Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türk tarih tezi eleştirisine katkı (tartışmanın devamı)

Türk tarih tezi eleştirisine katkı (tartışmanın devamı)


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Daha önce resmi Türk tarih tezine (historiyografi) eleştiri getiren denemeler kaleme almıştım. Bu yazıda birkaç örnekle, okul müfredatlarında ve Türk akademiyasında Türk tarih tezlerinin – özellikle Anadolu’nun Türkleşmesi konusunun – nasıl ele alındığını incelemek istiyorum.

Konunun Milli Eğitim Bakanlığı müfredatlarında planlanma şekli ve işlenmesi bağlamında 10. sınıf iyi bir örnek oluşturuyor. Bu sınıfın ders kitaplarında Türklerin Anadolu’ya göçü, Anadolu’nun Türkleşmesi, Anadolu’nun “Türk yurdu” haline gelmesi gibi konu başlıkları altında, Anadolu’nun Orta Asya’lı Oğuz (Türkmen) ve diğer Türkî ve topluluklara ait ordularca nasıl ele geçirildiği anlatılıyor. Gelin bir örnek sunayım:

“Anadolu’nun Türkleşmesi, 1071 yılında Malazgirt Meydan Muharebesi ile başlamıştır. Türkler Orta Asya’dan göçüp Anadolu coğrafyasına yerleşmeye başlamışlardır. Malazgirt Meydan Muharebesi sonrasında beylikler kurulmuş ve bu beylikler alan hâkimiyeti elde etmek adına çeşitli çalışmalar yapmışlardır. Malazgirt Savaşı’nın yaşanmasının ardından Anadolu, Türklerin yaşam alanı olmaya başlamıştır. Malazgirt Savaşı ile Anadolu Selçuklu Devleti, Türk topraklarına adım atmış ve Bizans’ın bu topraklar üzerindeki hâkimiyetine son vermiştir. Türklerin, Anadolu’daki tarihi Oğuz Türklerinden olan Selçuklu Devleti’nin yaptığı bu fetihle başlamıştır. Çağrı Bey Anadolu’ya yaptığı keşifler sayesinde Anadolu topraklarını daha yakından tanıma olanağı bulmuştur.(…) 1048 yılında yaşanan Pasinler Savaşı da Malazgirt Savaşı öncesinde Anadolu üzerinde Bizans gücünün etkisinde azaltma yaratmayı başarmıştır. Anadolu’nun Türk yurdu olmasında tarih içinde birçok önemli savaş meydana gelmiştir. Bunlardan ilki 1040 yılında gerçekleşen Dandanakan Savaşıdır. Ardından 1071 yılında Bizans ile Türk orduları arasında Malazgirt Savaşı meydana gelerek Anadolu’nun kapıları Türklere açılmıştır. 1176 yılında gerçekleşen Miryokefalon Savaşı sonucunda Anadolu coğrafyası Türk yurdu haline gelmiştir. Bu savaşla Anadolu’nun Türklere ait olduğu kanıtlanmıştır. Anadolu coğrafyasından Türklerin çıkarılamayacağı anlaşılmıştır. Türkler, Anadolu’yu yurt edinmiş ve bedel ödeyerek vatanlarını savunmaya başlamışlardır. Bin yıllık vetire (süreç) böylece kesin olarak başlamıştır. Tarih boyunca da bu şekilde de devam etmiştir. En son Milli Mücadele de Anadolu’nun terk edilemez olduğu gözler önüne sermiştir…”

Şimdi de konu bir yerli ansiklopedi tarafından nasıl ele alınmış ona bakalım. İslam Ansiklopedisi, akademik düzeyi ile saygı gören bir ansiklopedidir. Konuyu ilgili madde (Anadolu) şu şekilde ele alıyor:

“Anadolu’nun fethi ve burada meydana gelen Türk yerleşmesi, geniş çapta, XI. yüzyılda İran’da kurulup güçlü bir imparatorluk haline gelen Büyük Selçuklu Devleti’ndeki etnik ve demografik gelişmelerle ilgilidir. XI-XII. yüzyıllarda İran, bilhassa Horasan ve Azerbaycan, çoğunluğu yeni Müslüman olmuş Türk nüfusuyla dolmaya başlamıştı. Büyük Selçuklu Devleti için, söz konusu bölgelerde yığılan bu nüfusun ihtiyaçlarını gidermek, onlara kışlak ve yaylak tahsis etmek, sonra da uygun birtakım hizmetlerde kullanmak, ayrıca nizam ve intizamın bozulmasına engel olmak mesele haline gelmişti. Kısaca, kendi topraklarının tahammülünü aşan bu nüfus potansiyelinin uygun bir araziye aktarılması önem kazanıyordu. İşte Anadolu o tarihlerde bu iş için en elverişli yer olarak göründü. Böylece Büyük Selçuklular Bizans’a karşı cihad ve gazâ vazifesini de yerine getirmiş olacaklardı. Daha 1071’deki Malazgirt Savaşı’ndan önce, Türkler Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “din uğrunda muharebe eden gaziler” olarak göründüler. Bizans’ın çeşitli sebeplerle zayıf olan bu doğu eyaletleri Türk akınlarına fazla mukavemet edememekle beraber yine de karşı koymaya çalışıyordu. Bununla beraber Türkler’in Anadolu’ya yoğun bir şekilde yerleşmeye başlamaları Malazgirt Savaşı’nı takip eden yıllarda olmuştur. İşte bu devirden itibaren artan Türk göçleri aralıklarla XIV. yüzyıla kadar devam etti. Büyük çoğunluğunu Müslüman Oğuzların (Türkmenler) teşkil ettiği, fakat aralarında Kıpçaklar, Karluklar, Halaçlar ve hatta Uygurların da bulunduğu Türkler, başta Mâverâünnehir olmak üzere Harezm, Horasan, Azerbaycan ve Arrân bölgelerinden Anadolu’ya akıyorlardı. (…)  XIII. yüzyılda Anadolu’nun içtimaî, iktisadî, kültürel ve bilhassa dinî hayatını geniş çapta etkileyen başlıca iki büyük göç dalgası meydana gelmiştir. Bunlardan ilki, asrın başlarında Karahıtaylar’la Hârizmşahlar arasındaki mücadeleler dolayısıyla, Fergana yöresindeki nüfusun önemli bir kısmının batıya göçü ile gerçekleşti. Bu gruptan Hârizmli ve öteki Türkler’den meydana gelen bir miktarı Anadolu’ya yerleşti. Bunlar daha ziyade yerleşik bir hayat tarzına sahipti. (…) İkinci dalga ise 1220’lerden itibaren Moğol istilâsının meydana geldiği tarihlerde vuku buldu. Bu göç ile Mâverâünnehir’den Arrân’a kadar olan bütün bölgelerde mevcut Türk nüfusunun büyük bir kısmı Anadolu’ya girdi ve yerleşti. Bunlar arasında hayli miktarda yerleşik hayat sürdürenler bulunmakla beraber ekseriyet göçebe veya yarı göçebe idi. Aralarında az da olsa henüz Müslüman olmamış Türkler de bulunmaktaydı. İşte gerek bu iki büyük göç dalgası gerekse diğer göçler sebebiyle Anadolu Müslüman Türkler’le doldu. Bu göçmen kitlenin gerçek miktarının ne kadar olduğunu kesin bir şekilde belirleyecek hiçbir istatistik bilgi bulunmamaktadır. Bununla beraber bu miktarın Anadolu’nun yerli sakinlerinin epeyce üstünde bir sayıya ulaştığı muhakkaktır. (…)”

Görüldüğü gibi, okul kitaplarındaki anlatı ile ansiklopedik anlatı birbirleriyle büyük oranda örtüşüyor. Ansiklopedi daha fazla detaya girmekle beraber, ana öyküye sadık kalıyor. Bu öykünün temelini, Orta Asyalı bir halkın Anadolu’yu askeri olarak ele geçirmesi oluşturuyor. Ansiklopedi, nüfus üstünlüğü sağlama teorisini detaylandırarak, yeni gelenlerin (Orta Asyalı Türkmenlerin) sayısının, Anadolu yerli halkının sayısından “epeyce üstünde” olduğunu yazıyor.

Gelelim akademik yayınlara.

Prof. Dr. Mustafa Kafalı, “Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi” başlıklı akademik makalesinde şunları yazıyor: “Türk fütuhat hareketinin Anadolu’yu vatan tutmaya yöneldiği bu sırada Anadolu’nun umumi durumunu izah etmekte fayda vardır: Atalarımız tarafından fethedilişinin arefesinde Anadolu, nüfusunu kaybetmiş ve harabeye dönmüş bir coğrafya durumundadır. (…) Anadolu’nun fethini takiben Sır-Derya ve Maveraünnehir’deki Oğuz İli’nin geri kalan kısmı da Anadolu’ya akmaya başladı. Birbiri ardınca gelen göç dalgaları Anadolu sathında yayıldılar. Oğuz İli’nin 24 boyu bu yeni vatan coğrafyasında yerleştiler. Malazgirt zaferine kadar asırlar boyu “Cihat Sahası” olan Anadolu, artık yeni sahibi Türklere “Vatan” olmakta ve Cihat Sahası Balkanlara doğru itilmekteydi. (…) Böylelikle Türk fütuhatından önce nüfusunu kaybederek ıssızlaşan ve harabeye dönen Anadolu, yeni gelen kesif Türk nüfusu ile birdenbire canlılık kazanırken bir taraftan da süratle imar görmeye başladı. Yeniden ihya ve imar edilen Anadolu’da köy, kasaba ve şehirler esas itibariyle ya eski harabelerin yanında veyahut da üzerinde kuruldu. (…) Anadolu’nun eski sâkinleri olan Ermeni ve Rumlar ancak şehir merkezi ile bunların yakın çevrelerindeki kasabalarda, Türk nüfusunun yanında ayrı mahalleler teşkil edebilmişlerdir. Görüldüğü üzere Anadolu’nun Türk vatanı haline geldiği ilk andan itibaren Ermeni ve Rumlar azınlık nüfus durumuna düşmüşlerdi. (…) Tarihlerde de Türklerin Ermeni ve Rumlarla karışmalarına dair herhangi bir kayıt yoktur. Nâdiren “İhtida” (İslâmiyete girme) hadiseleri olsa bile bunlar ferdî misaller olmaktan ileri gitmemiştir. Bu da ancak denizin yanında damla misali olmaktan ileri gidemeyeceğine göre, Anadolu’nun eski ahâlisinin Türklerle karışması, yâni yeni bir millet haline gelmesi veya bu eski kavimlerin milliyetlerini değiştirerek toplu halde Türkleşmeleri asla vârid olmamaktadır.”

Erken cumhuriyet dönemi Türk tarih tezlerini özetlediği makalede Emine Erden Kaya şunları saptıyor: “Cumhuriyet kurulduktan sonra Türk devletinin, kendini tarihsel bir arka planı olan bir milli kimlikle özdeşleştirmek zorunluluğunu duyması başta Türk Tarih Tezi’ni milli kimliğin inşasında temel taşlardan biri yapmıştır. Tarih gelecek nesillere ileriye dönük bir hedef sunar. Bu yönüyle, milli bilincin yerleştirilmesi ve sağlamlaştırılması için araç olarak kullanılmıştır. Kendilerini görevlerine adamış misyoner-tarihçiler milli bilincin yayılmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. Tarih Tezi ile sınırları çizilmeye çalışılan milli kimliğin temeli ise “ırk”a dayandırılmıştır. Tez, temelde önemli bir sorunsal olarak “ırk” konusunu almakta ve Türklerin sarı ırka veya Mongol ırkına ait olduğu savını da çürütmektedir. Orta Asya kökenli olmalarına rağmen Türkler aslında, “beyaz ve brakisefal bir ırktır”. Afet İnan’ın yazılarından anlaşılacağı üzere, Tezin, Türklerin “Sarı ırka ait” olmadığını ispatlamaya yönelik ısrarının esas nedeni ise Atatürk’ün bu konuya değin kişisel ilgisidir. İnan Atatürk’le ilk kez 1928 yılında Bursa’da tanışmış ve ona Türklerin “sarı ırka ait” ve “ikinci sınıf” insan olduklarını ileri süren bir Fransız kitabını göstermiştir. (…) Türkler eski çağlardan beri daima uygar bir ırktır ve Orta Asya’yı medenileştiren eski Türkler, Çin, Hindistan, Mezopotamya, Nil Vadisi, Anadolu ve Ege gibi uzak bölgelerde tarihteki ilk medeniyetleri kurmuşlardır. Tez ikinci olarak, “Türk milletinin tarihinin Osmanlı tarihinden ibaret” olmadığını göstermek amacıyla Türklerin eski çağlardan beri varoluşuna vurgu yapmaktadır. Teze göre, Osmanlılardan önce Türkler Orta Asya’da, Göktürkler, Uygurlar ve Karahanlılar gibi başka parlak devletler kurmuşlardır. Üçüncü olarak ise, modern Türklerle Orta Asya’nın eski sakinleri arasında doğrudan bir soy ilişkisi olduğu savunulmuştur. Tez dördüncü olarak, Türklerin Anadolu’da ırksal ve tarihsel devamlılığını ileri sürmekte; Anadolu’da, bronz çağından ve Hititlerden başlayıp Selçuklulara uzanan fasılasız bir Türk uygarlığı yaşandığını iddia etmektedir. Türk Tarih Tezi ve yeni Türk Tarihinin önermelerine göre, Türklerin anayurdu (…) Orta Asya idi.”

Görüldüğü üzere, Türk tarih tezinin ana öğesi – ya da temel paradigması – Orta Asyalı bir etnik kavmin (Türklerin) Anadolu’ya göçüdür. Bu tez, hangi kaynakta ve hangi akademik seviyede incelenirse incelensin, temel sorunsalı, bugünkü Türkler’in Anadolu’daki varlığını açıklamaktır. Bunu yaparken orta öğretim müfredat diskuru yüzeysel olarak fetihleri öğrencilere öğretmekte, Anadolu’nun fethini askeri-jeostratejik bir zafer olarak aktarmaktadır. Bu tez Anadolu Türklüğünün Orta Asyalı olduğunu bir ön kabul olarak tezinin merkezine alsa da, Anadolu yerlilerinin ne olduğu – Türklerle karışıp karışmadığı – sorunsalına girmemektedir. Zaten müfredat ders kitaplarının amacı endoktrinizasyondur. İslam Ansiklopedisi de aynı okul müfredat kitapları gibi bir anlatıyı seçmiş, sadece onu biraz daha akademik olarak inceleyerek ve detaylandırarak anlatmıştır. Temel varsayımlar aynıdır. Bu ansiklopedi, demografik oranları izah edecek istatistiksel veri olmamasından yakınmakta, yine de – çelişkili biçimde – Orta Asyalı Türklerin sayısının Anadolu’nun yerli sakinlerinden çok daha kalabalık olduğunu ileri sürmekte. Ayrıca karışma tezini benimsememekte, bu konuyu geçiştirmekte. Kafalı örneğinde görüldüğü üzere, Türkiye akademiyasının – özellikle Türkçü ve Türk-İslam sentezci – araştırmacıları da Orta Asya’dan göç varsayımını yaklaşımlarının merkezine yerleştirmekte, dahası gelen Türklerin yerli Anadolu halklarıyla karışmadığını ileri sürmektedir.

Tüm bu tezlerin ana kaynağı elbette ki cumhuriyetin ilk on yılındaki Türk tarih tezleridir. Bu tezler de Orta Asya’dan göç  varsayımını ortaya atmakta, karışma veya Anadolu yerlilerinin yerini alma tezleri karşısında, bir üçüncü şıkkı, antik dönemlerdeki Anadolu halklarının da kökenlerinin esasında Orta Asyalı Türkler olduğu savını ortaya atmaktadır.

(Devamı bir sonraki yazıda.)

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version