Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Fıkıh mı Müslümanların, fıkhî-hukukî tarihsel tecrübe mi?

Fıkıh mı Müslümanların, fıkhî-hukukî tarihsel tecrübe mi?


YORUM | AHMET KURUCAN 

Defalarca yazdım ve konuştum, anlaşılan o ki her fırsatta aynı şeyleri tekrarlamak gerekecek. Anlıyorum ve kabulleniyorum, 14 asrı aşkın bir gelenekten ve o gelenek içinde çok köklü bir biçimde kendine yer etmiş bir kavramdan söz ediyoruz. Dolayısıyla onun terk edilmesi zor hatta imkansız. Kaldı onu terk edelim diyen de yok. “Terk edilsin ve bu kavram bir daha kullanılmasın” denilse ilk itiraz edenlerden birisi ben olurum. Ama doğru kullanılması, anlam çerçevesinin dışına çıkılmaması ve suistimal edilmemesi şartıyla.

Fıkıh kavramından bahsediyorum. Dediğim şey aslında çok basit. Anlaşılması için çok büyük fikri çabalar gerektirmeyecek bir mahiyet ve muhtevaya sahip. Fıkıh farklı bir şeydir, Müslümanların fıkhi-hukuki tecrübesi farklı bir şeydir. Müslümanların fıkhi-hukuki tecrübesi yaşanmışlığı ve tarihi ifade eder. Fıkıh ise ıstılahî manası itibariyle toplumsal hayat adına Kur’an ve Nebevi öğretilere ters düşmeyecek istikamette genel ilkeler, prensipler ve/ya özel hükümler ve kaideler koyan bir alandır. Söz konusu bu genel ve özel alan ibadet dediğimiz Allah-kul ilişkisinden insan-insan ve insan çevre ilişkisine kadar insan hayatının tüm alanlarını içine bir kapsama sahiptir. Başka bir anlatımla, fıkıh hayattır. Hayatla içli dışlıdır. Yaşanan hayattan bağımsız bir fıkıh düşünülemez. Bunun içindir ki hayat ile fıkıh arasında canlı ve sürekli yenilenebilen bir bağ olmak zorundadır.

Bu önemli nokta atlanacak ve kale alınmayacak olursa yani fıkıh hayattan kopartılacak olursa Müslüman kendi zamanının değil o fıkhın, o fıkhi düşüncelerin ve tecrübelerin üretildiği ve yaşandığı zamanının çocuğu olur. Kendini adeta o zamanda yaşamaya zorlar. Zorlar ama içinde yaşadığı değişken hayat şartları ona imkan tanımaz. Bu durumda da Müslüman ikilem içinde kalır. Bir tarafta bir zamanlar Müslümanların hayatını düzenlemiş hükümler ve içtihatlar diğer tarafta onlarla büyük bir çoğunluğu uyum içinde olmayan hayatın gerçekleri ve dayatmaları.

Çocukluğumda yakın aile çevremdeki büyüklerimden duyduğum bir söz vardı: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy.” Çok anlam veremezdim ben söze. Cemaatle tanışmamın ardından onların din olgu ve algısına muhalif düşünce ve davranışları zikrettiğim zaman söylerlerdi bana bunu. Yıllar sonra anladım ben bu sözün ifade ettiği hakikati. Zira o öğretiler onlara göre yatağında akıp giden bir nehir misali akıp giden hayatın tabii şartları ile uyum içinde değildi ve onlarla yaşanması imkansızdı. Dolayısıyla bu ikisinin çarpışacağını öngörüyorlardı ve bana demek istiyorlardı ki: “Böyle gidersen bugünde dünü yaşayacak, dündeymiş gibi bugününü yaşamaya çalışacaksın, yapamazsın.”

Şunu kabullenmek zorundayız, Müslümanlar olarak bizler fıkhi bağlamda zihni ve ameli yenilenmeyi gerçekleştirmedik. İman, ibadet ve ahlaki değerler, hükümler, emirler, yasaklar bir tarafa özellikle sosyal hayatımızı şekillendiren, hayat felsefemizi ve dünya görüşümüzü belirleyen kısmı itibariyle İslam’ın erken dönemlerde gördüğümüz fikri canlılığı yakalayamadık. İçtihadî düşüncelerde yeniliğe gidemedik. Müçtehitleri kategorilendirirken bile özgür düşüncenin önünü kapatacak isimlendirmelerde bulunduk. “Sadece mezhebin imkanları ile senden önce düşünce üreten insanların çizdiği sınırlar içinde düşünce üretebilirsin” dedik veya “Sadece bir meselede görüş ileri sürebilirsin ama asla mutlak anlamda ne bir usul ortaya koyabilir ne de kurucu imamların yaptığı gibi hayatın her alanında söz söyleyebilecek bir kıvama gelebilirsin.” dedik. “Müçtehid fi’l mezhep” ve “müctehid fi’l” kavramları bir manada bu demektir. Bu tavırlarımızla kendi kendimize bir kale inşa ettik ve kendimizi kalenin içine adeta hapsettik. Sonra hayatın kaçınılmaz gerçekleri ile çarpışınca da hile-i şer’iyyelerle o kalenin duvarları üzerinden tırmanarak hayata müdahil olmaya çalıştık.

Kalemimi salınca söz uzadı. Yazının başına oturduğumda bunları yazmayı hiç düşünmüyordum oysa. Söylemek istediğim şey şuydu: Özellikle kalem erbabının, halk nezdinde sözünün-sazının kıymeti harbiyesi olan insanlarımızın bu kavramları kullanırken dikkat etmesi lazımdır. Geçenlerde böyle birisinin makalesinde okudum. Mülkiyet ve özgürlük, devlet ve vatandaş ilişkisi adına çok enfes tahlillerde bulunuyor. Dün bugün mukayeseleri yapıyor. Fıkıhta, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyetinde dün ve bugün uygulanan hukuk diyor. Ama fıkhı yukarıda çizmeye çalıştığım kavramsal çerçevenin dışında kullanınca yanlış çıkarımlar karşımıza çıkıyor. Makaleyi okuyan kişi kaynak gösterilen aktarılan o uygulamaları İslam dininin sabit, kıyamete kadar değişmez ve değiştirilemez emri imiş gibi algılıyor. Hatta buna bir de İslam hukuku deyince tabir caizse tüy dikiliyor ve bu anlam okuyucu zihninde keskinleşiyor.

Halbuki doğru takdim şöyle olmalıydı: Mülkiyet ve özgürlük, devlet ve vatandaş ilişkisi adına fıkıhtan aktardığımız bu içtihatlar, uygulamalar bugün siyaset, hukuk tarihi ve hukuk arkeolojisinin konusudur. Hakikaten bu içtihatlar yapılmış, fetvalar verilmiş, kanunlar kaleme alınmış, fermannamelerle halka duyurulmuş, devletin yaptırım gücüyle de tatbik edilmiş ama bunlar ebedi değişmez hükümler değildir, Müslümanların tarihsel tecrübesidir, “sosyal taban” dediğimiz şartları içindeki yaşanmışlıklarıdır.”

Hasılı, fıkhın Müslümanların tarihsel fıkhi tecrübelerinin bir din olan İslam ile özdeşleştirilmesi yanlıştır. Biliyorum ve farkındayım, günümüzde bunun tam tersini düşünen ve savunan binlerce-milyonlarca Müslüman var. Dinin sabiteleri, evrensel ve tarih üstü değerleri ile bu beşeri görüşleri özdeşleştiren, bu uğurda tekellüflü yorumlar yapan, lafzın taşımış olduğu anlamın dışına çıkamayan, gâî ve maksadî yorumlara bütün bütün kapalı olan, tarihin sonunu ilan edip hayatı donduran Müslümanlar var. Ama onların varlığı, söylemlerini devam ettirmeleri hakikatle bağdaşmıyor. Zira fıkıh farklı, İslam fıkhı farklı, İslam’ın fıkhı farklı, İslam hukuku farklıdır ve farklı anlam çerçevelerine sahiptir.

Son söz olarak şunu diyebilirim: Fıkıh, İslam hukuku, Osmanlı, Cumhuriyet Türkiye’si vs. diyerek tarihi bir çizgi ve seyir içinde mukayeselerin yapıldığı yazılarda bu ince ayrıma dikkat edilmesi gerektiğini inanıyorum. Söz konusu mukayeselerde fıkıh müdevvanatından örnekler verirken “Onlar bugün de uygulanabilir, geçerliliklerini devam ettiriyor, hala yürürlükte” tarzında bir dil kullanmamaya ve böyle bir yaklaşım sergilememeye özen göstermeliyiz. Zaten bunu böyle kabul eden bir kitle var. O kitleye bu anlayışının yanlış olduğunu vurgulamak öncelikle kalem erbabına düşer.

Son dedim ama muhtemel bir soruya bir cümle cevap ile bitireyim. Soru şu: “Bu düşüncelere göre elimizdeki İslam hukukunun hukuk tarihinin konusu olan mesela Roma veya Bizans hukukundan farkı yok diyebilir miyiz?” Bunun cevabını daha önce yayınlanan bir çok yazımda uzunca yazmıştım. Hayır, böyle diyemeyiz. İslam hukukunun sadece ibadetler boyutu bile bu soruya evet cevabı vermeyi imkansız kılar.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version