YORUM | YAVUZ ALTUN
Geçtiğimiz günlerde Macaristan ve Slovakya’ya bir gezi düzenleyen Papa Francis, gazetecilerin soruları üzerine, Katolik cemaatine Covid-19 aşılarını olmaları gerektiğini hatırlattı ve ekledi: “Kardinaller arasında bile aşı karşıtları var ve onlardan biri, zavallı adamcağız, virüs kaptığı için hastanelik oldu. Hayat ironiktir.”
Pandemiden önce de kendince bir kitlesi olan aşı karşıtlığı, pandemiyle birlikte revaçta. Geçen haftasonu İstanbul’da toplanan yaklaşık 2,000 kişi, Türkiye’de bilinen ilk “aşı karşıtı” eylemi gerçekleştirdi. Ancak şu noktayı hatırlatmak gerekir: Koronavirüs salgınıyla birlikte büyüyen bu “hoşnutsuzlar” arasında sadece aşı karşıtları yok. Aşıyla birlikte gündeme gelen “sağlık pasaportu”, “aşısızlar” için pek çok imkânın kısıtlanması ve Covid-19 kısıtlamalarının hâlen yürürlükte olmasına yönelik de ciddi bir tepki var.
Cumartesi günü Hollanda’da on binlerce insan, hükümetin müzik festivalleri ve gece kulüplerini açtıktan kısa süre sonra tekrar kapatması üzerine sokaklardaydı. Aslına bakarsanız Avrupa’nın pek çok ülkesinde aşılama oranı iyiye gidiyor ve yasaklar kademe kademe kaldırılıyor. Gelgelelim, Hollanda’nın kendine özel politik şartları var. Mart ayında yapılan seçimlere rağmen hâlen bir hükümet kurulabilmiş değil. Şu andaki geçici hükümetse, “nasılsa siyasî faturası olmayacak” anlayışıyla hareket ediyor ve daha keyfi kararlar veriyor.
Pandeminin başlarında hatırlarsanız Covid-19 diye bir hastalık olmadığını ve bunun insanları kontrol altına almak için uydurulduğunu savunanlar olmuştu. Ancak birkaç “çılgın” istisna dışında hemen bütün ülke liderleri koronavirüs tedbirlerini uygulamaya koydu ve uluslararası sistem de buna göre hareket etti. Başlarda inkârcı bir tutum sergileyecekmiş gibi görünen eski ABD Başkanı Donald Trump bile, fazla direnemedi. Hatta yakın zamanda takipçilerini aşı olmaya çağırdı. Ancak mensubu olduğu Cumhuriyetçi Parti içinde siyaset yapanlar arasında aşı karşıtlığı ile bilinen isimler son dönemde medyada kendilerine yer bulmaya başladı.
Sadece siyasetçiler değil, ABD’li ünlü rap müzik sanatçısı Nicki Minaj da 22,6 milyon takipçili Twitter hesabından aşı olan bir akrabasının sonrasında kısırlaştığını duyurdu. Konu o kadar hızlı şekilde büyüdü ki, yetkililerle aşı konusundaki soru işaretlerine dair konuşması için dün Beyaz Saray’a davet edildi.
Bütün bunlar yaşanırken 14 Eylül 2021 itibariyle dünya nüfusunun yüzde 30’unun tamamen aşılandığını, yüzde 42,8’inin ise en az bir doz aşı olduğunu hatırlatalım. Burada da tartışılacak olan, aşılara erişimi olan bu nüfusun kâhir ekseriyetinin gelişmiş ülkelerde yaşıyor olması fakat bu başka bir yazının konusu.
Başta da dediğim gibi aşı karşıtlığı yeni değil. 1853’te çiçek hastalığına karşı çocukların aşılanmasını zorunlu hâle getiren İngiltere’de de takip eden yıllar içinde büyükçe bir aşı karşıtı hareket meydana gelmişti. Leicester kentinde 1885’te toplanan 80 ilâ 100 bin arasındaki kalabalık zorunlu aşılamayı protesto etti. Sonuçta zorunlu aşılama yasasına “vicdani ret” maddesi konuldu ve ebeveynlere seçme hakkı tanındı.
Aşılara hiçbir şekilde güvenmeyen ve aşılamaya tamamen karşı olanların yanı sıra, aşı konusunda tereddütlü olan, ortada dönen tartışmalardan etkilenerek “bekleyip görelim” diyen insanlar da var. Hatta “aşı müteredditleri” arasında bu ikinci kısmın, ilkine baskın olduğunu söylemek mümkün. Ancak 2019’dan bu yana “aşı karşıtı” insanların sosyal medya hesaplarında 7-8 milyon dolayında bir artış hesaplanmış. Facebook’ta aşı aleyhinde paylaşım yapan grupları takip edenlerin sayısı 31 milyonu bulmuş. Bunlar “büyük rakamlar” değiller belki ama şüphe, hızlı büyüyen bir ağaçtır.
Elbette bunun sonuçları da var. Delta varyantının etkili olduğu ABD’de, özellikle aşıya ve Covid-19 kısıtlamalarına itirazın yüksek olduğu güney eyaletlerinde, yoğun bakım üniteleri yeniden dolmaya başladı. (The New York Times’ın eyalet eyalet detaylı araştırmasına şuradan bakabilirsiniz.)
Bu arada pek çok ülkede aşı müteredditlerine ciddi bir öfke de yöneliyor. Neticede salgın hastalıkların en önemli özelliği “toplumsal” vakalar olmaları ve onları ortadan kaldırmak için de her şeyden evvel toplumun iş birliğine ihtiyaç duyulması. Aşıyı reddetmenin neticesinde sağlık sistemine yine aşırı yüklenme olmasının yanı sıra, bilim insanlarının en çok korktuğu şey, virüsün hayatiyetini devam ettirmekle birlikte daha ölümcül şekilde mutasyona uğraması ve mevcut aşıları da etkisiz kılması. Böyle bir durumda, 2020 yılının Mart ayına, yani ilk başladığımız yere dönmüş olacağız.
Aşı karşıtlarını ya da müteredditlerini kolayca “cahiller” deyip yaftalamak meselenin çözümüne pek de katkı sağlamıyor. Bilakis, kendi antagonistini bulan her hikâye güç kazanıyor. Öte yandan hem Covid-19 kısıtlamalarına karşı hem de aşıya karşı geliştirilen defansın elinde çok ilham verici bir kavram da var: Özgürlük. Evet, pek çok ülke insanları aşı olmaya teşvik için “havuç” kullandı ve kullanmaya devam ediyor fakat devletlerin elinde bir de “sopa” var ve bunu kullanmaktan da çekinmiyorlar.
Nitekim Fransa’da neredeyse “zorunlu” hâle getirilen aşı meselesi, zaten pandemi öncesi yüzde 30’un üstünde aşı tereddüdüne sahip olan ülkede, ciddi tepkiler doğurdu. Uluslararası ulaşımın kavşak noktası olduğu için virüsün her varyantının hızlıca yayıldığı İngiltere’de de seyahat kısıtlamaları, pek çok insanı canından bezdirmiş durumda. Bu sebeple Fransa’dakine benzer bir “Covid pasaportu” uygulamasını hayata geçirmekten son anda vazgeçildi.
Yönetimlerin “zorlamaları” karşısında “özgürlük” retoriği elbette işlevsel fakat aşı tereddüdünü ya da Covid-19 uygulamalarına yönelik tepkiyi asıl besleyen şey, yetkililerin çelişkili, bazen de gereksizce buyurgan açıklamaları. Covid-19 henüz bütün senaryolarını tecrübe ettiğimiz bir hastalık değil, hakeza aşılar da aynı şekilde. (Şu notu düşeyim: Koronavirüs hastalığı ve aşı süreci şu anda dünyada en çok takip edilen medikal durum. Haliyle gerek virüsle gerekse aşı sonrası hayatla ilgili çok sayıda veriye sahibiz ve uzmanlar ağırlıklı olarak aşıların zararsız olduğunu söylüyor.)
Makul bilim insanları “kesin konuşmalardan” kaçınıyor. İnsanî bilginin doğası gereği, bu doğru yaklaşım. Fakat bazıları öne çıkmak için kesin yargılara varıyor ve tereddüt içindeki insanları da “cahil yığınlar” olarak yaftalayarak meseleyi iyice içinden çıkılmaz hâle getirebiliyor.
Böyle zamanlarda yetki sahibi kişiler için en kötü durum, muhatap alacağı topluluğun güvenini kaybetmektir. Nitekim, bu sadece bugünün sorunu değil. Son yıllarda dünya siyasetinde kutuplaşmanın artmasıyla uzmanlara duyulan güvenin azalması arasında sıkı bir ilişki var. Müesses nizam karşıtı (anti-establishment) politikacılara talep arttıkça, onlar da uzmanların “konsensüs” sağladığı birçok meseleyi müesses nizamın bir cüzü kabul edip onlara saldırarak etki yaratmanın peşinden gidiyorlar. İş öyle bir noktaya varıyor ki, herhangi bilimsel bir iddiayı yargılayıp nihaî kararı verecek kurumlar bile kutuplaşmaya feda ediliyor ve iş tamamen “kanaatlere” kalıyor.
Elbette bilim de “politiktir” ve bilime kayıtsız şartsız güven duymamak gerekir ancak karşı argümanların da bilimsel ufku genişletecek yetkinlikte olmasına dikkat etmekte, meseleye tarafgirlikle ya da duygularla değil, akılla yaklaşmakta her zaman fayda var.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***