YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Mustafa Kemal Atatürk solcu değildi. Ne Marksizm ve sınıf mücadelesine, ne sosyal adaletçi, toprak reformunu ve sınıfsal paylaşım mücadelesini ilgilendiren bir politika kuramına inanıyordu. Dahası, pragmatik reformlarında da bu doğrultuda herhangi bir motivasyonu yoktu. Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm siyasal yaşamı, mümkün olan en geniş sınırlara sahip bir Türk ulus devleti kurmaktı ve bu devlete adını veren ulusu – Türkleri – sayıca ve oranca en yüksek seviyeye taşımaktı. İttihatçı gelenek gibi, Kemalist gelenek de Anadolu’ya homojen Türk ulusunu dayatan bir ideolojiydi. Kemalizm’in altı ilkesi arasında başlangıcından bugüne dek değişmeden kalan iki ana ilkeden biri milliyetçilik (nasyonalizm) ilkesidir. Diğeri de laikliktir. Laiklik de esasen nasyonalizme hizmet eden, devletin dini ve dinsel kimliği kontrol etmesine hizmet eden bir ilkedir. Laikliğin amacı, başat Müslümanlık kimliğini ulusal kimliğin altına konuşlandırmak ve Türkiye toplumunun ana kimliğinin Türklük olmasını sağlamaktır. Önce Türk olacaksınız! Türklük her ne kadar doğumla, linguistik olarak ait olunan bir kimlik de olsa, Osmanlı döneminden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte ikincil, daha önemsiz bir kimlikti. Kemalizm laiklik ilkesiyle, devlet eliyle dini kontrolü altına alarak, onu bir tür milli birliğe hizmet eden araca indirgemeye kalktı. Bu modernist bir çabadır.
Her modernist ideoloji gibi, Kemalizm de geleneksel olanla modern olan arasındaki gerilim hattına odaklanır. Geleneksel olanın modern yapılarla değiştirilmesini öngörür. Bunu tepeden tabana doğru gerçekleştirmeyi, metot olarak benimser. Bu bağlamda demokrasi, Kemalizm ideolojisinde herhangi bir önceliğe sahip değildir. Başka bir ifadeyle, Kemalizm halk için, halk adına karar yetkisini kendisinde gören bir elit hareketidir. Bu bağlamda Avrupa sol hareketleriyle herhangi bir ilgisi bulunmamaktadır. Batı’da sol, her zaman sınıfsal kimlikten hareket etmiştir; ulusal kimlikten değil. Evrensel solun en önemli aidiyet bağı, sınıfsal aidiyettir. Marx’ın dünyanın tüm işçilerini birleşmeye davet etmesi bir tesadüf değildir. Batı’da sol, sınıfsal aidiyetin, ulusal aidiyetin yerini alması üzerine kuruludur. Bu bağlamda Kemalizm, Batı’da ortaya çıkmış hiçbir sol veya sosyalist hareketle benzerlik göstermez. Batı’daki sol hareketler de esas olarak modernisttir, fakat modernleşmeyi sınıfsal ilişkiler üzerinden gerçekleştirmeyi amaçlar.
Ortadoğu toplumlarında bu tür sol hareketler yaygınlaşmadı. Sorun sadece Türkiye’de değil. Müslüman çoğunluklu ülkelerin tamamında geçerli olan bir durumdan bahsediyorum. İslami tarihin Batı Hristiyan tarihi ile lineer bir konumda olmaması dolayısıyla, Batı politik terminolojisi ve ideolojileri, Ortadoğu-İslam toplumlarının sosyolojik kumaşına uymuyor. Kemalizm, bunu teorik olarak işlemese de, pratikte tam da bunun ayırtına varmış bir siyasal ideoloji olarak hareket etti. Modernleştirme yaklaşımında birincil hedef olarak kimliksel dönüşümü hedef aldı. İslami aidiyetin yetini alacak, bu aidiyeti amaçları için enstrümantalize edecek bir nasyonalizmi ideolojik kuramsal ve pratiksel merkezine yerleştirdi.
Tepeden tabana doğru olan bu modernleştirici pozisyon, ister istemez devletin hâkimiyeti ve devlet eliyle toplumsal mühendislik yapılması metodunu izlemek zorundaydı. Bu, ideolojiyi benimsemiş ve benimsetmiş bir devleti öngörüyordu. Devletin ideolojisi, kimlik yaratma sorununa odaklandığından, Kemalist devlet antidemokratik ve baskıcı bir devlet olmak zorundaydı. Tek parti iktidarı döneminde bu tepeden tabana modernleştirmeci ideolojik ceberut devlet kısmen daha az direnç ve yalpalamayla görevini ifa etti. Çok partili siyasal sisteme geçildiğinde de devletin ideolojisi terk edilmedi. Bu durum, sistem içi bir gerilim hattına sebebiyet verdi. Bir taraftan farklı partilerin rekabetine kapı aralanırken, diğer taraftan tek parti döneminde oluşturulan ideolojik yapı korundu. Devletin bürokrasisi – özellikle askeri bürokrasi – böylece bir tür veto rejimi oluşturdu.
1960 darbesi sonrası bu veto rejimi, Milli Güvenlik Kurulu (MGK) üzerinden, askerlerle sivilleri aynı masa etrafına eşitler olarak oturtan, fiiliyatta askerlerin ana politika alanlarında son sözü söylediği bir vesayet rejimine yol açtı. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti’nin ana devlet mimarisini oluşturdu. Böylece Kemalizm ideolojisinin hassas olduğu kimlik politikaları konusunda, bu vesayet modeli bir tür denetleme mekanizması olageldi. Bu model, iki kimliksel politikayı kendisine ana tehdit olarak belirledi. Birincisi milli birliğe (homojen Türk milleti modeline) aykırı politik hareketlerdi. İkincisi ise, nasyonalist kimlik yetine İslamî kimliği önceleyen politik hareketlerdi. Birinci grupta ana hedef “bölücü hareketler” olarak nitelenen Kürt siyasetiydi, çünkü bu akım homojen milli kimlik dayatmasına karşı çıkıyordu. İkinci grupta ise ana hedef “irticai hareketler” olarak nitelenen İslamcı hareketlerdi. Bu grupların siyasi veya sosyal örgütlenmeleri arasında da fark gözetilmedi. Böylece bu iki grup, devletten izole edildiler. Yani dışlandılar. Bu gruplarla ilintili olanların devlette herhangi bir düzeyde görev alması, devlete sızmak olarak nitelendirildi. Kemalizm, bu yolla kendisini devlet ideolojisi olarak korumayı başardı.
Cumhuriyet Halk Partisi, tüm bu anlatılan şeylerin birincil aktörüydü. Modernist karakteri, birçok sol görüşlü aydını ve siyasi eliti CHP’ye yönlendirmiş de olsa, gerçek solcular hiçbir zaman CHP’nin bel kemiği olmadı, olamadı. Daima nasyonalist kanat – 1980’lerden itibaren kendilerine “ulusalcılar” diyen ekip – CHP’nin hücresel seviyede ana kimliğini belirledi. 1990’larda Kürt siyasetinin CHP yerine kurulan Sosyaldemokrat Halkçı Parti üzerinden TBMM’ye girişi ve akabinde bu partiden ayrılarak kendi gruplarını kurma olayından sonra, CHP ekolü Kürt politikası konusunda tümüyle devletlû bir yönelime kaydı. Deniz Baykal ile CHP’nin ikinci kuruluşu sonrasında, eski CHP’lilerin sol marjinalleri tarafından ekolün sola çekilmesi stratejisi de karaya oturmuş oldu. CHP 1990’ların sonlarından bugünlere, Kemalist damarın ana odak konusu olan nasyonalizm (ulusalcılık) ve devletçi laiklik (dinin devlet kontrolünde olmasını öngören yaklaşım) arasına sıkıştı. Kendini sözüm ona sol olarak tanımlasa da, CHP tıpkı kuruluş yıllarında olduğu gibi, modernist nasyonalist çizgide durdu. 1920’lerin ve 1930’ların Kemalizm’inin başvurduğu ceberut yöntemlerle hiç hesaplaşmadı. Mesela Dersim Katliamı, Kürtleri asimile etme politikası, İstiklal Mahkemeleri, yargısız infazlar, “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları gibi faşizan politikalar halının altına süpürüldü. Ya da “Yunanlıların denize dökülmesi” gibi faşizan söylemler okul müfredatlarının tarih kitaplarında yer aldı. Veya Türk-üstünlükçü, diğer etnisiteleri aşağılayan ve devletten izole eden apartheit rejimi eleştirilmedi. CHP, kendi geçmişini idealize eden bir Kemalofaşist modernleştirici nasyonalist parti oldu. Sol, sosyalist veya sosyal demokrat bir parti olmadı.
Şimdi bu parti, Türkiye’de sol olarak kabul ediliyor. Türkiye ideolojik spektrumundaki ölçütleri bilemiyorum. Fakat küresel ölçütlere göre CHP savunduğu politikalar ve temel yaklaşımları bakımından bir sol, sosyalist veya sosyal demokrat partiye tekabül etmiyor. Ekonomi politik yaklaşımlarından hareket etmeden önce – ki bu başka bir yazının konusu olmalı, çünkü bu yazının kapsam ve amacını aşıyor – iki örnek vermek ve bunlardan birine bugünkü yazıda odaklanmak niyetindeyim. Bunlar sırasıyla 1) CHP’nin Erdoğan rejiminin “FETÖ” söylemini kullanması, 2) Suriyeli sığınmacılar konusundaki retorik ve politika önerileridir.
Birincisinde tipik bir “karşı devrimci, takunyalı, gerici, şeriatçı, yobaz” birilerinin “devleti ele geçirmeye yeltenmeleri” üzerinden bir diskur oturtulmuştur. Elbette saydığım sıfatları bugün modası geçmiş olması nedeniyle kullanmıyorlar. Fakat yaklaşım, bu algı üzerine inşa edilmiştir.
İkincisinde ise CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile Fikri Sağlar’ın Suriyelilerin ülkelerine gönderilmesini önermek olarak özetlenecek politika önerileri söz konusudur. CHP, Esad rejimi ile görüşmeyi ve anlaşmayı, ardından Suriyeli göçmenlerin Türkiye’den Suriye’ye gönderilmelerini teklif ediyor. Bu, sol bir politika değildir. Bu tür söylemler, Avrupa’da aşırı sağ ırkçı partilerin söylemlerine tekabül ediyor. Mesela Almanya’daki AfD (Almanya İçin Alternatif) partisi, aynen bu söylemi kullanmakta ve aynı politika önerisinde bulunmakta. CHP ile AfD tümüyle aynı paralelde bir düşünce evrenindedir, aynı tür ideolojileri benimsemiş durumdadır. CHP, Almanya’daki Neonazi yönelimde olan bir siyasi hareketle benzer çizgide! Bu sol olabilir mi? Bu CHP nasıl Sosyalist Enternasyonal üyesidir? Bunu sormayalım mı? “Türkiye Türklere aittir”, “Suriyelileri geri gönderelim” diyen bir partinin neresi soldur? “Almanya Almanlarındır” diyen siyasi hareket, Hitler’in NAZİ partisiydi. Bugün CHP, Türk devletinin rejimi tarafından yürütülen sosyal soykırıma onay vererek ve onun diliyle konuşarak Kemalofaşist geçmişinin gereğini yapıyor. Veya Suriyelilerin ülkelerine deporte edilmelerini teklif ederek, günümüz Neonazi veya aşırı sağcı hareketleriyle aynı çizgide duruyor.
Bu CHP’den Türkiye’nin demokratikleştirilmesini veya normalleştirilmesini bekleyebilir miyiz? Özellikle kendisini solda konumlandıran seçmenlerin bu sorular üzerinde düşünmeleri gerekmiyor mu?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***