Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye’den işçi göçünün 60. yılı: Yurdunda mı yabancı, yabanda mı?

Türkiye’den işçi göçünün 60. yılı: Yurdunda mı yabancı, yabanda mı?

1960’lı yıllar. Babam Sebahattin Mertek Giresun’un Espiye ilçesinde belediyede çalışıyormuş. Espiye, o zamanlar nüfusu 5 bin 300 olan küçük, şirin bir kasaba. Oradan büyük umutlarla geldiği bu ilçede umduğunu bulamamış. Ailesi için sadece başlarını sokabilecekleri ufacık bir ev kurabilmiş. Ve hayata tutunmaya çalışırken diğer yandan da yeni iş arayışlarına girişmiş.

Babamın anlatımlarından aktarayım. Bir gün Almanya’ya işçi alımından haberdar olur. İlk fırsatta İşçi Bulma Kurumu’na yazılır. Orada “Maden ocağına gider misiniz?” sorusuna birkaç arkadaşıyla birlikte hiç tereddütsüz “Evet!” der. 1970 yazında Almanya’ya işçi alım kâğıdı çıkar. Üç günlük madencilik kursundan sonra ilin çeşitli yörelerinden toplanan toplam 850 işçi, seksen kişilik gruplar halinde otobüslerle İstanbul’a sevk edilir. Karadeniz’in sarp yollarında başlayan yolculuk üç gün sürer. Doğrudan Mecidiyeköy’deki İşçi Bulma Kurumu’na gelirler. Orada sağlık muayenesinden geçerler. On yedi kişilik gruplar halinde içeri alınırlar. Nerelerde çalıştıkları ve askerde ne yaptıkları gibi sorular sorulur.

Bir hafta İstanbul. Verdikleri cevaplara göre üçe ayrılırlar. Babamın içinde bulunduğu gruba 7 Ağustos akşamı Kasımpaşa’da hazır bulunmaları söylenir. Oradan da otobüsle havaalanına taşınıp uçağa bindirilirler. Hedef Condor adlı bir uçakla Düsseldorf havaalanıdır.

‘MİSAFİR’ GELDİ, 10 YIL YALNIZ YAŞADI

Babam Hamm’da bulunan Heinrich Robert isimli maden ocağına (Zeche) gelir. Ruhr Maden Havzası’nda bulunan bu şehirde işçileri 400 kişilik bir bekarlar yurduna (Ledigenheim) yerleştirirler. On yıl o Heim’da kaldıktan sonra 1980 yılında ailesini getirir. Ben de liseyi bitirdikten sonra 1981’de geldim.

“Misafir işçi” denen ilk neslin Almanya macerasının öncesinde ve sonrasında yaşadıkları tam bir trajedidir. İlk geldiklerinde onlara ekmek ile Fanta ikram ederler. Fantayı alkollü içki zannettikleri için hiçbiri içmez. Normal gazlı içecek olduğu tercüman vasıtasıyla anlaşılınca rahatlarlar.

İşçiler, bir gün sonra yer üstünde işbaşı eder. Yine tercüman eşliğinde çalışma alanı gezdirilir, adres ve yollar öğretilir. Üç aylık bir madencilik kursu verilir. Kursta işyerinde kullanılan bütün malzemelerin isimlerini öğretilir, grizu olan yerler hakkında bilgi verilir. Asansörlerle inip çıkma, yani işle alakalı bütün kurallar tek tek onlara uygulamalı anlatılır. Kurs bitiminde sınav yapılır. Kazananlar yer altında, kazanamayanlar ise yer üstünde çalıştırılır. Yer altı ile yer üstünde çalışmanın arasında ücret farkı vardır. Çoğu para kazanmak için geldiğinden haliyle yer altında çalışmayı tercih eder.

‘KAPKARA BİR YÜZLE’ KAZANILAN EKMEK

Korku bu ya, işçilerin çoğu ilk bir ay Fatiha suresini okumadan yer altına inmezler. Kömür çıkarmak için çalışılan yer çok dar ve alçaktır. Tepelerindeki büyükçe taşlar başlarına düşecekmiş gibi durduğundan hızlı hızlı yürürler.

2000 yılıydı, Heinrich Robert maden ocağında on kadar öğretmenle birlikte 1200 metre yer altına inmiş ürperti dolu anları ben de yaşamıştım. Elbise, bot, şapka, lamba gibi madencilere has giysi/aksesuar… Sıcak ve dar tünelde diz çökerek ilerleme… Ve en son kapkara tanınmaz bir yüzle yeryüzüne çıkma… Sadece bunlar bile o insanların yıllarca nasıl ömür tükettiklerini anlamaya yetmişti.

Maden işçileri çalışmaya başladıkları ilk günlerde Heim’ın yakınındaki bir dükkândan alışveriş yaparlar. Bazen Almancasını bilmedikleri yiyecekleri isterken, mesela süt için inek, bal için arı gibi sesler çıkarırlar. Dükkânı çalıştıran ve babamların “sarı kadın” adını verdikleri iki kadın, işçilere çok sıcak davranır. Eşyalarını bazen Heim’a kadar getirirler. İşçiler, henüz Alman parasını ayırt edemediklerinden genellikle tüm para verirler. Bu “sarı kadınlar”, arta kalan paralarını, işçilerin ceplerine koyar, hatta düşmesin diye de iğneler. İşçiler, ceplerinde sürekli adres taşır, olur ya Heim’ı bulamadıklarında, polise gösterirler, polis de onları kaldıkları yere kadar getirir.

Ramazan ayı gelince teravih ve bayram namazlarına ayrı bir önem verilir. Bir keresinde bin kadar imza toplayıp, diyanetten teravih için imam isterler. İmamın gelmesi için parasını yatırır, her türlü ihtiyacını karşılarlar. Bayram sabahı tekrar para toplar, cebine koyar, Türkiye’ye yolcu ederler.

BABAM EVİN KAPISINI KİLİTLEYİP MADENE İNER

Aile birleşimiyle gelen annemin ilk yaşadıkları da anılmaya değer. Yıl 1980… Babam ailesini Almanya’ya getirmeye karar verir. Annem Almanya’ya geldiğinde zor günler geçirir. O ıstırap dolu günleri her hatırlayışında derin bir “Oh!” çekmesi boşuna değildir. Bir ay boyunca ağlar. Mahallede kimse ziyaretine gelmez. İlk zamanlar çok yalnızlık çeker. Gün boyu camdan hüzünle dışarıyı seyreder. Bir süre sonra yavaş yavaş komşular gelmeye başlar ve birbirlerine alışırlar. Zamanla kocaları işe gidince kadınlar toplanıp kek yapıp çay içerler. Evin iki anahtarı vardır. Geceleri babam kapıyı kilitleyip işe gider. Maden ocağında dört vardiya olduğundan ayda bir hafta gece vardiyasında çalışır. Üstelik tuvalet dışardadır. Annem beyaz ekmeğe alışık olduğundan kara ekmekleri yiyemez. Komşularda otururken beyaz un alıp ekmek yapıp yerler.

Aradan yıllar geçti… Babam emekli oldu, yılın bilhassa yaz aylarını Türkiye’de, kış aylarını ise Almanya’da geçirdi. Bir gün kanser teşhisi kondu babama ve iki yıllık zorlu bir süreçten sonra da 19.01.2016 tarihinde hayata veda etti. İşte birinci neslin hayat hikayesinden kısa bir tablo. Yılın bir kısmını kendi deyimleriyle gurbette, bir kısmını da anavatanlarında geçiren bir zamanların misafir işçileri, vakti gelince teker teker terk ediyorlar dünyayı.

60 YILDA NE DEĞİŞTİ?

Peki 60 yılda ne değişti. Diasporadaki Türk/Müslüman toplum yapısını ve genel sorunlarını Sinus Araştırmaları’na bakarak bir fikir sahibi olmak mümkün. Bu araştırmaya (2019) göre Almanya’da yaşayan Müslüman göçmenler ağırlıklı olarak dört çevrede (Milieu) yaşıyorlar: Sosyal ve kültürel olarak izole olan, geldikleri ülkenin erkek egemen ve dini geleneklerine bağlı “dini kökenli çevre” (%59), kendileri ve çocukları için maddi güvenceye önem veren “işçi göçmen çevre” (%18), sosyal olarak alt sınıfta olan “problemli çevre” (%35) ile genellikle keyif peşinde koşan, ana toplumun beklentilerini savsaklayan, eksik kimlik ve perspektife sahip uyumsuz gençlik çevresi olan “tüketim-haz çevresi” (%43).

Bugüne kadar Almanya’ya 1961’den 1973’e (yani işçi alımı durana kadar) yaklaşık 700.000 Türkiyeli işçi geldi. 1974’teki Aile Birleşimi Yasası’ndan sonra da aile fertleri akın etmeye başladı.

12 Eylül (1980) askeri darbesinden sonra sağ ve sol ideolojiye sahip sığınmacı göçmenlerin sayısı 100 bin civarındaydı. 1992’de Kürtlere yapılan baskıların artması, yaklaşık 438.000 kişinin daha bu ülkeye sığınmasına yol açtı.

15 Temmuz (2016) darbe girişiminden sonra siyasi sığınmacı kapsamında dördüncü büyük göç yaşanıyor. Şu ana kadar yaklaşık 50 bin kişi Almanya’ya sığınmış durumda.

Türkiye’den gelen göçmenler sayesinde Anadolu’daki bütün kültürel, etnik, dini veya farklı dünya görüşlerinden toplum kesimleri Almanya’da da temsil ediliyor. Yani Almanya bağrında ufak bir Anadolu taşıyor artık. Kaplumbağa hızıyla yavaş ilerlese de aşiret kültüründen şehir kültürüne, işçi sınıfından orta sınıfa, gelenekselden moderne doğru bir süreç yaşandığı söylenebilir. Burada “değişim baskısı” ile “kendini koruma arzusu” arasındaki bir gerilim ilişkisi anahtar rol oynuyor. Çünkü Türkiye kökenli insanlar “az değişim, ama fazla korumacı” bir tutum sergileyerek dini ve etnik kimliği ısrarla korumaya çalışıyor.

‘ANLARSAN DEĞİŞMEN GEREKİR’

Kültürel karşılaşmanın aslında pozitif yanlarının da olduğu bilinir. Fakat bu karşılaşmanın bir zihniyet iç dönüşümüne değil de kendi içine dönük gettolaşmaya yol açması çeşitli problemleri de beraberinde getirir. Örneğin kendini dış etkilere karşı kapatarak faydalı yeni tecrübeler kazanma ve bunları kendi hayat akışına katma becerisi gösterilemeyebilir. Böyle kapalı çevrelerde dini ve milliyetçi popülist söylemler baskın hale gelir. Dolayısıyla yaşanılan ülkelerdeki birçok güzelliklerden yeterince istifade edilmez. Edinilen bazı kötü tecrübeleri genelleştirme yanlışına düşülür. Sonra Almanlar bizi sevmiyor/istemiyor gibi komplo efsanelerine inanılmaya başlanır. Sanat, kültür ve edebiyat alanlarında bir şey üretmeden ve toplumun parçası olduğu bilincini geliştirmeden kabul görme beklenir. Oysa bu durum problemleri daha da derinleştirir. Kendi davranışlarını sorgulama yerine başkalarını suçlama daha kolaydır çünkü. Peyami Safa “Suçlamak anlamaktan kolaydır. Anlarsan değişmen gerekir!” der.

Göçmelerle ilgili problemlerin oluşmasında önemli bir faktör de Alman toplumundaki bazı yaklaşımlar sayılabilir. Bilerek veya bilmeyerek bazı Almanlar tarafından “Sizin ülkenin insanları”, “Güzel Almanca konuşuyorsunuz” gibi “Sen yabancısın!”, “Sen bize ait değilsin!” mesajlarını içeren ifadeler yaygınca kullanılıyor. Bazen mecburen kullanılan “Türk(iye) kökenli çocuklar” veya “göçmen çocukları” gibi ifadeler de sanki karşı tarafta “Alman kökenli çocuklar” var düşüncesini çağrıştırıyor. Oysa Türk çocukları da Almanya’da doğup büyümektedir. Problemlerin sadece Türk olmaktan kaynaklanıyormuş gibi lanse edilerek ana toplumdan kaynaklananların ıskalanması da bir başka sorun olarak karşımız çıkıyor. Artık lastik gibi her tarafa uzanan “entegrasyon” kavramını yeniden tartışmakta fayda var. Aslında insanı ‘insan’ olarak olduğu gibi kabullenmek ve ona değer vermekten başka çare ufukta gözükmüyor.

Birçok felsefeci ve düşünür tarafından tartışılan “din, milliyetçilik, güç, kimlik ve diaspora” kavramlarının ne kadar karmaşık olduğu düşünüldüğünde toplumsal sorunların boyutları daha net anlaşılabilir.

Almanya’nın 30 Ekim 1961 işçi alımı anlaşmasıyla gelişen Türk işçi göçü, daha sonra Türkiye’den yapılan göçlerin başlangıcını oluşturdu. Ve bu ilk Türk göçmen grubu, çoğunlukla kırsal kesimden gelen insanlardı. Peki Türkiye bağlamındaki mülteci hareketleriyle birlikte günümüzde göç sürecinde herhangi bir olumlu değişim yaşandı mı? Maalesef bu konuda pozitif bir yaklaşımda bulunmak zor. Medya, siyaset, bürokrasi, sanat, edebiyat ve en son Biontech kurucuları gibi bilim alanlarında Türkiye kökenli insanların başarı öyküleri henüz bireysel nitelikte.

Burada doğup büyüyen üçüncü, belki dördüncü kuşağın bir kısmının hâlâ kendilerini “yabancı” olarak algılaması hayra alamet değil. Üstelik kendilerini Alman toplumuyla özdeşleştiremiyorsa bu yanlış bir yöne doğru gidiş de olabilir! Diasporada yaşayanların problemlerinin çok boyutlu olduğu, bunda birçok sosyal faktörün rol oynadığı biliniyor. Fakat söz konusu yetersiz ve sorunlu gidişattan büyük ölçüde Türk/Müslüman toplumu da sorumlu değil midir?

MİSAFİR İŞÇİLERDEN MÜLTECİLERE

İdeolojik olarak farklı toplum kesimlerine ait Almanların sosyo-politik sorunlarını nasıl çözdüklerine bir bakalım. Meşruiyetini Alman anayasasından alan demokratik enstrümanlarla değil mi… Peki Türk veya Müslümanlar sorunlarını nasıl çözmeye çalışıyor? Dini ve milli kimlik üzerinden… Sonuç ortada. Elbette “diasporada din, milliyet ve kimlik” söz konusu olduğunda birçok gerilim alanları da ortaya çıkıyor. Ne yazık ki şimdiye kadar Müslümanlar, kendilerinin inisiyatif alarak geliştirdikleri sürdürülebilir pratik çözümler ortaya koyamadılar. Türk/Müslüman sosyal grupların çoğu hala büyük ölçüde (dini ve(ya) milli) ideolojik bir yapıya sahiptir. Bu ise hem iç diyaloğun hem de dışarıya dönük bir ‘biz duygusu’nun önündeki en büyük engel gibi duruyor.

Toplumun hatırı sayılır kısmının -hangi kültürel gruptan olursa olsun- çoğulcu demokrasi, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, insan hakları konularında net bir tavır aldığı ve evrensel insani değerleri savunduğu ölçüde karşılıklı saygı ile yapıcı bir birlikte yaşama gerçekleşebilir. Bir yerden çıkmak kolaydır, ama varılması gereken noktaya gelmek ve hoş karşılanmak samimi efor ister. Birinci nesil adı üstünde “misafir işçi” idi. İlk bölümde anlatılan trajediden beklenen bir varoluş gerçekleşemezdi zaten. Bülent Ecevit’in “Konuk İşçi” şiirinde “Yurdunda mı yabancı / Yabanda mı bilemez / O bir konuk her yerde / O bir özlem, bir acı.” dediği gibi yarım asır türlü trajediler, acılar ve özlemlerle geçti. Bundan sonra ne mi olacak? Yeni nesiller; sanat, edebiyat, estetik alanlarında varlık sergileyebildikleri, daha çok bilgi ve kültür üreterek katılımcı/çoğulcu bir anlayışla içinde yaşadıkları topluma artı değer katabildikleri ölçüde Almanya’daki varlıklarının geleceğini belirleyecekler.

MUHAMMET MERTEK
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version