Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Göçmen işçiye nankörlüğün abidesi…

Göçmen işçiye nankörlüğün abidesi…


Dün Türkiye’nin Cumhur’cu iktidar kanadıyla Millet’çi muhalefeti cumhuriyet rejiminin 29 Ekim 1923’te kuruluşunun 98. yıldönümünü farklı sloganlarla, ama aynı coşkuyla kutladılar. Sosyal medyada ve ana akım medyanın yazılı ve görsel sayfalarında ilgiyle izledim. Neyin ne olduğunu kısmen anlamaya başladığım 40’lı yılların başından bugüne dek tam 80 yıldır her 29 Ekim’de tanık olduğum, kimilerinde ırkçılığa kadar varan milliyetçi şişinmeler…

Cumhuriyet’in 100. yıldönümü yaklaşırken cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri de gündeme oturduğu için partilerin her biri diğerlerinden daha cumhuriyetçi, daha milliyetçi ve de daha Atatürkçü!

Meclis’te temsil edilen siyasal partilerden sadece ikisinden farklı ses… 

Türkiye İşçi PartisiCumhuriyet’i kuran Mustafa Kemal Atatürk, mücadele arkadaşları ve emekçi halklarımızı saygıyla anıyoruz” dedikten sonra “Özgürce, barış içinde yaşayacağımız ülkeyi, emeğin cumhuriyetini, Sosyalist Türkiye’yi mutlaka kuracağız” çağrısı yapıyor.

Meclis’te üçüncü büyük gruba sahip Halkların Demokratik Partisi ise Türkiye’de mevcut rejimin adının “cumhuriyet” değil faşizm olduğunu vurguladıktan sonra “Biz HDP olarak bütün kimliklerin ve farklılıkların özgürce, bir arada, eşit ve ortak bir şekilde yaşadıkları demokratik bir Cumhuriyet kurmayı amaçlıyoruz. Ya Cumhuriyet demokratikleşecek ve güçlenerek varlığını sürdürecek ya da tekleşerek başka ucube ve faşizan sistemlere evrilecek” diyor.

Günlük basılı medyada da HDP’nin bu çağrısına paralel üç manşet: “Tek adam rejimine karşı Demokratik Cumhuriyet(Bir Gün),Halkın cumhuriyeti için(Evrensel), Çözümün anahtarı Demokratik Cumhuriyet(Yeni Yaşam).

HDP’nin tüm muhalefet güçlerine yaptığı Demokratik Cumhuriyet çağrısının önümüzdeki dönemde daha da yoğunlaşacak olan ittifak ve cumhurbaşkanı adaylığı pazarlıklarında ne denli dikkate alınacağını, HDP’nin böyle bir cumhuriyetin kurucu ve vazgeçilmez güçlerinden biri olarak kabul edilip edilmeyeceğini birkaç aya kadar göreceğiz.

Ancak, Millet İttifakı’nın başı çeken iki partiden İYİP’in HDP ile görüşmelerde ikircikli davranmaya devam etmesi, partinin kuruluş yıldönümünde Meral Akşener’in Türkeş’e övgü ve Kızıl Elma’ya hasret dolu nutuklarla aidiyet gösterisi yapması, daha da ileri giderek Tayyip Erdoğan’ın Suriye’ye operasyon tezkeresine AKP ve MHP ile birlikte “Evet” oyu vermiş olması, ittifakın umut takımından DEVA’nın da oylamada çekimser kalması “bütün kimliklerin ve farklılıkların özgürce, bir arada, eşit ve ortak bir şekilde yaşadıkları demokratik bir Cumhuriyet”in gerçekleştirilmesinin pek de kolay olmayacağını gösteriyor.

Cumhuriyet’in 100. yıldönümü kutlamalarının ön provalarının yaşandığı 29 Ekim’in hemen ardından gelen bugünkü 30 Ekim, Türkiye yakın tarihinin sadece sosyo-ekonomik planda değil, aynı zamanda siyasal planda da en önemli olaylarından birinin yıldönümü.

Bundan tam 60 yıl önce, 30 Ekim1961’de, 2. Dünya Savaşı’nda Almanya’da oluşan işgücü açığının giderilmesi amacıyla Türkiye ile Almanya arasında “Türk İşçi Alımı Anlaşması” imzalanmıştı. 

Emperyalizme bağımlı politikalar yüzünden ekonomik krizin giderek ağırlaşması ve işsizliğin baş edilemeyecek boyutlara ulaşması üzerine çareyi emekçilerini en verimli çağlarında gelişmiş kapitalist ülkelere satmakta gören Türkiye Cumhuriyeti’nin imzaladığı bu anlaşmaya dayanarak 55 işçiden oluşan ilk kafile 27 Kasım 1961 tarihinde “misafir işçi” olarak Düsseldorf Havalimanı’na inmişti. 

Almanya’nın ardından Avusturya, Belçika, Fransa, Hollanda, İsviçre ve İngiltere ile de benzeri anlaşmalar imzalamakta gecikilmeyecekti. Resmi verilere göre, 60 yıldan beri Türkiye dışında çalışan ve yaşayan Türkiye kökenli göçmenlerin sayısı 6,5 milyona ulaşmış, bunların yaklaşık 5,5 milyonu da Batı Avrupa ülkelerine yerleşmiş bulunuyor. Bu zaman birimi içinde Türkiye’ye kesin dönüş yapmış olan 5 milyon kişiyle birlikte hesaplandığında bu sayı 11,5 milyonu aşıyor. 

Bu sayının içinde ekonomik nedenlerle göç edenlerin ve yakınlarının yanı sıra, Türkiye’de bitip tükenmez devlet terörü nedeniyle, 1971 ve 1980 askeri darbelerinden sonra olduğu gibi, AKP iktidarının islamo-faşist rejim kurma sürecinde de Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan çok sayıda siyasal sürgün de bulunuyor.

Bu acılı göç sürecini ben iki kez, 60’lı yılların başında kısa bir süre “ekonomik göçmen” olarak, 1971 darbesinden bugüne kadarki süreçte de “siyasal sürgün” olarak yaşadım.

1961 yılında İzmir Gazeteciler Sendikası temsilcisi olarak Asgari Ücret Komisyonu’nda gazeteci asgari ücretlerinin üç misline çıkartılmasını sağladığım için İzmir’deki gazete patronlarının beni “kara liste”ye alarak işsizliğe mahkum etmeleri üzerine, hayatımı yurt dışında kazanmak için 1962 yılının Haziran ayında kaçak işçi olarak İngiltere’ye gitmiş, orada da Avusturalya’ya gitmek üzere bir anlaşma imzalamıştım.

Ancak 1961’de kurulmuş olup pek varlık gösteremeyen Türkiye İşçi Partisi’nin Mehmet Ali Aybar liderliğinde örgütlenmeye başladığı haberi gelince “göçmen işçi”liğe son verip derhal İzmir’e dönmüştüm.

Hem Balkan göçmeni demiryolcu bir ailenin çocuğu olduğum, hem de ilkokul yıllarım babamın görevli olduğu ara istasyonlarda ilkokul bulunmadığı için hep gurbette geçtiği için “göçmenlik” sorununa duyarlılığım, bu kısa “göçmen işçi”lik döneminde yaşadıklarımla daha da pekişmişti.

1963 yılında TİP’in genel merkezinde görev üstlenmek üzere gittiğim İstanbul’da hem partili, hem de gazeteci ve sendikacı olarak Türkiye’de işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenmesi kadar, Tophane’deki Almanya Göçmen İrtibat Bürosu’nda onur kırıcı biçimde sağlık kontrolünden geçirilen göçmen işçilerimizin sorunları da öncelikle ele aldığım konulardı.

1964’te genel yayın yönetmenliğini üstlendiğim Akşam gazetesinde de, 1967’de yayınlamaya başladığımız Ant dergisinde de ana mücadele konularından biri göçmen işçi sorunlarıydı. Almanya’da ilerici işçilerimizin kurdukları derneklerin faaliyetlerini, yayınladıkları dergileri ve bildirileri Türkiye kamuoyuna en geniş şekilde tanıtıyorduk.

1971 darbesinden sonra Türkiye’den illegal olarak çıkıp Cunta’ya karşı Türkiye Demokratik Direniş örgütünü kurduğumuzda da en büyük desteği onlardan gördük.

1961’in üzerinden 60 yıl, 1971’in üzerinden 50 yıl geçti… 

Türkiye’deki iktidar erkânı ve onların Almanya’daki diplomatik ve örgütsel temsilcileri 60. yıldönümü dolayısıyla yine törenler düzenleyecekler… İlki yarın Almanya başkentinde TC Berlin Başkonsolosluğu’nun “60 Yıllık Başarı Hikayesi: Almanya İkinci Vatan” adı altında düzenlediği panel…

Ancak, TC Devleti’nin on yıllarca işsizlik sorununu hafifleten, gönderdiği döviz tasarruflarıyla ülke ekonomisine nefes aldıran göçmen işçilere ne denli vefalı olduğunun göstergesi, Cumhuriyet’in 50. Yıldönümü vesilesiyle 1973 yılında Almanya Göçmen İrtibat Bürosu’nun bulunduğu Tophane’de dikilmiş bulunan Göçmen İşçi heykelinin, ilgisizlik ve bakımsızlık nedeniyle uzun süre tahribata uğradıktan sonra bugün tamamen ortadan kaybolmuş bulunmasıdır.

Heykelin yaratıcısı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nden heykeltraş Muzaffer Ertoran’dır. Arkeoloji Müzesi’ndeki işine gidip gelirken karşılaştığı göçmen işçilerin durumundan etkilenen Ertoran’ın elinde balyoz tutan, arkasında çark olan iki metrelik beton işçi heykeli Tophane Parkı’nda yerini aldıktan sonra daha bir yılı dolmadan saldırıya uğramaya başlar. Zamanla parmakları, kolu, balyozu kırılır, yüzü katranla sıvanır, o da yetmez başı kopartılır, bacağı tahrip edilir. Heykeltraş Ertoran eserini birkaç kez onarmaya çalışırsa da baş edemez, kendisi de bunun acısıyla 2007 yılında yaşama veda eder. Ardından göçmen işçi heykeli de tamamen kayıplara karışır.

TC Devleti’nin nankörlüğü şaşırtıcı değil… 

Avrupa’ya göçün 60. yıldönümü dolayısıyla olumlu bir girişim Almanya’dan geldi, Kaktüs Münster Kültür Merkezi 28 bilim, sanat, yazın ve siyaset insanının bu konudaki görüşlerini kapsayan Göç-İş-Ütopya* isimli bir kitap yayımlanmış bulunuyor.

Yazar ve şair Molla Demirel’in yayına hazırladığı 396 sayfalık kitapta şu imzalar yer alıyor: Ali Arayıcı, Aydın Çubukçu, Berin Uyar, Cahide Özer, Cansel Kızıltepe, Cem Duman, Claudia Roth, Doğan Akhanlı, Doğan Özgüden, Elif Sofu, Faruk Şen, Fevzi Karadeniz, İbrahim Eroğlu, İsmail Çoban, Kamil Bulut, Kemal Bozay, Kemal Yalçın, Markus Wilhelm Lewe, Michael J. Rainer, Molla Demirel, Murat Tuncel, Onur Güntürkün, Özgür M. Demirel, Paul Leidinger, Safter Çınar, Semra Çelik, Türkan Heinrich, Yücel Feyzioğlu, Yücel Özdemir.

Kitapta, yurt dışındaki göçmenlerimizin karşı karşıya bulunduğu sorunlarla ilgili bir soruya benim Belçika özelini örnekleyerek verdiğim yanıt şöyle:

Göçmenlikte büyük sorun dinsel fanatizmin ve aşırı milliyetçiliğin egemen olduğu ülkelerden gelen göçmenlerin ve yeni kuşakların bu ülkeler yönetimleri ve medyası tarafından sürekli ideolojik kontrol ve baskı altında tutulmasından kaynaklanıyor. 

Belçika’da doğup büyümüş, bu ülkenin okullarında eğitim görmüş olup Türkiyelilere çifte vatandaşlık hakkı tanınmasından da yararlanarak Belçika federal, bölgesel ve yerel meclislerine seçilmiş olan Türk kökenli siyasetçilerin Türk lobisinin uç beyleri gibi davranmaya mecbur edilmeleri, 12 Eylül faşist rejiminin ürünü olan Türk Diyanet Vakfı’nın Türk cami ve derneklerinin çoğunu kontrol ve baskı alında tutması, Türkiye çıkışlı medyanın, hattâ Belçika’da kurulmuş Türkçe dijital gazetelerin Ankara rejiminin sözcüleri gibi Türkiyeli göçmenleri sürekli beyin yıkamaya tabi tutması, hem Belçika demokratik kurumlarının, hem de Türkiyeli insan hakları savunucularının karşılaştıkları en büyük sorunlardan biri… 

Genel olarak Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiye kökenli olan 3. kuşak olarak günümüzde adlandırılan gençlerin Türkiye halklarının kültürüne yaklaşımı ne yazık ki Türk Devleti’nin baskısı ve etkisi altındadır. Göçün yeni kuşakları da maalesef zaman zaman ırkçılığa varan bir aşırı milliyetçiliğin ve dinsel fanatizmin rehinesi durumundadır. 

Türkiye halklarının kültürü dendiğinde sadece Türk ırkının ve İslamın yüceliğine koşullandırılan gençlerin Türkiye’nin diğer halklarının, yani Asurilerin, Ermenilerin ve Kürtlerin kültürlerine mesafeli, hattâ zaman zaman düşmanca davrandıkları bir gerçektir. Avrupa’nın merkezinde Kürt, Ermeni ve Asuri kurumlarına yapılmış olan saldırılar sürgün yaşamımın en acı anılarındandır.

Almanya’daki 60. Yıl kutlamalarından sonra sırada Belçika var… Belçika’ya göçün 2024’e denk gelen 60. yıldönümünde Türkiye tarihsel önemdeki bir seçimden çıkmış olacak.

Türkiye’deki son siyasal gelişmelerin en geç 2023’te, HDP’nin çağrısında belirtilen “bütün kimliklerin ve farklılıkların özgürce, bir arada, eşit ve ortak bir şekilde yaşadıkları demokratik bir Cumhuriyet”le taçlanması hepimizin beklentisi.

Ancak o gerçekleştiği takdirdedir ki, Türk ırkının ve İslamın yüceliğine koşullandırılan gençlerin Türkiye’nin diğer halklarının, yani Asurilerin, Ermenilerin ve Kürtlerin kültürlerine mesafeli, hattâ düşmanca davranmaları son bulacak, Avrupa’nın merkezinde de göçmenliğimizin Asuri, Ermeni, Kürt ve Türk tüm bireyleri haince saldırıların acısını yaşamadan kardeşçe yaşayacak ve yaratacaktır.

Dahası, yurt dışındaki göçmenlerimiz, Avrupa halklarının ve diğer ülkeler göçmenlerinin gözünde islamo-faşist bir rejimin destekçisi ve alkışçısı olarak görünme utancından kurtulacaklardır.

* İletişim: [email protected]

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version