Eser: “Cesaret, Kaygı ve Umutsuzluk, Savaşı İzliyor”, 1850 / James Sant
Bu yazıyı yazarken bir gözümle kur politikalarını takip ediyorum, alışverişte alacaklarımı, özellikle son zamanlarda zam rekoruna koşan ayçiçek yağını, düşünüyorum.
Ülkedeki tek adam rejiminin sonuçları, haber programında konuşulanlar kulağımda çınlıyor.
Kadıköy semalarında sürekli gezen emniyet helikopteri var ki işte bu bana en korkutucusu geliyor… Realitemiz absürd filmlerden bile daha yaratıcı olay örgüsüne sahip.
Günlük hayatın en işlek yerlerinde OHAL düzeninde olduğu gibi eli silahlı, Rambo kıyafetli kolluk kuvvetleri, panzerler ve adını bilmediğim garip zırhlı araçları görerek yaşar olduk. Normal olmayan bu durum, hayatın günlük akışı içinde ‘normalleşti.’
Bu yaşam şekli geçmişte sadece ülkenin doğusunda olurdu ve biz bunları sadece haberlerde görürdük.
Bu yaşam şekli artık Galatasaray Meydanı’nda, Kadıköy Boğa Meydanı’nda, Boğaziçi Üniversitesi’nde… Aslında batının da her yerinde var olmaya çoktan başladı. Bu görünüm ruh halimizi nasıl etkiliyor?
Bu ruh halimizden yola çıkıp doğuda yaşayanların yıllardır bunları daha ağır şartlarda yaşanmış olduğunu düşünelim. Böyle yaparsak, bölge halkının ruh halini tahmin edebilir ya da empati kurabiliriz.
Yolda yürürken polisler ve jandarma yetmez gibi bir de bekçiler ortaya çıktı. Her köşede suçluymuşuz gibi defalarca GBT’mize bakılırken, karşınızdakinin ses tonu ne hissettiriyor?
Pandemi koşulları iktidara göre ‘normalleştikten’ sonra anormal bir hayatı normal gibi yaşamaya başladık. Elbette bunu kendimizi kandırarak yapabildik. Metrolarda ağız ve burun kapalı, otobüslerde ise yine aynı şekilde saatlerce yol gitmeler… Gün içinde onca emek harcayıp sonra nefessiz halde eve geldiğimizde kendimizi ne kadar normal hissettik?
Sabah, akşam bindiğiniz toplu taşımada gördüğünüz somurtkan suratlar size neyi anlatıyor? Umutsuzluk, yorgunluk ve kaygı her kesimden ve sınıftan insanın ortak ruh hali değil mi?
Yakın zamana kadar bir arabanız varsa onunla yolculuk huzur vericiydi. Peki, bu günlerde saatlerce yollarda araç kullanıp eve geldiğinizde nasıl bir enerjiniz var? Mazot aldığınızda ‘Her gün 100 TL‘lik mazot alıyorum’ diyerek kendimizi kandırabiliyor muyuz? Ya da mazot alırken “Hangi kartımı vereyim? Şifresi neydi?” diye düşünürken ki halimiz…
Peki bu psikolojinin kendimizde veya çevremizdeki yansımaları nedir? Genel olarak son 10 yılda antidepresan ilaçların fazlasıyla tüketildiğini okuyoruz. Bu ruh hali ev içi şiddeti de artırmakta. Kadınlara, çocuklara yönelik şiddetin bir sebebi de bu değil mi? Geç saatlere kadar kukumav kuşu gibi düşündüğünüzden uykusuz kaldığınız olmuyor mu?
Bu durumun kendi bireysel hayatımızın dışındaki bir nedenden kaynaklandığının farkında mıyız?
Birey, mutluluğu adına üstüne düşeni yapsa bile ülkedeki iklim daha baskın ve mutsuzluk kaynağı. Bu iklim, aslında hepimizi görünmeyen bağlarla birbirine bağlıyor. “Ülkenin şartları kötü, insanlar mutsuz. Hükümetin üstüne düşenleri yaparak çözüm bulması gerekiyor” dediğinizde, karşınıza kavgacı bir zihniyet çıkıyor.
Meclis’te bazı muhalef partilerinin de katkılarıyla savaş tezkeresine ‘evet’ dendi. O savaşta yer alacak askerlerin ailelerinin ruh halini, ‘Evet’ diyen vekil ve siyasetçiler ne kadar düşündü bilemiyorum. Bu siyasetçilerin çocuklarının kaçı savaş alanında olacak? Bu da ayrı bir mesele…
Netlikle söyleyebilirim ki her sabah uyandığımızda nasıl bir güne, nasıl bir Türkiye’ye uyanacağımızı bilinçaltında da olsa yaşıyoruz.
Bunu aşmanın ve unutmanın yolunu da en hızlı şekilde bize sundular. Diziler! Bu dizileri izlerken gerçekten beynimizi uyuşturup bir nevi antidepresan almış olduğunuzu düşünüyor musunuz. O dizileri yapan emekçilerin halinden, her hafta yeni bir sinema filmi çeker gibi zor şartlarda çalışmalarından bahsetmeden geçemeyeceğim. Bu insanların yıpranmalarının sektöre ve topluma yansıması ne kadar aklımızda?
Kısa süre önce yayınlanan dizileri hatırlayalım. Zenginlik, büyük çiftlik, lüks mekânlar, şatafatlı ağa temaları vardı. Şimdilerde ise bu dizilerin yerini senaryosunu psikologların yazdığı, travmaların işlendiği diziler aldı. İzlerken bir yandan da kendimize “Bree, benden daha kötüleri de varmış!” dediğimiz hiç olmuyor mu?
Bazen yaşadığımız sıkıntılar neticesinde psikiyatriste gitmek isteğiniz hiç olmuyor mu? Sonrasında psikiyatristin görüşme ücretini öğrendikten sonra vazgeçtiğiniz olmadı mı?
Sağlığın en önemli ayağı olan ruhsal sağlığınıza önem vermek bile bu ülkede lüks haline gelmiş durumda. Yanlış anlaşılmasın. Psikiyatrist hakkı olan ücreti talep ediyordur elbette ama sorun şu ki çoğu insan kazandığı parayı buna ayıracak durumda değil. Ülkenin ekonomik koşullarından dolayı böyle bir önceliği olması gerektiğini aklına bile getirmiyor.
Kısa süre evvel bir yerde dinlemiştim. Bir adam psikoloğa gider ve der ki, “Hocam, ben yatakta yatarken altta biri yatıyor diye rahatsız oluyorum. Daha sonra yatağın altına yatıyorum. Bu sefer de üstte biri var gibi oluyor. Bunu çözmek istiyorum.”
Doktor da “2 ay geleceksiniz. Haftada 3 kere. Bu işi çözeriz der.” Bunun üzerine adam doktor ücretini hesaplar ve içinden çıkamaz. Bir arkadaşı yardımcı olmak ister. “Yatağın ayaklarını kesin” der. Adama mantıklı gelir ve tedavi olmak yerine sorunu bu şekilde çözmeye çalışır. Benzer hikâyeler kendimizde veya çevremizde yok mu? Bu geçici çözümlerden sonra ruh halimizle ne kadar sağlıklı bir şekilde yaşayabiliriz ki?
Yakın geçmişte günlük hayatta nefes alacağımız alanlar vardı. Bu alanlar önce betonlaştı, rant alanları oldu, kalanlar ise yok ediliyor. Akıl sağlığımızı mevsiminde denize girerek rahatlatacağım denizlerimizde müsilaj ortaya çıktı. O gördüğünüz vahim hal sizi hiç etkilemiyor mu?
Bugün hepimizin bildiği, düşündüğü gerçekleri aktarmaya çalışıyorum. Biliyorum ki verdiğim örneklerden çok daha bunaltıcı ve kötü durumlar yaşanıyor. Ben bu durumları kendimize bazı zamanlarda hatırlatmak gerektiğini düşündüğüm için yazmak istedim.
Yaşayacak başka bir hayatımız yok. Neşemizi, gülmemizi kaybettirenlere karşı ortak bir sesle ‘’Yeter demek gerek’’ Elinde sadece cep telefonu ve sosyal medya sayesinde yaşam sürdürülmesini sağlayan sisteme “Dur!” demek mümkün. “Her evde 3 cep telefonu var. Zenginleştik.” diyenlere karşı geri adım atmadan…
Ermeni feminist yazar Zabel Yeseyan’ın sözünü hatırlayalım: “Ne olursa olsun ümitsizliğe kapılmamak lazım. Kıvılcımları harlamak gerekir ki, bizi boğan bu karanlık dağılsın.”
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***