Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Devlet eleştirisi

Devlet eleştirisi


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Çoğu mağdurda gözlemlediğim, devlet eleştirisinden kaçınmaları ya da yaptıkları devlet eleştirisini AKP sonrası bozulma ile sınırlı tutmaları. Ben bu yaklaşımın çok sorunlu olduğu kanısındayım. Kronik sorunları iktidar değişikliği ile gidermek düşüncesi, hastalığın bu kadar yayıldığı bir bünye için mantıklı mı, bunun üzerinde ciddiyetle düşünmek gerekiyor.

Türkiye’de birçok ciddi sorun var. Temelde bunları iki kategoride toplamak olanaklı: 1) İnsan hakları, hukuk devleti ve demokrasiye (politik sisteme) ilişkin problemler. 2) Yolsuzluklarla bağlantılı problemler. Bu iki temel kategori de, sosyolojik dinamiklerle ilintili. Sosyal yapı, insan faktörü – ya da beşeri sermaye – her iki kategorinin de üzerinde kurulu olduğu zemini oluşturuyor. Dolayısıyla, palyatif devlet eleştirisinden holistik – daha kapsayıcı – devlet eleştirisine geçişin zorunluluğunun ya da gerekliliğinin yanı sıra, üst yapısal bozulmanın sosyal köklerine kadar inen derinlikte çözümlemelere girişilmesi – en azından deneysel boyutta – mutlak surette gerekli.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Bir örnek vererek somutlaştıracak olursam, devletin özel mülkiyet haklarını ihlal ederek mal ve mülklere yasadışı yollarla veya yasaları eğip bükerek çökmesi, salt günümüze ilişkin bir olay değil. Ya da Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden rektör atanması sonrası başlayan haklı direnişin, ülkenin yeni ortaya çıkmış bulunan bir akademik özgürlükler sorunu olmadığı, sanırım gayet açık. Veya ülkede demokratik sisteme ilişkin haklı eleştiriler yapılırken, halkın oylarıyla seçilmiş onlarca Kürt vekilin ve demokratik yöntemlerle seçilmiş yüzlerce Kürt yerel yöneticinin hapishanede bulunuyor olma durumlarını dikkate almamak da öyle. Örnekleri çoğaltmak olanaklı, çünkü bu devletin neredeyse tüm tarihi, bu tür hukuksuzluklarla dolu!

Yukarıda izah etmeye çalıştığım nedenle, devlet eleştirisi yaparken, kökleri derinlerde olan tüm sorunların da detaylı ve titiz bir arkeolojisini yapmak gerekiyor. Örnek vermek gerekirse, özel mülkiyete hukuksuzca el koyma olgusunu (günümüzde “çökme” denen devlet pratiğini) ele alırken, bu sorunun arkeolojik kazılarını her katmanı kapsayacak şekilde gerçekleştirmek zorunlu. Tıpkı kanserli bir dokuyu ameliyatla sağlıklı dokudan uzaklaştıran cerrah gibi, habis dokuların sağlıklı dokuda kalmamasını sağlamaya odaklanmak, bahsettiğim titizliğin ana nedeni.

Bu devlet, özel mülkiyeti tanımayan bir siyasal kültür üzerine kuruldu. Diğer bir ifadeyle, Osmanlı İmparatorluk geçmişinde özel mülkiyetin bulunmaması, sonrasında on dokuzuncu yüzyılda kademeli olarak başlayan reformlarla bu siyasi kültürün değişmeye başlaması, derken meşruti monarşi üzerinden Batı tipi özel mülkiyet uygulamasının de jure kabul edilmesi, analize başlamanın iyi bir başlangıcı olabilir. Bu yapı üzerine, yeknesaklaştırıcı, homojenleştirici nasyonalizmin gölgesinde, İttihatçı faşizmin milyonlarca Ermeni’yi ve Rum’u planlı ve sistematik soykırıma uğratırken, onlardan geriye kalan mülklere “çökülmüş” olması, çözümlemenin odaklanması zorunlu olan korkunç büyüklükte bir tarihi kara lekedir. Ardından, Cumhuriyet’in kurulması ile birlikte, tümüyle Batı tipi yasaların kabul edilmesi, fakat yine de – tıpkı soykırımlarla hesaplaşılmaması gibi – Ermeni ve Rumların mallarının ve mülklerinin gasp edilmesi ile hesaplaşılmamış olması, çözümlemenin önemli bir başka unsuru olacaktır. Bunu müteakiben, sırada Kürtler var. Kürtlerin köylerinin boşaltılması, yakılması, göçe zorlanmaları, yersiz-yurtsuzlaştırılmaları, yine özel mülkiyete ilişkin yasaları tınlamayan devlet pratiğine iyi bir örnek oluşturuyor. Bu bağlamda mutlaka analize buradan devam edilmeli.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken nokta şudur. Tüm bu saydığım olaylar, bir devamlılığa ve sürekliliğe işaret etmektedir. Bu gerçek gayet açıkça orta yerde duruyor ve sırıtıyor. Önemli olan, bu silsilede veya zincirde kopukluğa izin vermeden, tüm bu olayların tek bir fail tarafından yapıldığını tespit etmektir. Fail bu olaylarda her zaman devlettir. Hükümetlerin bu feci hukuk ihlallerinin müsebbibi ve karar alıcısı olduğu, devletin esasen bir suçu bulunmadığı yönündeki bir pozisyon, suyu bulandırır, olaylardan yanlış sonuç çıkarılmasına neden olur. Farklı hükümetlerin – mesela kimi dönemde Kemalistlerin, kimi dönemde ise İslamcıların – bu hukuksuzluk kararlarına imza atmış olmaları ve bu kararları uygulamaya geçirmeleri, devleti aklamaz. Hükümetler üstü bir hukuksuzluk geleneğini yok sayarsanız, kanserin yayılmasına engel olamazsınız. Cerrahın müdahalesinde bu nedenle iyice diplere neşter vurması şarttır. Eğer sürekliliği görmez ve palyatif bir önleme başvurursanız, sonucuna katlanırsınız. Belli bir süre sorunlar bitmiş gibi görünse de, hastalıklı doku yeniden metastaz yapıverir. Ve bir anda kendinizi başladığınız yerde buluverirsiniz. Patolojinin sürekliliğinin ayırtına varmak çok önemli ve yaşamsaldır.

Şimdi, şu soruyu sormanın zamanı geldi:

O halde neden bunun gereği yapılmıyor? Neden inatçı biçimde devletin eleştiriden münezzeh olduğu, saf ve temiz olduğu, suçsuz olduğu, bu devletin hepimizin ortak değeri olduğu, devletin bir suçunun bulunmadığı gibi diskurlarla, mücadeledeki konsantrasyon yitiriliyor? Ben bunun masum ve sıradan bir hata olduğundan emin değilim. Dahası affedilir bir yönünü de göremiyorum. Türkiye kamplara bölünmüş bir topluluk (toplum değil). Bu konstellasyonda, birçok grubun derdi, iktidarı ele geçirmek ve böylece kendi gruplarının bekasını, diğer grupların ortak bekasına yeğ tutmak. Mesela Kürt siyasetinden biri kalkıp, yeniden bir çözüm süreci şansı olacaksa, HDP’nin Erdoğan ile işbirliğini düşünmesi gerektiğini söyleyebiliyor. Ya da muhafazakar mağdurların bir bölümü, Erdoğan sonrası palyatif düzelmenin yeteceği yönünde bir algıyı uzunca süredir savunuyor. Bu tezlere göre, derinlemesine çözümlere ihtiyaç ya da gerek yok. Önemli olan görece iyileşme sağlamak olmalı. Daha açık ifadeyle, mesela Kürt sorununda ilerleme olacaksa, ille de kökten bir demokratikleşme talep ederek işi yokuşa sürmenin manası yok. Ya da birkaç seneye Türkiye’ye dönme olanağı ortaya çıkacaksa, neden dolaptaki tüm iskeletleri açığa çıkartacak büyük bir mücadeleye gerek duyalım? Neden kraldan çok kralcı olalım?

Devlet eleştirisi yapmamak, satıhsal yaklaşımları holistik – bütüncül ve kapsayıcı – stratejilere tercih etmek, bu tavırların ortak özelliği. Bu devlet bunu ilk kez yapmıyor. Bunun nedeni, bu devletin vatandaşları olan insan topluluğu, buna izin veriyor. Dahası, bazen muhalif veya rakip gördüklerinin başına gelenlerden stratejik medet umuyor! Ermenilere ve Rumlara olanlar, nasyonalistler ve İslamcılar tarafından on yıllarca görmezden gelindi. Kürtlere olanlar da öyle! Şimdi Kemalistler ve kısmen Kürtler de, muhafazakarların bir bölümünü oluşturan Gülen Cemaati ile bağlantılı olduğu öne sürülerek zulme uğratılanların dramlarını, aynı mantalite ve rasyonelle takip ediyor. Güç-iktidar değişikliği ile yetinmek, holistik düzelmenin etik yükümlülüğünden ikiyüzlü biçimde kaçınmak, uzun vadede bumerang etkisi yapıp, tüm kesimlerin üzerinden bir silindir gibi geçiyor! Bu siyasi karmanın patolojik olduğunu, dahası bunun ahlaki sorunluluğu yanında, stratejik bir miyopi olduğunu daha ne kadar görmezden geleceksiniz?

Devletin yapısökümü bir gerekliliktir. Tüm faşizan ve otoriter pratiklerin ve onlara kapı aralayan ideolojik diskurların ayıklanması haricinde bir opsiyon yoktur. Kestirme yol yok. Yol uzun. İğneyle kuyu kazmak gibi bir durum! Tedavi böyledir. Tedavi istiyor musunuz? Çünkü başka bir olasılığınız yok.

Kaynak: Tr724

Exit mobile version