YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Hikayemiz oldukça basit ve somut esasında: Yapay olarak üretilmiş bir konsept olan Avrupa kıtası ile Avrasya’nın Asya denen dev kıta kütlesinin ayrım hattında, Anatolia (anlamı Yunanca “doğu”) denen bir yarımadanın, yani çoğumuzun ana vatanının insani yaşama dair geçmişinin, modern bir ulus yaratma projesince manipülasyonuna uğratılıp, bunun da milli tarih olarak öyküleştirilmesinden ibaret.
Öykü basit de olmak zorunda zaten. Çünkü bir amacı var: Bu coğrafyada yaşayan Osmanlı bakiyesi bir topluluğun uluslaştırılması ve ilan edilen yeni ulus devlete sadık vatandaşlara dönüştürülmesi. Bu anlamda, dünyadaki birçok geç ulus projesiyle benzerlikler gösteriyor.
Öykünün kahramanları, Anadolu yerlileri ve Orta Asyalı Türkî – Türk kaynaklarında Türkmenler, Oğuzlar veya Türkler olarak anılan – gruplar. Bu noktadan itibaren bu topluluktan Türkler olarak bahsedeceğim. Öykünün ana teması, Anadolu üzerinde öykünün başlangıcı olan tarihte (11. yüzyıl) hüküm süren Doğu Roma ya da Bizans olarak da anılan imparatorluk ve bu imparatorlukla askeri, politik ve etki mücadelesine girişen, İran üzerinde kurulu bulunan bir diğer imparatorluk: Selçuklular. Selçuklular Türk’tür ve anavatanları Orta Asya stepleridir. Öykünün atmosferini belirleyen önemli verilerden biri, öykünün geçtiği dönemde iki büyük dünya dini – Hristiyanlık ve Müslümanlık – arasında var olan paylaşım mücadelesi. Açacak olursak, hızla yayılmakta olan İslam dini, artık ortaya çıktığı coğrafya olan Arap Yarımadası’ndan dışarıya, Ortadoğu’nun ve Akdeniz havzasının diğer bölgelerine doğru genişlemekte ve önüne çıkan tüm siyasi oluşumlar, devletler ve imparatorluklarla askeri mücadeleye girmekte. İslam’ın İran üzerinden Orta Asya’ya yayılmasıyla beraber, Orta Asya coğrafyasında yaşayan, göçebe ve yarı göçebe, atlı ve savaşkan bir topluluk, Türkler, bu büyük dinle temasa geçiyor. Zamanla İslamlaşan Türkler, Orta Asya’dan İran’a doğru akarak, kadim Fars coğrafyasını ele geçirir. Bu coğrafyada yaşayan kadim yerli halklar, İslam potasında, sonradan gelen fatih yöneticiler ve askeri sınıflarla karışır. Selçuklular böylece kadim bir coğrafyada hükümran olmayı önce İran’da test etmiş olur. Zamanla bahsedilen dinsel ve siyasal mücadele hattında Selçuklular ve Anadolu’da varlığını sürdüren Doğu Roma/Bizans komşu olur. Ve gerilim İran üzerinden Anadolu’ya doğru uzanır.
Anadolu’nun doğusu, Doğu Bizans topraklarının bir bölümü ve Ermeni Krallığı ile beraber bir tampon bölge oluşturur. Arap Yarımadası, Mısır, Kuzey Afrika, Levant, Mezopotamya ve Kürdistan, İran ve Orta Asya, aralarında bağlantı olan İslami coğrafyalarken, Roma İmparatorluğu, birbirleriyle dinsel rekabet içerisinde olan Roma’daki Katolik Kilisesi ve merkezi Konstantiniye’de olan Ortodoks Kilisesi arasında bölünmüş ve zayıflamış durumdadır. Müslümanlar Hristiyanlık’taki bu zafiyetten ve kendi askeri ve ekonomik güçlerinin hızla gelişmesinden ötürü, Hristiyan toprakları durumunda olan birçok Batı Asya – Levant bölgesini ele geçirir. Hristiyan dünyası gerilemekte, en büyük güç kaybı da sınır bölgesinde kalan Doğu Roma (başkenti Konstantiniye ya da ikinci Roma olan Bizans) İmparatorluğu’nda yaşanmaktadır.
Bu jeopolitik koşullarda, İran’da konumlu olan Selçuklular ön plana çıkar ve sistemli ve sürekli bir biçimde gayrimüslim bölgelere akınlar düzenleyerek cihat (dini kutsal savaş) eder. Bundan dolayı da İslam dünyasında politik olarak ön plana çıkmaya başlar. Bu bahsettiğim hadise, tam da Anadolu’nun kaderi ile alakalı olacaktır.
Orta Asya’daki irili ufaklı mücahit Türkmen grupları – elbette yeknesak değildiler ve aralarında Oğuzlar olduğu kadar Kıpçaklar ve Çağataylar da vardı – Selçuk Devleti’nin batısına doğru gazaya gitme motivasyonu ile doluydular. Göçebelikten yeni yerleşik hayata geçmiş veya geçmekte olan boylar ve kabileler için bu bulunmaz bir fırsattı. Müslümanların çoğunluk oldukları bölgede mevcut yerleşik düzen, bu bölgelerde yurt edinmelerine fazla fırsat tanımıyordu. Dahası, gerekli olan yaşam malzemelerini sağlamak için kervanlara, kentlere, kasaba ve köylere baskın düzenlemek zorundaydılar. Bunu yapmaları için dar-ül harpte olmaları elzemdi. Bu, İran üzerinden Anadolu’ya doğru bir tür askeri baskı oluşturuyordu.
Bu demografik, ekonomik, sosyal, politik ve jeopolitik koşullar içerisinde çatışmalar kaçınılmazdı. Öncelikle güney Kafkasya’ya yönelerek Anadolu-Kafkas hattındaki Hristiyan Ermeni bölgelerini ele geçirdiler. Sonrasında daha geniş bir hinterlanda sahip olan Anadolu’ya yöneldiler. Ele geçirilen yerlerde kendi sınırlarında otonom, fakat otorite olarak merkeze bağlı siyasal birimler oluşturuyorlardı. Böylece Anadolu’da özellikle 1071 sonrası elde ettikleri askeri avantajla beraber ilerlemeye ve siyasi otoritelerini seri adımlarla kurmaya başladılar. Öncelikle doğudan batıya doğru iç bölgelerde başarılı oldular. Bu bölgelerdeki yerli halklar – Rumlar ve Ermeniler – kademeli olarak hâkimiyetleri altına girdi ve cizyeye tabi oldu. Pragmatik olarak cizyeden kurtulmak ve kendilerini garanti altına almak için bu bölgelerde bir İslamlaşma baskısı meydana geldi. Yeni gelen Beyler ve savaşkan grupları bölge yerlileriyle karışmaya başladı. Karışan ve İslamlaşan gruplar, askeri ve siyasi elitlerin dilini öğrenmeye ve kullanmaya başladı. Bu dönemlerde (milliyetçilik öncesi pre-modern zamanlarda) dil ve topluluk kimliği arasında bir bağ olmadığından, dinsel asimilasyonu müteakiben çoğunlukla – üst siyasi otoritenin uzun süreli hâkimiyetine paralel olarak – lisanî anlamda da asimilasyonlar meydana geliyordu.
Zamanla Bizans kontrolündeki periferik (taşra) kıyı bölgeleri ve bu bölgelerde konumlu olan kaleler üzerinde de yeni gelen Müslüman mücahit Türklerin baskısı arttı. Ele geçirilen bölgelerde yukarıda anlattığım dini ve dilsel asimilasyon sistematik olarak devam etti. Bizans giderek batı bölgelere doğru çekildi, askeri gücü ve kontrolü sönümlendikçe ekonomik etkisi azaldı. Ekonomik etkisi azaldıkça da Anadolu’daki kontrolü yeniden sağlamaya yönelik güç berkitme imkânları düştü.
Türk tarih tezi öyküsündeki “zaten nüfusun yoğun olmadığı Anadolu topraklarına kitleler halinde göç ederek bu coğrafyada bariz demografik üstünlük kuran Türkler” söylemi, yukarıdaki anlatıya elbette ki uymuyor. Anadolu’nun Türkleşmesi etnik-ırki bir Türkleşme değildi. Müslümanlaşmanın neticesinde meydana gelen lisansal bir asimilasyondu. Gelenlerin büyük çoğunluğunu savaşçı mücahitler oluşturuyordu ve bu insanların amacı geldikleri bölgede bağlı oldukları bey liderliğinde, inandıkları dinin ilkeleri doğrultusunda ve kendi maddi-siyasi çıkarları ile orantılı olarak yaşamlarına devam etmekti.
Türk tarih tezinde idealize edildiği üzere, teleolojik (bugünden bakarak geçmişte yapılanları anlamlandırma) bir anlatıyla, yeni gelenlerin Anadolu’yu Türkleştirmek veya Türk yurdu kılmak için geldiklerini ileri sürmek sadece naif değil, aynı zamanda oldukça ideolojik bir tercihtir. Bu, Türk resmi tarih tezinin ana temelini oluşturuyor ve okul müfredatlarından ansiklopedilere, üniversite yayınlarından ve akademik makalelerden Kemalist erken dönem Güneş Dil Teorisine kadar en geniş anlamıyla Türk tarih anlatısını kapsıyor.
Eğer hikâye salt birkaç “bilimsel” ve “akademik” yazıda anlatılsaydı, akademinin kendi selektivizmi bu konuyu halledebilirdi. Ancak konu çok daha girifttir. Karşımızda bir doktrin var. Bu doktrinin amacı, 1920’lerden itibaren ulus inşasıydı. Bu da 1900’lerin en başlarından itibaren Osmanlı toplumunun içinden geçtiği kimlik bunalımıyla alakalıdır. Kökleri ilk Türkiyat araştırmalarına kadar uzanır. Bu çalışmalar hiçbir zaman gelen Türklerin Anadolu yerlileriyle karıştıkları anlatısına başvurmadı. Yani tarihsel gerçekleri karşısına aldı. Çünkü eğer karışma anlatısını benimsemiş olsaydı, yarattıkları Türk ulusu konseptine gerekli olan “ötekiyi” veya “ötekileri” bulamayacaklardı. Düşünsenize, “Rumlar da, Ermeniler de bizim atalarımızdı” deselerdi, ne olurdu?
Fakat bugün 1920’lerde veya 1930’larda yaşamıyoruz. Dahası, karşımızda genetik biliminin de sağlam verileri duruyor. Üstelik dünyada değerler evreninde büyük değişimler meydana geldi. Yani 1930’ların faşizan sosyal Darwinist ve ırkçı ulus konseptinden bu yana köprünün altından çok sular aktı. Almanya ve İtalya gibi ülkeler dâhil, dünya değişti. Tüm uygar dünya “civic” (etnik veya ırksal aidiyete dayanmayan, değerler birliğini vurgulayan) ulus tanımına geçti. Oysa Türkiye’de Türklük hala etnik aidiyetle tanımlanıyor. Orta Asya’dan göç mitinin başka bir manası yok. Bu mit, Türkiye’deki Türkçe konuşan insanlara onların Orta Asya kökenli olduklarını (yani etnik-ırksal anlamda Türk olduklarını) endoktrine ediyor. Bu iddia, hem Türk-üstünlükçü bir milliyetçiliği törpülüyor, hem de Türkiye devletinin “ötekilere” – Yunanlılara, Ermenilere, Araplara, Süryanilere, Kürtlere vs. – bakışını olumsuz yönde etkiliyor. Dahası, Türkofonları (anadili Türkçe olan Anadolu insanını) kendi öz toprağına, Anadolu’ya yabancılaştırıyor. Ona “senin esas yurdun, ata toprağın Orta Asya’dır” mesajını veriyor. Bu normal olabilir mi?
(Devamı diğer yazıda…)
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***