Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İslam’da savaş ne zaman meşrudur?

İslam’da savaş ne zaman meşrudur?


YORUM | VEYSEL AYHAN

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları-19)

Saldırı ve kan dökmek hangi durumda meşru olur?

“İslam’daki savaşlar müdafaa amaçlıdır. ‘Ebedî Risâlet’inde Abdurrahman Azzam’ın ifade ettiği gibi, İslam’daki savaşlar, tedâfuî savaşlardır, müdafaa savaşlarıdır; ya muhakkak bir saldırıya karşı veya yüzde yüz ihtimal ile olması muhtemel bir saldırıya karşı bir tavır alma, bir yönüyle onları püskürtme demektir.” (Fethullah Gülen, Herkul)

SALDIRI AMAÇLI SAVAŞ

Peki savaş, savunma amaçlı değil de saldırı amaçlı olduğunda ne olur?

Ne olacağı açık ve net:

“Rasûl-i Ekrem (sas) ‘Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı hiç temenni etmeyin! Allah’tan hep afiyet dileyin!’ buyuruyor… Harp kaçınılmaz olduğunda ve mecbur kalındığında düşmanla karşılaşma, savaşın hakkını verme, gerektiği yerde düşmanı öldürme, aynı zamanda gazi olma ve hadiseler öyle cereyan ediyorsa, düşman tarafından öldürülüp şehit olma… Bunların hepsi bir yönüyle kutsal şeylerdir. Fakat bunların konumları mevzuunda zühul ederseniz, gaflete düşerseniz, IŞİD olursunuz, ‘çaşıt’ olursunuz, Boko Haram olursunuz, El-Kaide olursunuz, Murabitîn olursunuz… Allah’ın istediğinin dışında Allah’ın belası her şey olursunuz. Bu açıdan da nerede ne olacağını ve nasıl davranılacağını yerinde değerlendirmek lazımdır.” (Fethullah Gülen, Herkul)

Müslümanlığı radikal savaş tamtamcılarının elinden kurtarmak için ilk yapılacak iş fetih kavramını nübüvvet yıllarıyla tefsir etmektir.

İslam’ın savaşa bakışı ile ilgili bazı önemli alıntılar yapayım.

BARIŞ ESASTIR

“Barış’ın esasını bugünkü tabirlerle ifade edecek olursak ‘din ve vicdan özgürlüğü ve başka dinlere saygı’ teşkil eder… O halde Müslümanların gayrimüslimleri ilk algıladıkları düzey barıştır ve bu kategoride yer alanlara ‘muahidler’ (yeminli ve anlaşmalı olanlarlar) adı verilir. Muahidler, hiç şüphesiz ‘ötekiler’dir ama bu ötekileri zor ve baskı kullanarak asimile etmek, yani Müslümanlaştırmak; ya da ortak mekandan arındırıp tecrid etmek; veya farklı din ve inançlara sahip olmaları dolayısıyla imhaya kalkışmak gerekmez. Barış ve bir arada yaşama, belirgin bir şekilde önceliğe sahiptir. Kur’an, farklı ihtilaf konularında da ‘Barış hayırlıdır’ der ki, (Nisa, 128) her durumda daima öncelikle anlaşma imkânlarını aramak gerekir. Ancak, anlaşma imkanlarının bütünüyle ortadan kalktığı durumlarda savaş kaçınılmazdır.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)

Yaşar Nuri Öztürk’ün bazı ayetlerden yaptığı istinbatlar dikkat çekicidir:

“Kur’an tek düşman olarak dinsizliği ve ateizmi değil, zulmü hedeflemiştir. Bu, tarihin, din alanındaki en muhteşem devrimlerinden biri, belki de en muhteşemidir. Ve bu satırların yazarına göre, bu peygamberler tarihinin en büyük mucizesidir. Bir din kaynağının, düşmanlık kıstası olarak sadece zulmü esas alması, tarihin tanıdığı en sarsıcı tespittir. Kur’an bir tek insan tipine düşmanlığa izin vermektedir: Zalim. ‘Zulme saplananlardan başkasına düşmanlık edilmez.’ (Bakara, 193)

“Zulme düşmanlık, zulme karşı savaşmak hakkını verir. Zulme karşı savaş zulme uğrayanların Müslümanlığı şartına bağlanmamıştır. Kayıt bizzat Kur’an tarafından ‘insan’ diye konmuştur. Hangi dinden, ırktan bölgeden ve renkten olursa olsun, insan. Kur’an’ın zulüm dışında bir düşmanı yoktur. (Nisa, 75) ‘Size ne oluyor da Allah yolunda ve Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!

“Zulüm başlığı altına girmeyen günahlar düşman hedef belirlemede yeterli sebep değildir. Sadece bu bile Kur’an’ın asırlar öncesinden ‘Hukuk devleti’ gerçeğini öne çıkardığının kanıtıdır.

“Kur’an, inanç farklılığının değil, hukuk devleti yokluğunun üstüne yürümektedir. İslam fâkihlerinin ‘dârulislam-dârulharp’ (Barış yurdu-savaş yurdu) ayrımlarındaki ‘dârulislam’ hukukun egemen olduğu devletin adıdır. Bunu bir ‘inanç yurdu’ olarak göstermekse ya konuyu gereğince incelemeden konuşmanın yahut da bir saptırmanın ürünüdür. Onun içindir ki biz ‘dâru’l islam’ tabirindeki ‘İslam’ sözcüğünü küçük harfle yazmaktayız. Çünkü o sözcük orada bir dini değil barış kavramını ifade ediyor. Klasik kaynaklar dikkatle incelendiğinde görülür ki dârulharb’in tespitinde omurga nokta din patenti değil Müslümanların kahır ve zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulamamasıdır.

“Bugün için dârul islam, hukuk devleti niteliği taşıyan her yönetimdir. Dini imanı ne olursa olsun. Dârulharp ise hukuk devleti olmayan hukukun üstünlüğüne yer vermeyen yönetimlerin yürürlükte olduğu coğrafyalardır. Aksi olsaydı Almanya başta olmak üzere batı ülkelerinde çalışan on milyonu aşkın Müslüman Cuma kılamaz, oruç tutamaz, nikah kıyamaz hatta şehadet getiremezdi. Bu noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre bize göre de isabetli bir yaklaşımla Hristiyan batı ülkelerinin dârulharp sayılamayacağını savunmaktadır.” (Kur’an-ı Tanıyor musunuz?)

Ali Bulaç’ın kanaati ise şöyle:

“Devletler arası ilişkiler açısından adil ve meşru her savaş cihattır. Ancak Hıristiyanlıktan farklı olarak İslam’da ‘kutsal savaş’ yoktur, yani İslamiyet’i başkalarına askeri ve siyasi güç kullanarak kabul ettirmek üzere savaş açmak meşru değildir. Meşru ve mücbir bir sebep olmadığı halde, bir devletin sınırlarını genişletmek, siyasi nüfuzunu artırmak, ganimet elde etmek veya komşularının tabii kaynaklarını kontrolüne geçirmek üzere yapılan savaşlar gayrimeşrudur. Bunlara ‘fetih’ ismi verilse de öyledir. Bu açıdan tarihte Müslümanların ‘fetih’ adı altında yaptıkları çok sayıda savaş bu kapsama girer. Nitekim V. Halife Ömer bin Abdülaziz, iktidara gelir gelmez yaptığı beş büyük reformdan biri ‘fetih’ adı altında Ermenistan ve Azerbaycan bölgelerine giden orduları geri çağırması oldu. Ona göre oralara ganimet için gidilmişti.”

Ömer bin Abdulaziz, Hulefa-yı Raşidînin beşincisi idi. Onun bu içtihadı oldukça önemli ve ders içeriyor. Aslında yapılması gereken Kur’an’da bize ifade edilmiş:

Mümtehine, 8: “Allah, dininizden dolayı sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilikte bulunmak ve mümkün olduğunca âdil davranmaktan sizi menetmez. Şüphesiz ki Allah, hak ve adalet konusunda titiz olanları sever.”

Fethin niyet kısmını Mahmut Akpınar söyle ifade ediyor:

“İslam’ın varlık sebebi Allah’ı ve Kitabını, Rasûlünü, ilahi mesajları insanlığa tanıtmaktır. Bunu barış ve huzur içinde, ikna ile yapmaktır. Zira hakikatler kavga ve çatışma ortamlarında heba olur; kadri, kıymeti anlaşılmaz. İnsanlar savaştığı, hasım hale geldiği kişilerin inançlarını, düşüncelerini, mesajlarını benimsemez. Benimsemek zorunda kalsa dahi, zoraki olur. Oysa İslam barış demektir ve barışın olduğu ortamlarda gerçek manasıyla anlaşılır ve yayılır. Tıpkı Hudeybiye sulhunda olduğu gibi. Bilinenin aksine İslam, dünyaya silahla, savaşla, kılıçla değil, sahabe ruhuyla, alperenlerle, dervişanla, tüccarlarla yayılmıştır. Gönüllere girilerek yayılmadığı, kılıçla yayıldığı yerlerde de kalıcı olamamıştır.”

Sonraki yazı: Muhammedî bir fetih prototipi: Mekke’nin fethi

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version