YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’de neden bazı sorunlar kronikleşmiş durumda? Niçin Türkiye uzlaşma yoluyla problemlere çözüm bulmak konusunda zorlanıyor? Asgari müştereklerde anlaşmak, konsensüs sonucu ortak iyiye ulaşmak, özgürlükleri, zenginliği, eğitimi, teknolojiyi, yaşam standartlarındaki iyileşmeyi tüm toplumsal kesimlere yaymak gibi konularda başarısız oluşun nedeni ya da nedenleri nedir? Toplum biz duygusunu neden yitirdi? Niçin en ufak yaklaşım farklılıklarında rijit bir kutuplaşma ve ötekileştirme refleksi patlak veriyor?
Spesifik açıdan yaklaşıldığında elbette tüm bu soruların birden çok yanıtı olduğu gerçeği karşımıza çıkıyor. Fakat tüm spesifik yanıtların işaret ettiği ortak bir zemin, habis bir çevre var. Türkiye’de özgür ve eleştirel düşüncenin yerleşmemiş olması. Diğer bir ifadeyle “onaylamama” ve kurallandırılmış kavga kültürüne yabancı olma halinden bahsediyorum. Oysa politikanın tam da temeli budur.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
İnsanlar bir arada yaşıyor. Ortak özelliğimiz, bireysel farklılıklarımızın oluşu. Yaş, eğitim, cinsiyet, din, meslek, sınıf, etnisite, aidiyet ve kimlikler, ekonomik farklılıklar, doğulan/yaşanılan ülke ya da bölge, sosyalizasyon ortamı, bireysel daha nice farklılık, toplumu oluşturan bireylerin birbirlerinden farklı düşünmelerine neden oluyor. Tarihsel deneyim, farklılıkları ortadan kaldırmanın olanaksız olduğunu öğretiyor. En despotik, hatta totaliter sistemlerde bile bireysel farklılıklar elimine edilemedi. Bununla yaşamak zorundayız. İnsaniyetin en büyük talihsizliği, belki de en büyük şansı bu. Farklılıkların uzlaşması ve sinerjiye dönüşmesi konusunda başarılı olabilen ülkeler, ilerliyor. Farklılıkların kırılganlığı arttırdığı, rijit ve despotik uygulamalarla insanların üniformist olmaya zorlandığı toplumlar ise başarısız oluyor. Nazi Almanya’sının çoğulcu Batı kültürüne yenilmesi ve kolektivist ve işçi sınıfının diktatörlüğüne dayanan totaliter sosyalizmin liberal demokrasi karşısında mağlup olması gibi örnekler, esnek, çoğulcu, farklılıkların değer addedildiği toplumların daha başarılı modeller ortaya koyduğunu açıkça gösteriyor. Türkiye bu konuda çok zorlanıyor.
Bu yazıda Türkiye’nin zorlandığı bazı sorulara değinmek istiyorum. Kanımca bu sorular – ve verilen örneklerin dışında bazıları – Türkiye toplumunda tartışılma olanağına sahip değil. Bu nedenle Türkiye ortak yaşam ve konsensüs kültürü ortaya koyamıyor. Herkes kendi doğrularını diğerlerine dayatmaya çalışıyor. Bu konuda en önemli enstrüman ise devlet. Devletin herkesin devleti haline gelememesinin ve tüm grupların devletin fethine yönelmesinin en başta gelen nedeninin bu olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Oysa ortak yaşam zemini böyle oluşturulamaz. Bu tür bir uygulama, bir grubun diğer grup veya gruplara kendi önceliklerini dayatması anlamına gelir. Böylelikle toplumun hatırı sayılır bir kesimi mutsuz olur. Ve ilk fırsatta kendilerine baskı yapan grubu elimine ederek, kendi önceliklerinin genel kabul gördüğü bir politik sistemi inşa etmek ister. Bir tür rövanşizm yani.
Türkiye tarihi, Osmanlı modernleşme çabalarından bu yana sürekli bu sarmal içinde kaldı. O halde somutlaştıralım. Nedir bu toplumsal fay hatlarına neden olan ve üzerinde uzlaşılamayan, hatta çoğunlukla sorulması bile olanaklı olmayan tehlikeli konular?
Her birini birkaç ana başlıkla saptamak gerekirse: Atatürk, Kürtler, Türk ulus konsepti, İslam’ın politik ve toplumsal rolü, kadın hakları başta olmak üzere cinsiyetler meselesi, mezhepsel ve etnik farklılıklar, devlet konsepti, ana yönelim ve mefkûre meselesi, ekonomi politik, coğrafya ile kurulan (veya sağlıklı kurulamayan) ilişki. Üzerinde derin toplumsal anlaşmazlıklar olan bu konuları elbette çoğaltmak olanaklı. Her birinin ortak noktası, devlet üzerinden bu konulara yeknesak ve monolitik bir yaklaşımın dayatılmak istenmesi. Diğer bir ifadeyle, farklı yaklaşımların engellenmesi ve bunun devlet eliyle yapılması. Sorunların temelinde bu var. Ve bu nedenle sorunlar kangrenleşiyor, ülkenin kırılganlığı hat safhaya yükseliyor, problem çözme kabiliyeti azalıyor, sosyolojik bünye zayıflıyor. Bugün Türkiye toplumunun toplum olup olmadığı tartışılmalıdır. Çünkü – diğer bazı yazılarımda bahsettiğim üzere – toplum olmanın asgari bazı ölçütleri vardır. En başta bir duygusu ve ortak gelecek tahayyülü gelmektedir ki her ikisi de bugünkü Türkiye toplumunda yeterince mevcut değildir.
Şimdi kısaca yukarıda değindiğim tehlikeli sorunları biraz açayım.
1) Atatürk konusu Türkiye’nin en başta gelen tabusudur ve bu nedenle tartışmaya – eleştirel akıl yürütme ve analize – kapalıdır. Atatürk tarihsel bir figür olmasına karşın Türkiye’de betonlaştırılmış, büstleştirilmiş, tabulaştırılmış, dokunulmazlık korunmasına alınmış bir konudur. Tanrısallaştırılmış bir kült lider oluşturularak, hem gelecekte ondan daha iyi, zeki, yaratıcı, birleştirici vs. bir liderin çıkmasına karşı ciddi bir psikolojik eşik yaratılmıştır, hem de Türkiye siyasetinde oyun alanı inanılmaz daraltılmıştır.
2) Kürtler konusu da benzeri mayınlı bir alandır. Türkiye ile aralarında bir merkez-çevre ilişkisi bulunan Kürt bölgelerinin açıkça kolonyal bir statüyle idare edildiğini ifade etmek bölücülüktür. Kürt diline getirilen sınırlamalar, Kürtlerin özyönetim hakları, eğitim özerkliği meseleleri, anayasal statülerinin olmayışı, Türklük içerisinde bilfiil asimilasyona zorlanmaları gibi meseleleri konuşmak ve tartışmak, bugün olanaksız durumdadır. Bu nedenle Kürtler söz konusu olduğunda Türkiye’de yeknesak bir devletlû tutum vardır ve bunun karşısında olan tüm politik hareketler ve fikirler bölücülükle ve terörizmle suçlanmaktadır.
3) Türk ulus konsepti, diğer bir fay hattı oluşturuyor. Türk üstünlükçü, etnik, ırksal kökene dayanan, asimilasyoncu bir agresif milliyetçilik, Türkiye’de “civic” bir kimliğin doğuşuna engel oldu. Birçok yazıda değindiğim ve incelediğim üzere, Türk tarih tezi üzerinden dayatılan bir endoktrinizasyon ve beyin yıkama, Türklerin toplumlarının ne derin bir apartheit anlayışı üzerine inşa edildiğini, dünyadan değerler evreni bakımından ne kadar koptuğunu, yabancı düşmanlığı, ötekileştirme, kin, önyargılar ve stereo-tiplerin yarattığı patolojinin boyutunu görmelerine engel oluyor. Bu konu inanılmaz bir tabusal alandır.
4) İslam’ın politik ve toplumsal rolünün nasıl olması gerektiği konusu ciddi anlamda girilmesi tehlikeli alandır. Devletin dinsel alanla kendi arasında kurduğu ilişki sorunlu olan Türkiye, genetik bir defektten muzdarip. Aynı şekilde Sünni Müslümanların önemli bir bölümü de dinlerinin devletle kuracağı ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yeni yorumlara veya içtihatlara çok açık bir görünüm vermemekte. Bu durumun en kayda değer yansıması laiklerle dindarlar arasında mevcut gerilim ve karşılıklı duyulan güvensizlik. İki kutup arasında kalan devletin bu latent gerilimden olumsuz etkilenmemesi ve altının oyulması kaçınılmazdı. Son 100 yıllık tarihte bu Türkiye’ye önemli ölçüde kan kaybettirdi. Bu alan halen bir tabu ve açıklıkla eleştirel olarak tartışılamıyor.
5) Kadın hakları ve cinsiyetler meselesi, halen devletin bir mevzuu olmaya devam ediyor. Türk devletinin ataerkil tezahürü, reforma açık bir alan gibi gözükmüyor. Dahası toplumsal seviyede de “komşusunun ırzından mesul olma” anlayışı, başkasının cinsiyet ve cinselliğini kendine dert edinen bireyler ve dolayısıyla devlet profili ortaya koyuyor.
6) Mezhepsel ve etnik farklılıklar Türkiye devletince son 100 yıldır yok kabul ediliyor. Halen Alevilerin veya Türk olmayanların hukukları yasal güvence altında değil. İnsanlar vergi veriyor, vergileriyle çalışan Diyanet Alevilere Cemevi açmamakta direniyor. Türk devleti üçüncü ve dördüncü maddelerde değinilen özellikleri dikkate alındığında, bariz bir Türk ve Sünni kimliğe bürünmüş durumda. Bu modern bir tezahür değil. Yirmi birinci değil, yirminci yüzyılın sorunu olan “devletin renk körü olması” durumu belli ki Türkiye’de yerleşmemiş. Politik kültür sorun kusuyor, ama konuyu yeterince açıkça tartışmak halen çok olanaklı değil.
7) Bu bizi ister istemez devlet konsepti konusuna getiriyor. Türkiye’de devlet vatandaşların mutluluğu için onlara hizmet eden bir aktör olarak algılanmıyor. Türk devletine binlerce yıllık bir devamlılık atfediliyor, mitleştirilen ve kutsallaştırılmış bir devlet modeli genel kabul görüyor. Bu devletin reformu – dönüştürülmesi – ya da yerine başkasının – daha iyisinin – kurulması gibi konular tartışma dışı.
8) Devleti ana yönelim ve mefkûre meselesinden ayırmak olanaksız. Türk devleti değer-nötr bir kurum olmaktan ziyade, asırlık ajandası (mefkuresi) olan – mesela kızıl elma peşinden giden – bir tür mitolojik varlık gibi algılanıyor. Türk devletinin sürekli bir tür üst erekle ilintili olması tüm kesimlerce benimsenmiş durumda. Turan devleti, İslam imparatorluğu, Osmanlıcılık, eski toprakların düşmandan geri alınması, dominant ve sınırlarını genişleten bir devlet ideali, özgürleşme ve rasyonelleşme önünde nasıl bir engel teşkil ediliyor, kanımca tartışılamıyor. Çünkü bu konuyu tartışmaya açmak, vatan hainliği veya mankurtlukla suçlanma – linç – tehlikesini beraberinde getirecektir.
9) Ekonomi politik öncelikler bu tür bir devlet-toplum içerisinde haliyle rasyonel eleştiri ve analiz mevzuları arasında değil. Türkler açıkçası nasıl daha iyi ekonomik koşullar yaratılır, yaşam koşulları nasıl daha iyi hale gelir, daha iyi bir bölüşüm nasıl başarılır, nasıl daha üretken olunur gibi sorularla ilgilenmiyor. Ekonomi konusu tabu olmasa da, toplumun endoktrinizasyonu, onun öncelikli bir tartışma konusu haline gelmesine engel. Dolayısıyla konu tabu olmasa da, siyasetin tartışma kapsamına dâhil değil.
10) Coğrafya ile kurulmayan veya çarpık olarak kurulan ilişki de tartışmaya kapalı diğer bir alan. Orta Asya’dan göç etmiş, aslen Anadolulu olmayan, Anadolu’nun işgalcisi, fatihi, sonradan gelen, ata yurdu Orta Asya olan Türkler miti, Türkleri Anadolu’ya yabancılaştırıyor. Toplumun çok büyük bir kesimi için bu sıfır önemde de olsa, kanımca bu konu toplumun çevreyle, diplomatik ilişkilerde komşularıyla, ulus devlet modeliyle vs. kurduğu ilişiklerde oldukça belirleyici ve önemli bir rol oynuyor. Bu konunun siyasal tartışmaların dışında tutulması genel iyileşmeyi engelleyen faktörlerden biri.
Bu tehlikeli konuların konuşulması ve üzerlerinde kafa yorulması, daha yaşanılır, uyumlu, konsensüse olanaklı, bir toplum haline dönüşmek bakımından yaşamsal önemde. Türkiye sosyolojisinin yeniden toplum haline gelmesi kanımca birincil önemde bir konu ve içinde yaşadığımız dönemde, yüzeydeki politik sorunların çözümü için uzlaşmaya müsait, iletişim halinde olan bir toplum olması bir ön koşul. Türkiye insanları kronikleşmiş sorunları ancak toplu iğneyle kuyu kazma titizliği ile çözebilir. Mucize bir tedavi yok. Kırılan bardağın tüm parçalarını sabırla birleştirmek, onarmak gerekiyor. Sihirli bir elin – mesela bir liderin – “yeni bir bardak” yaratmasını beklemek rasyonel değil.
Son söz: Her konuyu açıkça ve tabusuzca konuşma ve tartışma ortamı sağlanmadan, özgür bir ülke olmak olanaklı değil.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***