Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Döviz şoku ve halkın hissettiği kriz

Döviz şoku ve halkın hissettiği kriz


Merkez Bankası’nın 24 Eylül’deki 1 puanlık faiz indiriminin tetiklediği döviz şoku, 13-15 Ekim’de yeni bir mali krize dönüşerek Türkiye ekonomisini sarstı.

Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu’nun TBMM’deki beyanatında “kur artışının faizle ilgisi yok” demesi ve Merkez Bankası yönetiminde faiz indirimine karşı olanların tasfiyesi, 21 Ekim’deki Para Politikası Kurulu toplantısı öncesi, faiz indirimlerinin süreceği mesajı olarak algılandı. Böylece, Eylül başında 8,3 TL olan dolar kuru 9,25’e Euro kuru ise 10,75’e fırladı. Dövizdeki bu ani sıçrama Türkiye’nin içinde kıvrandığı döviz finansmanı krizinin son ortağı oldu. Altı ayda bir (Kasım 2020, Mart 2021, Ekim 2021) vuran döviz şokları, adeta hasta bir bünyenin kalp krizleri gibi.

MERKEZ BANKASI ASLINDA FAİZLERİ ARTIRIYOR

Son döviz şokunun temel sebebi, Merkez Bankası’nın, tamamen aksi yöndeki, elverişsiz iç ve dış finansal koşullara rağmen, politika faizinde indirime gitmesidir. Kavcıoğlu’nun önceki açıklamaları “politika faizinin enflasyonun üzerinde bu düzeyde saptanacağı” yönünde idi. Ancak Ağustos’ta TÜFE % 19,25 ile politika faizini aşınca, Merkez Bankası önceki açıklamalarının tam tersine, politika faizini indirdi. Eylül enflasyonu, TÜİK’e göre yıllık % 19,53, sivil inisiyatif “ENA Grup”a göre ise % 44,70 oldu. Buna rağmen 21 Ekim’de yeni bir faiz indirimi gündemde. Bunda Erdoğan’ın verdiği talimatların büyük etkisi olduğunu biliyoruz. Erdoğan’a göre, “faiz maliyetleri düşünce”, fiyatlar düşecek, yatırımlar ise artacaktı. Bu nedenle Temmuz-Ağustos’tan itibaren faizlerin düşürülmelerinin yıl sonuna kadar sürerek, politika faizinin % 15 düzeyine indirileceği beklentisi oluştu.

Oysa aynı dönem, ABD Merkez Bankası FED’in parasal sıkılaştırma (pahalı dolar) işaretlerini verdiği; ABD 10 yıllık faizlerinin artmaya (ve dünyadaki para-sermayeleri kendini çekmeye) başladığı bir dönemdi. Keza dünyada enerji tedariği krizinin baş gösterdiği, doğalgaz ve petrol fiyatlarında suni artışları yaşandığı bir dönemdi. Petrol ülkesi olan Norveç bile faiz artışına giderken, Türkiye Merkez Bankası tepeden inme bir kararla faizi indiriverdi. TL’nin koruma kalkanlarını da indirmiş oldu. Neticede beklenen oldu ve TL’nin değeri serbest düşüşe geçti.

Türkiye’nin 10 yıllık hazine tahvillerinin faizi 11 Eylül’de % 16,6 idi. 15 Ekim itibariyle % 19,95 oldu. 1 puanlık politika faizi indiriminin bedeli, 3,35 puanlık tahvil faizi artışı oldu.

Türkiye’nin kredi iflas risk primi (CDS) Eylül başında 365 iken, 14 Ekim itibariyle 453 puana çıktı. CDS’nin artması, döviz kredilerine ödeyeceğimiz asgari faiz de artması anlamına geliyor. Yani 1 puanlık politika faizi indiriminin bir diğer bedeli olarak, Türkiye dolar/euro kredilerine 0,88 puan daha fazla faiz ödeyecek. Zaten dövize %6 – 6,5 düzeyinde faiz ödüyorduk, şimdi bu % 7-7,8 düzeyine çıkacak demektir. Demek ki, aslında, Merkez Bankası, faizleri indirmemiş, tersine artırmış oldu.

Türkiye’de kapitalistler büyük ölçekli sabit sermaye yatırımlarını (o hacimde TL kredisi bulma çok zor olduğu için) genellikle döviz kredileriyle yapmaktadırlar. O bakımdan, MB’nin “faiz indirimi”, hem döviz kurlarını yükselttiği, hem de döviz kredisi faizlerini yükselttiği için, gerçekte yatırım maliyetlerini artırmıştır. Bu nedenle büyük ölçekli kapitalist yatırımların azalacağını, sanayi şirketlerinin bilançolarındaki borç hanelerini şişeceğini ve sanayide bu durağanlığın ortaya çıkacağını öngörebiliriz.

Ancak diğer yandan TL ucuzladıkça, hem sanayi tesisleri hem de işgücü dolar bazında ucuzlamaktadır. Örneğin, şu anda dolar cinsinden asgari ücret, Çin’in altına düşmüş durumdadır. Pandemi sonrası dönemde Çin’in ihracatta yaşadığı lojistik sorunları ve yükselen nakliye masraflarıyla da birlikte, iktidar Türkiye’nin Çin’in yerini alabileceğini hesaplamaktadır.

Türkiye’de emeğin en ağır şartlarda sömürüsü ile sanayi üretimi ve ihracat artırılsa da, artan döviz kurları nedeniyle artı-değerin büyük kısmı yurtdışına gidiyor. Döviz kurlarındaki artış, sermaye finansman maliyetlerini yükseltilen kar oranını düşürüyor. Sermayenin buna yanıtı ise sendikasızlaştırma, sigortasız çalıştırma, göçmen (Suriyeli, Afgan, vd.) emeğinin en vahşi sömürüsü oluyor. Sanayi üretimi, yeni yatırımlarla istihdam yaratarak değil, aynı işçileri daha uzun sürelerde ve daha yoğun çalıştırarak büyütülüyor. O yüzden, göstermelik büyüme rakamlarına rağmen, istihdam 2017’den beri (4 yıldır!) yerinde sayıyor.

UCUZ TL’NİN İHRACATÇILARA FAYDASI VAR MI? 

Cemil Ertem gibi saray iktisatçılarının öne sürdüğünün aksine, ucuz TL’nin aslında ihracatçılara da pek bir faydası yok. Zira Türkiye’de hemen her ihracatçı aynı zamanda ithalatçı konumunda. Türkiye’nin sanayi ihracatı, ithal aramalarının ve hammaddelerin, yine ithal makinelerle ve ithal enerjiyle işlenip yurtdışına satılması şeklinde işliyor. Bu kalemlerin pek çoğunun kısa vade de yerli mallarla ikame edilmesi mümkün değil. Demek ki, döviz kurları yükselince, bir yandan ihracat pazarları genişler ve ihraç edilen mal miktarı artarken, diğer yandan ise ithalatın değeri de yükseliyor. Böylece işçilerin “suyunu sıkarak” elde edilen kar da yurtdışına gidiyor.

TUİK’e göre, bu yılın ilk 8 ayında ihraç edilen mal miktarı % 25,6 artarken, yapılan ihracatın değer endeksi % 95 artmış. Buna karşılık, ithal edilen mal miktarı sadece % 4,9 artarken ithalatın değer endeksi ise % 20,1 artmış.

Tek başına Ağustos verisi çok daha çarpıcı! Ağustos’ta (geçen yılın aynı ayına göre) ihracat miktarı % 38,2 artarken, ihracat birim değeri % 9,9 artmış. Ne var ki, ithalat miktarı % 2,7 düşerken, ithalat birim değeri % 27,1 artmış! (Veriler; İ. Kahveci, Karar, 14.10.2021 ve Cumhuriyet, 14.10.2021)

Demek ki, Türkiye ürettiklerini yok pahasına satarken, ithal malları ise ateş pahasına alıyor. Döviz makası sebebiyle çok verip az almış. Sırf nakit dövize ulaşabilmek için “eşitsiz değişime” mecbur kalmış. İktisatta buna “yoksullaştıran büyüme” deniyor. Ticaret Bakanlığı’nın “rekor ihracat” açıklamalarını dinlerken bunları akılda tutmakta fayda var.

HAYAT PAHALANACAK

TL’nin değer kaybı, en çok yoksulların ve emekçilerin alım gücünü etkileyecek. İğneden ipliğe her şey zamlanacak. Doğalgaz-benzin fiyatları artacak. İthal ürünler el yakacak. Gıda enflasyonu tırmanacak. Yani yüksek döviz kuru, fabrikada işçinin daha yoğun sömürülmesine yol açarken, çarşı-pazarda da yoksul halkın alım gücünü düşürüyor.

Servetlerin döviz cinsinden tutulduğu, gelirlerin (özellikle emek gelirlerinin) ise TL cinsinde kazanıldığı Türkiye’de, enflasyon servetleri eritmemekte ama gerçek ücretleri eritmektedir. AKP’li “yeni zenginler” yüksek dövizden büyük kazanlar elde ediyorlar. Yüksek döviz kuru, yoksuldan zengine gelir transferinin acımasız bir yöntemidir. İşte halkın “hissettiği kriz”, bütün bu sebeplerle, büyüme rakamlarına rağmen hafiflemiyor.

FAİZ İNDİRİMİ SÜRER Mİ?

Peki bütün bunların ardından, doların 10-11 TL seviyelerine fırlamasını dahi göze alarak, Merkez Bankası faiz indirimlerine devam edebilir mi? Seçim atmosferine giren ülkede, iktidarın elini rahatlatmak, ucuz kredilerle suni bir bolluk ortamı sağlamak adına üst üste indirimlerle politika faizi % 15’e çekilebilir mi? PPK’ye yeni atanan üye Yusuf Tuna’nın dilediği üzere, “Merkez Bankası faizleri 1 – 3 puan daha düşür”e bilir mi? Bu soruların yanıtı, AKP/Erdoğan iktidarının yapacağı tercihlere ve göze alacağı islere bağlıdır.

Herakleitos’un deyişiyle; “aynı nehirde iki kere yıkanılmaz.” 2017, 2019 ve 2020’de olmak üzere daha önce 3 kez uygulanan bu politika, her seferinde bir öncekinden çok daha büyük kredi miktarları gerektirdi ve yine her seferinde döviz kurunu tarihi rekorlara iten mali krizlerle noktalandı. 13-15 Ekim’de yaşanan mali şokun şiddetine bakılırsa, öngörülen hızda bir faiz indirimi, bu sefer tam bir mali iflasla sonuçlanabilir.

Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version