Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Hocaefendi yeni bir usûl-ü fıkıh metodolojisi öneriyor mu?

Hocaefendi yeni bir usûl-ü fıkıh metodolojisi öneriyor mu?


YORUM | AHMET KURUCAN

Daha önceki bir yazımda Taliban medreselerinde okutulan kitaplar ile Hocaefendi’nin talebelerine okuttuğu kitapların kesişim kümesinden bahsetmiş, ikisi arasındaki zihniyet farklılığından kaynaklanan yorumlara işaret etmiş ve ardından şu iki soru ile yazıyı bitirmiştim: “Neden o kitapları okutuyor? Usulde iç tutarlılığa sahip bir yenilenme öngörüyor mu?”

İlk sorunun cevabını bu yılın Mayıs ayında yayınlanan “Amerikan veya Avrupa Müslümanlığı” başlıklı yazımda dolaylı da olsa vermiştim. Orada beş ana başlık halinde Müslümanlığın olmazsa olmazlarına değinmiştim. Başlıkları birer cümle ile hatırlatayım. “Bir: Hz. Peygamber’i, hadis ve Nebevi sünneti dışlayan Müslümanlık olmaz. İki: Hz. Peygamber’i, hadis ve Nebevi sünneti dışlayan Müslümanlık olmayacağı gibi tefsiri, kelamı, fıkhı, tasavvufu, felsefeyi ve tarihi dışlayan Müslümanlık da olmaz. Üç: 14 asırlık İslam ilim mirasını olduğu gibi kabul eden Müslümanlık da olmaz. Dört: Global köy adını verdiğimiz içinde yaşadığımız 21. yüzyıl dünyasının gerçekliğini nazara almayan Müslümanlık olmaz. Beş: Ahlaksız Müslümanlık olmaz.”

İşte kesişim kümesinde yerini alan kitapların -isterseniz en genel manada buna gelenek diyelim- hem de ders kitabı olarak okutulmasının temel nedeni Müslümanlığı yeniden inşa ve onu günümüze taşımanın gerekliliğinden dolayı. Zira geleneği olmayan insan olmaz, toplum olmaz, millet olmaz, ilim olmaz ve din olmaz. Onun için mutlaka o geleneğin öğrenilmesi şarttır.

Alanım olduğu için sadece fıkhi/hukuki düzlemden ele alacağım. Bugün hukuk fakültelerinde hukuka giriş derslerinde Solon ve Hammurabi kanunları, Bizans ve Roma hukuku okutulmuyor mu? Şu an yürürlükte olan Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları beyannamesi ders olarak okutuluyor, bunu anlıyoruz da 1215 Magna Carta yani Büyük Özgürlükler Sözleşmesi neden okutuluyor? Çünkü bunların hepsi hem en genel manada hukuk hem de insan hakları ekseninde ana umdelerdir, insanlığın yaptığı hukuk tarihi yolculuğunda köşe taşlarıdır, hukuk geleneğinin bir parçasıdır. Dolayısıyla hasıl-ı tahsil adına kesişim kümesinde yer alan o kitapların okunması ve okutulması, oralarda yer alan bilgilerin bilinmesi hayati derecede önemlidir. Evet, hasıl-ı tahsildir bunun adı ama yeni bir şeyler ortaya koyabilmek, usulde veya fürûda hukuki öğretileri güncelleyebilmek için evvelemirde bu tahsilin yapılması şarttır.

Bu açıdan bakıldığı zaman 14 asra uzanan ilim mirasını bilmek bir araçtır, amaç değil. Eğer siz tam da bu noktada o aracı amaç haline getirirseniz, Taliban misali onları sabite kabul edip bugün de hayata tatbik edilecek hükümler olarak görürseniz güncel hayatla bağınız kopar, dini hayata taşımayı bırakın hayattan dini kovarsınız. Zira yapılması gereken bir önceki yazımda kısaca işaret ettiğim gibi o ilmi alt yapıya sahip olduktan sonra üzerine bir şeyler ilave edebilmektir. Mevlana’ya atfedilen sözle, dün “Dünle beraber gitti, cancağızım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” İşte Hocaefendi ile Taliban zihniyetini ayrıldığı nokta burasıdır.

Şimdi ikinci soruya geçeyim: Pekala Hocaefendi usul dediğimiz düşünce sistematiği, düşünce metodolojisi ya da düşünce üretme mekanizmasında iç tutarlılığa sahip bir yenilenme ya da daha doğru bir tabirle bir model öngörüyor mu? Bu sorunun kısa cevabı hayır. Ama evet cevabına da kapı aralayacak düşünceleri, teklifleri, örnekleri ve çıkışları yok değildir. Dikkat edin evet demiyorum ama ona kapı aralayacak diyorum.

Bu hususu açacağım fakat ondan önce daha önemli gördüğüm bir hususun altını çizmek isterim: Hocaefendi bu bağlamda kendini nasıl tanımlıyor ve nasıl konumlandırıyor? Söz gelimi usûl-ü fıkıhta yeni bir model öngörüyorum, modelim de şu diyor mu? Böyle bir iddiası var mı? Benim bildiğim kadarıyla yok. Böyle olunca herhangi bir iddiasının ya da teklifinin olmadığı bir yerde “Ortaya koyduğu ne var?” ya da “Neden yok?” sorusunu sormanın anlamsız olduğunu düşünürüm. Belki kendini yeterli görmüyor, belki kendi adına belirlediği ve hedeflediği role uygun olduğunu düşünmüyor, belki gerekliliğine inanıyor ama İslami entelektüel zihnin ve taban kitlenin böyle külli bir değişime hazır olduğunu düşünmüyor. Belki yukarıda saydıklarımın hepsi belki de hiçbiri.

Gelelim kapı aralıyor dediğim hususa: Benim kendisi ile olan ve uzun yıllardır devam eden hoca-talebe ilişkimiz içindeki birlikteliğimiz, pratik hayatta gördüğüm örnekler ve yaptığım okumalardan anladığım kadarıyla Hocaefendi yeni düşüncelerin üretilme mekanizması olan usul sistematiği konusunda klasik usulü fıkhın imkanlarının sonuna kadar kullanılmasından yana bir tavır alıyor. Sistematize edilmiş şekliyle kökeni kurucu imamlar dönemine uzanan usûl-ü fıkhın imkanlarının güncel ve aktüel sorunlarımıza cevap ürettiği bir yerde yeni bir metot arayışı içine girmeyi fantezi olarak değerlendiriyor. Bununla beraber onun yetmediği meselelerde usulde tamamlayıcı yeni şeyler ortaya koyma arayışına bir şey demediği gibi kendisi de bu arayışın bir parçası oluyor. Mesela makasıd-ı hamse diye bildiğimiz beş temel esasa özgürlüğün ilave edilmesi gerektiğini söylüyor. Gerçi bunu ilk defa söyleyen o değil. Başkaları da dile getiriyor bu düşünceyi. Hatta adalet ve çevre gibi hususları ilave edenler de var.

Bir misal daha vereyim, Şatibi’nin üzerinde ısrarla durduğu makasıd teorisini, gündelik hayatımızı ilgilendiren nice meselelerde hüküm üretme adına mutlaka müracaat edilmesi gereken bir metot olarak görüyor. Cüveyni’nin şer’i hükümlerin gayeleri eksenindeki düşüncelerinden hareketle İmam Gazzali’nin formüle ettiği zaruriyât, haciyât, tahsiniyât kavramların örneklendirilmelerinde günümüz hayatının olmazsa olmazlarını da katıyor. Nitekim diyalog faaliyetleri, ehli kitapla olan münasebet, cihat, 28 Şubat süreci ve sonrasında kız çocuklarımızın eğitim ve öğretimi, daru’l harb ve daru’l İslam ayrımları ve benzeri daha onlarca konuda dile getirdiği görüşleri önce klasik usulü fıkıh ve beri tarafta makasıd ve maslahat teorilerine müracaatla dile getirdiği görüşlerdir.

Ama bütün bu örnekler yeni bir model önerme anlamına gelmez. Daha açık ve net ifadesiyle Ziya Gökalp’ın öncülüğünü yaptığı İçtimai Usûl-ü Fıkıh nazariyesi gibi bir teorinin sahibi değildir Hocaefendi. Hatta şunu da demek zorundayım bu örneklerde gösterilen tutumun benzeri yeni yaklaşımlar gerektiren başka meselelere uygulamadığı da vakidir. Zaten bu sebeple iç tutarlılık tabirini kullandım. Neden böyle yapıyor o zaman? Cevabını belki, belki, belki diyerek yukarıda vermeye çalıştım.

Netice itibariyle usulde “Yeni bir model öneriyor mu?” sorusuna verilebilecek cevapta bana göre Hocaefendi ne mutaassıp ne geleneksel ne modernist ne de seküler üst başlıkları ile anlatılan alimler kategorisinde yer alıyor. Kazuistik yaklaşımla ele alıp çözüm üretmeye çalıştığı meselelerde bunların hepsinin sentezi sayılabilecek bir zihniyete ve duruşa sahiptir.

Önceki o yazımda seçici okumalardan bahsetmiştim. Belki bir başka yazımda da ona değinirim.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version