nezdinde sembolleşmişlerdir. Bu insanları diğerlerinden ayıran temel özellik sahip oldukları ilmin, bilginin ya da sanatın hakkını vermeleridir.

Halkı aldatmak için muktedirler, aydınları kullanır. Aydınların güç sahipleri tarafından kullanılması ve istismar edilmesi için susmaları yeterlidir. Politikacılar, onların sembolik değerini halkı aldatmak için bir enstrüman olarak kullanırlar. Güya sükût limanına sığınmış bir aydına ödül verir, bir başkasını saraya yemeğe davet eder ya da kitaplarını altın yaldızlı kapaklarla yayımlar; bazen de o da bizle beraber imajı vermek için şiirlerinden parçalar okur. Aydın imajı böylece zorbalığı destekleyen bir araca dönüştürülür.

Toplum yoksullaştıkça, toplumun diğer kesimlerine göre daha konforlu bir hayatı olan aydınlar ve alimlerin ihaneti daha da derinleşir ve kronikleşir. Refah toplumlarında aydınlar, maddi açıdan hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayabilme imkânı bulabilecekleri için, kurulu düzene daha kolay muhalefet edebilirler. Toplumda zengin ile fakir arasındaki refah farkının olmadığı toplumlarda devlet kadrolarında iş bulamasa da hayatını idame ettirecek gelire sahip olan aydınlar, daha kolay muhalif olabilirler. Ancak fakir ülkelerde, akademisyenlik ve benzeri bazı sınırlı iş alanlarına devlet tarafından tanınan ayrılacaklar, akademisyenleri iktidarın kölesi haline dönüştürür.

Refah seviyesi düştükçe sadece akademisyen olmak değil sıradan bir devlet memuru olmak bile başlı başına ayrıcalık unsuru olur. Özellikle de devletin otoriterliği arttıkça memurluk adeta kişinin kendi ve ailesinin güvenliğini sağlama aracına da dönüşür. Cumhuriyetin ilk yıllarında geleneksel toplum yapısı ve köy hayatı tamamen ortadan kalkmadığı için insanlar azla yetinip, toplumsal sisteme katılmadan sessiz bir muhalif olarak rejimin uzağında kalmayı başarabiliyorlardı. Ancak toplumsal yapının değişimi ve şehirleşme şu an sistemin dışında kalarak hayatı devam ettirebilmeyi güçleştirmektedir. Yokluğa ve azla geçinmeye kanaat edemeyenlerin bu dönemde yaşadıkları savrulmayı görünce cumhuriyetin ilk yıllarında itibarını koruyan onurlu insanların değeri bir kat daha gözümüzde kıymet kazanmaktadır.

Son dönemde KHK ile işini kaybetmiş, emeklilik hakkı bulunmayan ve herhangi bir yerde de çalışma imkânı bulamayan akademisyenler; yaz günü memleketten getirdikleri kışlık yiyecekler, anne-babalarını emekli maaşı ya da çocuklarının kazançlarıyla yeni bir yaşama biçimi geliştirerek tüm bu zorluklara karşı koymaya çalışmaktadırlar. Onları dışarıdan seyreden akademisyenler de işsiz kalanların yaşadıkları ekonomik sıkıntıları gördükçe ne yaparsa yapsın iktidara muhalif olmamaları gerektiğini düşünmektedirler. Böylece zorba rejim potansiyel muhalifleri de susturmaktadır. Siyasetçilerin arzu ettiği eleştirisiz ve muhalefetsiz keyfi yönetme kısır döngüsü kurulunca kimin konuşup konuşmaması gerektiği bile devlet tarafından belirlenmeye başlamaktadır. Eleştirinin iyileştirici imkanlarından mahrum kalan iktidarlar, zorbalık ve otoriterlik yoluyla her şeyi düzeltebileceklerini ummaktadırlar. Ancak geride yağma edilmiş bir ülke, yitirilmiş değerler, telafisi imkânsız zaman ve güven duygusunu tamamen kaybetmiş ve iki düşman kutba ayrışmış bir toplum bırakarak yıkılıp gitmektedirler.

Baskı ve hapis korkusu geçici ve dönemseldir. Ancak ayrıcalıklarını kaybetme korkusu akademisyenlerin ihanetinin en aşağılayıcı formudur. Aydınların ihaneti, konuşmaları gereken yerde sükût etmeleridir. Güç sahiplerinin aydınların sembolik değerini politik amaçlar için kullanmasına ses çıkarmamalarıdır. Daha ileri seviyede bir siyasi destek işbirlikçiliğe girdiğinden dolayı, onları aydın ya da alim kategorisinde eleştirmeyi uygun görmem.

‘’Rizikoya katlanmak borcundan kaçınanlar’’ asla aydın olamazlar, hatta ahlak ve onurlarını da kaybederler. Siyasi gücünü kaybetmeye başlayan zorba, müflis tüccar gibi eski defterleri karıştırıp, kime ne verdiyse geri almaya başlar. Adeta ‘’Ben size imkân verdim, benim sayemde zengin oldunuz, şimdi zordayım verdiklerimi bana geri verin’’ diyerek, zenginlerin mallarını aydınların ise kalan son itibar izlerini de yağmalar. Refah seviyelerini kaybetmemek için itibarlarının zedelenmesine ses çıkarmayanlar, sonuçta yalnızca itibarlarını değil ayrıca tüm ilmi ve kültürel birikimlerini de kaybederler.

AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version