Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Kadın, mutfak ve memleket

Kadın, mutfak ve memleket

Uzun zamandır yazmak istediğim bu yazının bağlamına oturması için bir vesile bekledim. Bu vesile Hayko Bağdat’ın Alin Ozinian’a söyledikleri oldu. Gerçek bir sohbetti, sahiciydi, samimiydi. Sürgünde bir gazeteci olan Hayko Bağdat tehditlerin ve siyasi gerilimlerin değil, okuldan aç gelen çocukların yemeği beğenmemesinin en büyük korkusu olduğunu söylüyordu. Evde yapılan görev paylaşımında yemek yapmak kendisine düşmüştü ve o da bu görevi hakkıyla yerine getirmek için elinde geleni yaptığını anlatıyordu; çünkü çocukları doyurmak ciddi bir iştir. Sadece doyurmak değil, kendisine, ailesine ait bir damak zevki geliştirmek de öyle. Yaprak sarması yaparken dinlediğim sohbetin hemen ardından notlarımı aldım. İşte dedim mutfakla serüvenimi anlatmak için bir vesile. Kişisel bir konu gibi görünse de öyle değil. Anlatayım.

Virginia Woolf’un sanki hiç kimse bir çorba içmiyormuş gibi romancıların yenen yemekler üzerine nadiren söz söylediklerinden bahsediyordu Kendine Ait Bir Oda’da. Oysa mutfak evin merkezidir çünkü insanın en temel ihtiyacıdır beslenme. Düğün de cenaze de olsa o yemek yenir. Evet yemek için yaşamayalım ama yaşamak için yemek zorunluluktur. Cenaze evine yemek taşır, özel günlerde önce ikramları düşünürüz. Ve kadınların yüzyıllardır hayatındaki en değişmez sorudur: “akşama ne pişireyim”. Cinsiyetler arası iş bölümüne girmek istemiyorum, belki bir mutfak adası gibi etrafında dolaşacağım sadece. İnsanın karnını doyurmayı öğrenmesi cinsiyete bağlı bir durum değil, bir makarna ya da menemen yapmak, yemeğin altını doğru zamanda kapatmak, tuzu baharatı kararında kullanmayı öğrenmek herkesin bilmesi gereken hayati bilgiler. Keşke okullarda “hayatta kalma yolları” başlığında yemek yapmak da öğretilse ne güzel olur, yaptıysa bunu da Japonlar yapmıştır.

Benim için yemek yapabilmek, belli bir yaşa kadar dengeli beslenmek pek bir şey ifade etmezdi. Hatta insanın birkaç bisküvi ile doyabildiğini düşünür bu meselenin neden bu kadar abartıldığına şaşardım. Soğan, biber ve salçanın bir araya gelip bir yemeğe dönüşmesi fikri bile bana inanılmaz gelirdi. Annemden yemek yapmayı öğrenmedim, ben mi çok uzak durdum o mu beni farklı nedenlerle uzak tuttu orası biraz karışık. Karışık diyorum zira Elif E. Akşit’in Annemle Ben’de yazdığı gibi, belki de “başka türlü bir kadınlık” bulabilmek için ev işlerini öğrenmek istemedim ve belki annem de “okumaya çok meraklı olan kızını”, beni bu işlerden en azından kendi evinde azad etti. Elif’in o yazıda çok da güzel ifade ettiği gibi: “Yeni bir kadınlık yaratmak, kendileri gibi olmasınlar, eve hapsolmasınlar diye bildiklerini kızlarına öğretmeyen anneler ve ne olmamaları gerektiğini bilmekle beraber ne olmaları gerektiğini bilmeyen kızları”, yani ben ve benim gibiler. Teknolojinin pek de gelişmediği ve pek çok işin insan gücüyle halledildiği 1980’li yılların, misafiri de hiç eksik olmayan evimizde, annemin mutfakta bizimle geçireceği, oyalanacağı, bize bir şeyler öğreteceği bir vakti olmuyordu. Her şey çabucak hazırlanmalıydı. Öğrenmek istiyorsam dikkatle izlemeliydim. Benim de izleyerek öğrenme yeteneğim zayıfmış ya da aklım başka başka yerlerdeymiş ki, olmadı. Eve gelen komşu teyzelerin “ocakta yemeğim var” deyişlerindeki yemeği sahiplenme vurgusunu garipserdim, yadırgardım. Ataerkil bir düzen içinde büyüyen her Türkiyeli kadın gibi, kadınla ilişkili işlerin “değersiz”leştirildiği yurdumda yemek ve diğer ev işlerine karşı hep mesafeliydim.
Sevgili Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanının merkezindeki Aysel’in otel odasında gördüğü rüya aslında Türkiyede modernleşme sürecinde kadının ne denli zorlu bir çatışma içinde olduğunu ironiyle son derece başarılı bir biçimde gösteriyordu. Aysel rüyasında doçentlikten profesörlüğe geçme sınavında ve profesörlük tezimi sunacakken her şey birbirine karışıyordu: “Sağ yanındaki yeşil gözlü altı profesörle sol yanındaki yeşil yüzlü altı profesörün ellerindeki ağır, kocaman ciltler meğer kitap değilmiş. Birer yemek tabağıymış. Çatal bıçakları da var. Masanın çevresinde oturuyorlar bu kez. Çatal bıçaklarıyla tempo tutuyorlar: ‘Getir tezini, getir teziniii!… Getir tezini, getir tezini!!!’ Önlerine telaşla bir tencere dolma koyduğumun ayırdında değilmişim. Birden anlıyorum ki tezim değil, dolma tenceresi bu. Çok utanıyorum”. Edebiyat pek çok konuda olduğu gibi bu anlamda da yaşadığım ikilemlerle yüzleşmem konusunda yol gösterdi.

Hayat aslında bana yıllar öncesinden göz kırpmıştı. On sekiz yaşımdayken yayımlanan ilk yazım, Selim İleri’nin Oburcuğun Edebiyat Kitabı hakkındaydı. Evlenmeden hemen öncesindeyse her şeyi kitaplardan öğrendiğim için kendime bir yemek kitabı aldım: Tembel Yemek Kitabı. Cacığın bile tarifini veren bir kitaptı. Tam bana göreydi. Yavaş yavaş öğrenmeye başladım, ama gönülsüzce. Ne zaman ki kızım ve oğlum doğdu ve onlar daha küçücükken Amerikaya taşındık, o zaman çocuklar için pişirmeye başladım. Tıpkı Hayko Bağdat’ın endişesi gibi bir endişeyle, çünkü insan evladının sadece karnı değil, gözü de gönlü de doysun istiyor.

Türkiyede “Amerikan mutfak” denilen mimari çözümün de işlerimi kolaylaştırmasındaki payından bahsetmeliyim. Küçük mutfaklarda “kaderine terk edilen” kadınların aksine burda ev halkı ile içiçe yan yana pişirmek, yıkamak, birlikte hazırlamak, yemek daha zevkli bir hale geliyor. Dolayısıyla “cinsiyetleştirilmiş bir mekan olarak mutfak” evin ayrı, uzak bir köşesi değil tam merkezinde herkesin birlikte zaman geçirebildiği bir yere dönüşüyor. Çocukların etkinlik ve ödev yaparken yemek yapan ebeveynin onlarla rahatça iletişim kurmasını, sohbet etmesini, çocuğun yapılan işin bir parçası olmasını ve öğrenmesini kolaylaştırıyor. Son altı yıldır, karantinanın da etkisiyle yoğurduğum hamurun, doğradığım soğanın, patatesin haddi hesabı yok. Bunun yanında özlediğimiz lezzetlerin peşine düşmek çocuklar bunu da tatsın, bilsin, öğrensin diye onlara memleketin bir parçası gibi sunduğumuz, yedirirken memleketi anlattığımız yemekleri yapabilme çabası benim gibi yemek yemeyi çok da bilmeyen birinin bile yeteneklerini inkişaf ettirdi. Oya Baydar da yemek yapmayı Almanya’da sürgün günlerinde öğrendiğini anlatıyordu bir röportajında. Hayat geçmek istemediğimiz yerlere yolumuzu düşürüp yaşamak istemediğiniz şeyler yaşattığında hiç bilmediğiniz taraflarınızı tanımanıza neden oluyor. “Memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak” diye mırıldanırken karıştırdığım çorbada, hazırladığım yemekte pişebiliyorsam ne iyi. Benim de en büyük korkum bu!

FİRDEVS CANBAZ YUMUŞAK
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version