YORUM | Dr. REŞİT HAYLAMAZ
Nifakın ayak oyunu bitmek bilmiyordu.
Dönüşü olmayan bir yola girildiğini düşünüyor ve Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yokluğunda kendilerine alan açabilmek için her şeyi değerlendiriyorlardı.
Bunun bir yolu da yollarına çıkabilecek engelleri ortadan kaldırmaktı.
Böylesine meşakkatli ve uzun bir sefere çıkarken Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kendisine vekil olarak Medîne’de Hazreti Ali’yi (radıyallahu anh) bırakmıştı.
Onlar için Hazreti Ali (radıyallahu anh), bileği bükülemez ve aynı zamanda entrikaları karşısında kül yutmaz bir insandı.
İbn-i Selûller de anlamıştı; vekil olarak Medîne’ye Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh) bırakılması, kendileri için “uyûn-i sâhire” mesabesinde bir hamleydi.
Hemen sulandırmaya başladılar.
Tedbiri de elden bırakmıyor, açık hedef olmamak için perdeli konuşuyorlardı; dünyanın dümenindeki bir devletle hesaplaşmaya gidilirken Hayber fâtihi bir Haydar’ın (radıyallahu anh) çoluk çocuk ve kadınlarla birlikte Medîne’de kalmasının hiç de münasip düşmediğini dillendiriyorlardı!
Ne Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh) dillere destan kahramanlığına vurgu yapmak gibi bir niyetleri vardı ne de onun gibi birisinin, kadın ve çocuklarla birlikte geriye bırakılıyor olmasından rahatsızlık duyuyorlardı!
Asıl niyetleri, Hazreti Ali (radıyallahu anh) gibi gözü keskin ve pek birisinin ferâset alanından uzak kalmaktı.
Dertleri başkaydı.
Evet, Hazreti Ali (radıyallahu anh), aşkın bir kahramandı ve seferden döneceği âna kadar Medîne’de kuş uçurtmamak suretiyle başka bir kahramanlığa daha imza atacaktı.
Zaten, İbn-i Selûllerin takıldığı yer de işin burasıydı; istedikleri gibi top çevirebilmek için zeminin sağlam olmasını istiyor, güzergâhlarını tehlikeye atmamak için de strateji geliştirip konuşuyorlardı:
“Ali önemsiz görüldü!”
“Kadınlar ve çocuklarla kalmaya layık görüldü!”
“Yanında götürmediğine göre onun arkadaşlığını kendisine layık görmüyor demektir!”
“Önünü kesti”, “pasifize etti” veya “çizdi” demeye getiriyorlardı! Maksatları, zor zamanların üstesinden gelecek bir potansiyeli, insanlar nazarında karalamak ve daha zorlu zamanlara hazırlanan bir kahramanın daha yıldızını karartmaktı.
Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh) kulağına gitmeyen söylentinin bir işe yaramayacağını da biliyorlardı; her kılığa girip çırpınmalarının sebebi de bu idi!
Farklı dillerle seslendirilen aynı argümanın değişik kanallarla kendisine ulaştırılmasına bir hayli üzülen Hazreti Ali de (radıyallahu anh) sarsılmıştı.
Daha fazla dayanamadı; silahını kaptığı gibi yola çıktı ve Tebûk’e akan ordunun ardından çıkıp Cürf denilen mevkide Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) yetişti.
Cürf, Tebûk’e giden ordunun mola verdiği yerdi.
Boynu bükük vaziyette yanına yaklaştı ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Sen ne tarafa gidersen ben de orada olmak isterdim; beni, kadın ve çocuklarla mı bırakıyorsun?”
Sonra da ardından konuşulanları nakletti, bir bir.
İyi ki geldi ve iyi ki bunları söyledi!
Yoksa, benzeri şartları yaşarken nasıl bir duruş sergileyeceğimizi nereden bilecektik!
Zaten, halden anlayan, onun halini de anlamıştı; önce, “Onlar yalan söylemiştir!” buyurdu. “Seni, geride bıraktığım işleri deruhte etmen için Medîne’de bıraktım!”
Sesinin tonunda ayrı bir kararlılık vardı ve ona, “Geri dön ve ailemin, ailenin yanında kal!” dedi.
Bunlar, kaynaklara intikal eden bilgiler; muhtemeldir ki o gün Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem), Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) söyledikleri bunlarla sınırlı değildi.
Hazreti Ali (radıyallahu anh) için mesele bitmişti ama Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) söyleyecekleri bitmemişti; talimatı alır almaz gerisin geriye dönen damadına, “Ey Ali!” diye seslendi. Belli ki sesinin duyulmasını istiyordu ve şunları söyledi:
“Mûsâ nezdinde Hârûn ne ise benim yanımda senin konumun da odur; ne var ki benden sonra peygamber gelmeyecektir!”
Tarihi, dün olup bitenlerin haberini nakleden (ihbârî) bir gözle okursanız bunun anlamı açıktır; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), daha ayrılır ayrılmaz Medîne’de çıkarılan gürültü ve koparılan fırtınaların önünü kesmiş, Hazreti Ali’nin (radıyallahu anh) de hususî konumunu herkese ilan etmiştir.
Doğru.
Ancak bu doğrunun başka bir boyutu daha var ki o, meseleye ders alma ve benzeri durumlarla karşılaştığınızda atacağınız adımları şekillendirecek bir nazarla (inşâî) baktığınızda karşınıza çıkıyor.
Nedir?
Tûr’a çıkarken Hazreti Mûsâ’ya (aleyhisselâm) vekalet eden Hazreti Hârûn (aleyhisselâm) değil miydi?
Evet.
Hazreti Mûsâ’nın yokluğunu fırsat bilen Sâmirî, hem de Cibrîl-i Emîn’in ayak izlerinin üzerinde altın ve gümüşten bir mabud (!) yapmış mıydı?
Evet.
Provoke ettiği kitleleri el yapımı bir buzağı ile kandırmış ve “Mûsâ gitti ve sizi unuttu; sizin ilahınız bundan sonra bu!” deyip yoldan çıkarmış, Benî İsrâil’in kıblesini yeniden değiştirmiş miydi?
Evet.
O zaman, Tebûk’e giderken Hazreti Ali’ye (radıyallahu anh) söylenilen söz daha farklı bir anlam ifade ediyor; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, “Gözün İbn-i Selûllerin üzerinde olsun ki benim yokluğumda kıble değiştirecek zemin bulamasınlar!” diyor.
Peki, Hazreti Ali (radıyallahu anh) bunu anlamış mıdır?
Hiç şüpheniz olmasın ki onun gibi bir fetânet, hem de daha fazlasını anlamıştır!
Peki, “inşâî” nazarla baktığımızda, İbn-i Selûl’ün “son koz” olarak gördüğü bu hâdise ve bu münasebetle şeref-sudûr olan Nebevî beyanlar bize ne anlatıyor?
Mü’min ferâsetiyle bakınca, İbn-i Selûl’ün anladığını anlamamak olmaz!
Ardı arkası kesilmeyen kozlara defalarca muhatap olanlar da sanırım bunu anlamıştır!
Öyleyse, anlayana dönüp bir daha anlatmak bir nevi itnâptır ki belağatın diliyle orada sükût esastır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***