Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

İslamcılığın yükselişi

İslamcılığın yükselişi


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

İslam bir din, ancak İslamcılık bu dinin dışında bir şey. Her din gibi, İslam da temelde iki meseleye odaklanır: 1) Tanrı yaratıcısı ile diyalog, yani teoloji – ilahiyat – alanı, 2) Toplumsal alanın düzenlenmesi. Birincisi evrensel ve süreklilik içerir, ikincisi temel esasları belirlemek dışında, sosyolojik, dönemsel ve tarihseldir.

İslamcılık, dini ideolojiye indirgeyen diğer akımlar gibi, toplumsal alan konusundaki ajandasını dini argümanlarla destekleyerek, istediği düzeni oluşturmayı hedefler. İslamcılar dini başta politik alan olmak üzere, ekonomi, sanat, hukuk, spor, edebiyat, güç ilişkileri, güç dağıtımı, diplomatik ve küresel ilişkiler gibi konuları düzenlemek için bir tür meşruiyet sağlayıcı olarak kullanıyor. Toplumsal alanı kendi kafalarındaki ideallere göre şekillendirmek için dini manipüle ediyorlar. Böylece din bir araca indirgeniyor. Kitlelerin iknası kolaylaşıyor. Dini kendi tekellerine alan İslamcılar, böylelikle kendi hedeflerine ulaşıyor. Toplumsal meşruiyet zemininin sağladığı bereketli ve az riskli alanda, teolo-otoriterizmden teolo-totalitarizme uzanan bir yelpazede toplumsal mühendisliğe girişiyorlar, toplumu dönüştürüyorlar. Karşılarına çıkan rakipleri dinsel alandan gelen ideolojik güçle saf dışı ediyorlar.

İslamcılık çerçevesinde ele alınabilecek birbirinden farklı derecede radikalizmler de olsa, her bir İslamcılık akımı ortak bir özelliğe sahip: yaşamın her alanının kendi din yorumlarının etkisine girmesini sağlamak. Ötekinin bastırılması ve kendi güdümüne sokulması nihai hedef olduğu için, İslamcı ideolojiler uzlaşma yönelimli değil. Uzlaşmayı kimi zaman kullansalar da, bu dönemsel ve stratejik bir yaklaşımdır. Diğer bir ifadeyle, amaca giden yolda dönemsel ittifaklar için uzlaşmacı gibi görünüp, güce ulaşınca – ittifaka bağımlılıkları ortadan kalkınca – eski müttefiklerini elimine etmekten çekinmiyorlar. İslamcılık bu yönüyle pragmatik ve güce yönelik bir ideoloji.

İslam dininin hiyerarşik organizasyon yapısının bulunmaması, İslamcıların işini kolaylaştırıyor. Örneğin benzeri bir tutumu Katoliklik veya Protestanlık mezhepleri bazında, Hristiyan toplumlarda uygulamak zor. Çünkü yerleşik, dini yorum üzerinde otorite sahibi, hiyerarşik ve merkeziyetçi kilise örgütleri buna izin vermez. İslam bu bakımdan – tabirimi mazur görün – bizatihi Müslüman İslamcılar tarafından ayağa düşürülmüş bir din görünümünde. İslam’ı İslamcılardan kurtarmak bu bakımdan kolay değil. Sıradan, ortalama Müslümanlar İslamcıların radikalliğini gördüklerinde, refleksif olarak “gerçek İslam bu değil!” tepkisi vermek dışında pek bir şey yapamıyor. Çünkü kendi ılımlı din anlayışları, İslamcıların tasavvur ettiği ve propagandasını yaptığı ideolojikleştirilmiş ve araçsallaştırılmış dinden çok daha farklı. Ne var ki, İslamcı akımlar orta ve orta sınıf altı sosyal sınıflarda, özellikle gençler üzerinde ciddi bir etkiye sahip. İslam’daki cihat, gaza, dar-ül harp gibi muğlâk konseptler sayesinde, özellikle gençler arasında İslamcı radikaller ciddi etki kurabiliyor.

Türkiye’deki Milli Görüş ve AKP türevi İslamcılık ile Mısır’daki Müslüman Kardeşler, modernist İslamcılık olarak nitelenebilirken, El Kaide, El Nusra, Boko Haram, El Şebab, IŞİD, Taliban vs. İslamcı akımlar, daha devrimci ve geleneksel-dönüştürücü bir profil çiziyor. Ortak noktaları, İslam’ın kendi siyasal amaçları için kullanımı. Bu temel değerleri, aralarındaki nüanslara karşın İslamcı akımları “kardeş hareketler” olarak birbirlerine yaklaştırıyor. Toplumlar arası sosyolojik ve kültürel farklılıklara göre, bazı ülkelerde Müslüman Kardeşler tipi akımlar yerleşiyor, bunlar bulundukları siyasal koşullar içinde, genelde demokratik yolları kullanarak iktidara gelmeye çalışıyor. Bazı ülkelerdeyse devrimci, silahlı mücadeleyi seçen İslamcı akımlar, IŞİD’in Irak ve Suriye’de yaptığı gibi, ya da Taliban’ın Afganistan’da yaptığı gibi, iktidara yürüyor. Bu gruplardan farklı olarak bazı İslamcı akımlar ise, uluslararası terörizm yoğunluklu bir ajandayı takip ediyor ve sanal bir küresel Halifelik oluşturarak, Müslüman çoğunluklu bölgelerde etkinlik kazanmaya çalışıyor.

İkinci Dünya Savaşının ardından, özellikle İsrail karşıtlığı ve seküler modernizme tepki üzerine yoğunlaşan bir programla yola çıkan İslamcılık, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle beraber tüm dünyada ivme kazanmaya başladı. Mısır ve Türkiye gibi Müslüman toplumlarda seküler-modernist ulus devlet projelerine karşı pozisyon alan modernist İslamcılara, 1990’lardan itibaren devrimci cihatçılar eklendi. El Kaide’nin ortaya çıkmasıyla beraber, anti-Batıcı, savaşkan, kitlesel terörist eylemlerle adını duyurmaya çalışan bir İslamcılık modeli doğdu. Her iki model de özellikle Ortadoğulu gençler üzerinde etkin oldu, 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde ve 80’lerde modern dünya ile mümkün olduğunca entegre olan Müslüman gençlerin profiliyle tezat oluşturan şekilde, büyük bir radikalleşme yaşandı. 1940’ların ve 1950’lerin modernist İslamcılarının tersine, Batı ile antagonistik bir ilişkiyi gündemlerinin birinci maddesi yapan cihatçı İslamcılık, giderek İslamcıların hitap ettiği tabanı etkisi altına aldı. İslam’daki diğer dinlerin mensuplarına ve devletlerine karşı yerleşik olan üstünlükçü ve çatışmacı tarihsel birikim, devrimci-cihatçı akımların yelkenlerine rüzgâr oldu. Türkiye gibi Batı kampında bulunan, daha ılımlı ve seküler toplumlarda bile, Batı karşıtlığı ciddi popülarite kazandı ve İslamcı partiler ve siyasetçiler, Batı karşısındaki sert tutumlarıyla taraftar bulmaya başladı. Tabanın beklentileri, siyaset üzerinde etkin olmaya başlamıştı. İşin ilginç yanı, Türkiye’de İslamcı olmayan kesimlerde de bu Batı karşıtlığı – farklı meşrulaştırma zeminleriyle de olsa – taraftar buldu, ana akım solu ve milliyetçileri etkisine aldı. Böylece Türkiye ve Mısır gibi ülkeler daha fazla radikalleşti, Batı ağırlıklı küresel siyasette daha bağımsız hareket eden aktörler haline geldi. Mısır’da bu Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler’e karşı general El Sisi tarafından yapılan askeri darbeyle frenlenirken, Erdoğan liderliğindeki Türk İslamcılığı daha akılcı hareket ederek, nasyonalist ortaklarla bir fiili koalisyon kurdu ve iktidarını korumayı bildi.

Bu arada Arap Baharı sonrası birçok Ortadoğu ülkesi istikrarsızlaştı, büyük bir mülteci göçü dalgası küresel politikaların birincil problemlerinden biri haline geldi. Milyonlarca Suriyeli ülkelerindeki radikal İslamcılardan ve diktatör Esat yönetiminden kaçmak zorunda kaldı, Kuzey Afrika ve Sahra Altı Afrika bölgelerinde de korkunç bir istikrarsızlaşma baş gösterdi. İslamcı cihatçı radikal akımlar tüm sahaya egemen olurken, Batı bu İslam dünyasının iç çatışmalarına karşı pozisyon almanın ekonomik maliyetlerini sorgulamaya başladı. Trump yönetiminin ABD askeri varlığını Suriye’den çekmesi, bölgeyi Rusya denetimine terk ederken, Biden yönetiminin Afganistan’daki ABD askeri varlığını sonlandırma kararı sonrası, son bir hafta içerisinde Taliban tüm ülkeyi ele geçirdi. Suriye’den Batı’ya akan milyonları, şu aralar Afganistan’dan kaçmak zorunda kalan mülteciler takip ediyor. Dünya, özellikle de Batılı ülkeler, yeni bir göç kriziyle karşı karşıya.

İslam dünyasındaki İslamcı karşıtı muhalifler, İslamcılık ideolojisinin İslam içindeki toplumsal, kültürel, politik, hukuksal vs. boyutlarını analiz etmek yerine, kolayına kaçarak, genelleyici biçimde Batı dünyasını suçluyor. Başta ABD olmak üzere, Batı dünyasının son 100 yılda takip ettiği küresel politikaları eleştirerek, esas meselenin bu olduğunu söylüyor. Batı’da ise kültürel rölativiteyi ön plana çıkartan bir yaklaşım giderek akademide ve siyasette baskın tutum haline geliyor. Özetle, Batılılar “bunlar İslam dünyasının kendi iç işleri, biz karışmayalım” noktasına gelmiş bulunuyor. Bu doğrultuda, İslam ülkelerinde meydana gelen ağır insan hakları ihlallerine de çok daha zayıf tepki gösteriyorlar. Dahası demokrasi destek programları büyük oranda ortadan kalktı. Daha önce ABD ve AB tarafından İslam dünyasına yönelik izlenen demokratikleştirme ve dönüştürme yaklaşımı böylece iflas etti. Afganistan’dan çekilen ABD bu tutumun son somut örneğidir. Arap Baharı’ndan bu yana AB’nin Komşuluk Politikası ise rafa kalkmış durumda. Ortadoğu, artık ABD ve AB’nin gündeminde sadece kendi ülkelerindeki negatif yansımaları frenlemek bağlamında bir rol oynuyor, hepsi bu. Batı, diğer bir ifadeyle, mültecilerin kendi ülkelerine gelmesine engel olmak ve kendi topraklarında terörist cihatçı saldırılar yapılmasını engellemek olarak hedef küçültmüş durumda. Batının bu tutumunu bir zafer olarak algılayan Taliban yönetimi ise, artık açıkça küresel cihat dönemine geçildiğini ilan ediyor.

Toparlayacak olursam, tüm bu gelişmeler, hem yerel hem küresel politikalar bakımından yeni bir döneme girildiğini gösteriyor. Huntington’ın ortaya attığı Medeniyetler Çatışması tezi, aslında gerçekleşmiş bulunuyor. Onun anlattığı kadar basit olmasa da, ortada ciddi bir fay hattı kırılması söz konusu. Türkiye, tıpkı Huntington’ın dediği gibi, bu fay hattı üzerinde en ağır depremlerin gerçekleşeceği ülkedir.

Bu bağlamda Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin restore edilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer yeni bir jeopolitik strateji geliştirilecekse, bunun merkez üssü Türkiye olmalıdır. Elbette bu stratejik dönüşüm için Türkiye’nin yeniden hukuk devleti ve işleyen bir demokrasi olması, en başta gelen koşuldur. Bu konuyu ileriki yazılarda derinleştirmeyi umuyorum.

Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***

Exit mobile version