Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Büyük devlet

Büyük devlet


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye politikasında devletin büyüklüğü meselesi devletin niteliklerine dair önemli ipuçları barındırır. Devletin ebadı, kapasitesi, gücü, finansal kaynakları, askeriyesi, sınırlarının genişliği gibi konular Türkiye insanı için önemlidir ve bu ehemmiyet toplumdan siyasete de yansır. Devlet de bu toplumdan gelen yansımanın haricinde büyümek veya büyük olmak konusunda genetik seviyede bir ön programa sahiptir. Türk devleti, olması gereken her şeyden çok daha önce büyük olmak üzerinden değerlendirilir. Devlete övgünün bile temelinde onun büyük olması vardır. Büyük devlet! Türkiye denen devlet budur. Devletin sosyal ve eşitlikçi olmasından da, adil olmasında da, şeffaf olmasından da, hesap verebilir olmasında da önemlidir, onun ebadı. Neden bu böyle? Ve bunun böyle oluşu, bugünkü zulüm bakımından ne anlam ifade ediyor? Bu sorunlar üzerinde kafa yormak ve onları yanıtlamaya çalışmak önemlidir kanısındayım.

Büyümesi istenen şey, küçük olmasından veya küçülmesinden memnun olunmayan şeydir, mantık gereği. Türkiye devleti, Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama döneminin bitip gerileme dönemine girilmesinden bu yana küçülme kompleksinden muzdarip. Elbette büyük olmak veya küçük olmak ölçülürken bir bareminiz olmalıdır. Türkiye örneğinde bu toprak genişliğidir. Osmanlı tarihçisi Suraiya Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu’nun teritoryal sınırlarının göreceli genişliği durumuna göre başarılı ya da başarısız bulunması mantalitesini eleştirir. Bir diğer ifadeyle, mesela 1400’lü yılların başındaki sınırlar, 1300’lerdeki sınırlardan daha geniş olunca başarılı, ama 1800’lerdeki sınırlar ile neredeyse aynı olunca başarısızdır. Çünkü başarı ölçütü genişlemedir. Başka bir şekilde ifade edersek, Osmanlı İmparatorluğu’nun başarısı konusunda kafa yoran tarihçiler, başarı kriteri olarak sınırların genişletiliyor olmasını merkeze yerleştirmişlerdir. Bir bilimsel toplantıda Dr. Faroqhi Türk sosyal bilimcilerin çoğunlukta olduğu bir gruba, bir zaman makinesi olsa Osmanlı’nın hangi döneminde yaşamayı tercih edeceklerini sormuştu. Herkes elbette genişleme dönemini seçmişti. Hiç unutmam, Suraiya Hanım kendisinin duraklama dönemini tercih edeceğini, çünkü en az savaşın bu dönemde olduğunu, Osmanlı kültürünün de bu dönemde en sofistike düzeyine ulaştığını söylemişti. Bakın ana paradigmayı değiştirince nasıl her şey tepetaklak oluyor, değil mi?

Osmanlı’nın gerileme – yani toprak kaybetme – olgusu, yegâne başarısızlık ölçütü olageldi, doğal olarak. Kimse örneğin Osmanlı’daki yaşam koşullarına bakmadı. Ya da altyapı hizmetlerinin merkez ve periferiyi birleştirmekte başarısız oluşuna odaklanmadı. Odaklanılan, askeri sınıfın eğitimi ve silahların modernize edilmesiydi. Ekonomi, bürokrasi, tıp, mühendislik, bilim, edebiyat, yayıncılık, kütüphanecilik, temel eğitimin yaygınlaşması gibi sorunlar tabiri caizse es geçildi. Dahası, kaybedilen toprakların başka halkların çoğunlukta yaşadığı, (modern anlamda olmasa bile) sömürgeleştirilmiş topraklar olduğunun fazlaca üzerinde durulmadı. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, bir merkeze (Anadolu’ya) sahip olsa da, periferi (Anadolu dışı) ile merkez arasında bir hiyerarşi gütmedi. Böylece Anadolu’nun özellikle Batı haricinde kalan kısımlarına fazlaca bir yatırım yapılmadı. Çünkü Osmanlı, bir hanedan tarafından mülk olarak bakılan topraklardan oluşuyordu. Osmanoğulları için mülklerinin Afrika’da veya Anadolu’da olması arasında teknik bir fark yoktu. Modern teritoryal devlet ve milliyetçilikle beraber teritoryal ulus devlet haline gelen Avrupa devletlerini çok geriden takip etti Türkiye. 1900’lere dek – ancak yoğun toprak kayıplarından sonra – Osmanlı’da vatan ve millet konseptlerinin yerleşmeye başladığını görüyoruz.

Cumhuriyet, bu mirası devraldı. Sevres’in reddedilmesi ve Lausanne’ın imzalanması da özünde toprak genişliği konusudur. Cumhuriyet toprak kaybetmeyi travma olarak görenlerce kuruldu. Diğer çok uluslu imparatorluklar gibi, kendi nüfuslarının yoğun olmadığı yerlerin kaybında rasyonel bir algı oluşturulması durumu, Türk tarihinde görülmedi. Osmanlı’nın mirasçısı Cumhuriyet de, bu “küçülme kompleksini” DNA’larına işledi ve bunu genç nesillere ustalıkla endoktrine etti. Yayılmacı eğilim baki kaldı. Devletin Türk karar alıcılarınca fiziksel olarak yeterli büyüklükte algılanmıyor olması durumu, Hatay, Kürt meselesi, Kıbrıs, “Ege adaları” (Yunan adaları yerine bu terimin kabulü bile başlı başına bir önemli bir veridir aslında), Mavi Vatan, Suriye’de girişilen askeri işgal denemeleri gibi göstergelerle ortadadır. Büyük devlet terimi biraz da bunun tezahürüdür.

Türkiye’de büyük devletten anlaşılan bir başka şey de devletin gayrisafi milli hâsılasıdır (GDP). Bu, ülkede üretilen toplam değerdir. Tek başına fazla anlam ifade etmese de buna Türk siyasetçileri bayılır. Türkiye bu toplam veri bakımından dünyanın 17. büyük ekonomisidir. Oysa bu veri, kişi başına (per capita) vurulunca, Türkiye’deki durum çok iç açıcı değildir. Bu sıralamada Türkiye 53. sıradadır. Yani ürettiği toplam değeri tüm nüfusuna bölünce Türkiye yoksul bir ülkedir. Türkiye insanının yaşam koşulları gayet vasattır, hatta vasat altıdır. GDP’nin büyük olması Türkiye’de yaşayan insanların hayat koşullarını etkilemiyor. Mesela GDP sıralamasında İrlanda 34. sıradadır, ama kişi başı GDP’de 5. sıradadır. İrlandalılar, Türkiye vatandaşlarına göre çok daha iyi bir hayat yaşıyor. Demek ki devletinizin ekonomik gücünün yekûnu değil, o yekûnun paylaşımıymış ana sorun! Ekonomik büyüklük göreceli bir konu kısacası! Türkiye, nüfusuna oranla katma değer üretiminde hiç de göründüğü kadar büyük değil. Fakat bu perspektif meselesidir tabii. Devleti önceleyen ve merkeze alan değerlendirmelere göre, Türkiye büyük bir ekonomidir. Bireyi merkeze alan değerlendirmelere göreyse Türkiye vasat bir müreffehlik düzeyindedir.

Kimileri Türkiye’nin büyük ordusuyla övünür, askeri güç bakımından Türkiye’nin büyük devlet olmasını ön plana çıkartır. Asker sayısı (yedek personel dâhil) bakımından Türkiye bugün dünyanın 16. büyük ordusuna sahiptir. Mısır’ın, Küba’nın, İran’ın, Tayvan’ın, Vietnam’ın ve Kuzey Kore’nin arkasındadır anlayacağınız Türkiye. Kaldı ki bu kof asker sayısı verisidir. Mesela donanma gücü bakımından Türkiye dünya sıralamasında 20. sıradadır. Önünde olan ülkelerden bazıları: Bolivya, Myanmar, Cezayir, Finlandiya, Tayland, Mısır, İran, Kolombiya, iyi mi? Gülmeyin. Hava kuvvetleri sıralamasında ise Türkiye 21. sıradadır. Önünde Pakistan, Suudi Arabistan, Güney Kore, Brezilya, İtalya, Hindistan var. Yani büyük askeri gücün olsa ne yazar sorusu bir yana, askeri gücü de vasattır Türkiye’nin. Bir örnek vermek gerekirse, Türkiye’de toplam askeri uçak sayısı 618’dir. Bu rakam ABD ordusunda 13.256’dır!

Devletinizin ordusu büyük olunca sizin yaşam koşullarınız iyileşmiyor. Devletinizin toplam ekonomik katma değeri büyük olunca sizin yaşadığınız kentin altyapı sorunları çözülmüyor ya da aldığınız sağlık hizmetinin kalitesi artmıyor. Devletinizin sınırları büyük olunca sizin emeklilik koşullarınız ya da çocuklarınızın eğitim koşulları iyileşmiyor.

Yine de Türkiye’de siyasetçiler – şark kurnazı olduklarından onlara politikacılar demiyorum – büyük Türkiye sözü veriyorlar. Devletinizin verilerine göre pasta bir miktar büyüyor, ama pastayı paylaşanların sayısı pastadan daha hızlı büyüyor! Payınız ufalıyor, ama siz pastanın büyüdüğüne seviniyorsunuz. Bu arada devletinizin verilerinin abrakadabra oluşuna hiç girmiyorum bile.

Ne zaman uyanacaksınız?

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version