Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türk üstünlükçülük (2)

Türk üstünlükçülük (2)


YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Önce temel bazı saptamalar yapalım: Türkler üstün bir ırk değildir. Türkler bir ırk da değildir. Türkler diğer milletlerden aşağı değildir. Türkler tüm diğer uluslara eşittir. Diğer hiçbir ulus da Türklerden aşağı değildir. Dünyada hiçbir milletin diğerlerine karşı bir üstünlüğü yoktur.

Türkiye’de millet ve ırk kategorilerinin birbirine sıklıkla karıştırıldığını biliyoruz. Bunun rastlantısal olmadığı bir vakadır. En başından bu yana, Osmanlı-Türk toplumu milliyetçilik ideolojisiyle tanıştığından itibaren, Türklük bir ırk olarak kavrandı. Bunda Avrupa’da yirminci yüzyıl başlarında hâkim olan atmosferin rolü azımsanmamalıdır. Gerçekten de erken milliyetçilik, ırk ve etnisite temeline oturan, “üstünlükçü” bir konseptti. Buna göre milliyetçilik milletler hiyerarşisiydi bir bakıma. Farklı milletlerin kurgusallaştırdığı millet tanımları, ister istemez “öteki” üzerine inşa ediliyor, kendisini bu “ötekiye” karşı konumlandırıyordu. Öteki, tüm ulusların nasyonalizminde hep daha aşağıda olan, daha az gelişmiş olan, insanlık vasıflarından uzak olan ya da onları yeterince yerine getiremeyen bir konumda resmediliyor, betimleniyordu. Almanların Yahudileri, Slavları veya Fransızları betimlemeleri bu prensipler doğrultusunda gerçekleşiyordu. Türkler de milletlerini diğer “ırklardan” daha “üstün” olmalarıyla tanımladılar. Cihanşümul, dünyaya düzen getiren, baskın karakterli, asimilasyona karşı bağışık, tarihi şanlı, birçok devlet kurmuş, dünyaya medeniyet taşımış, adil bir millet konsepti mitleştirilerek yaratıldı ve halka endoktrine edildi. Atatürk’ün dediği gibi, “Türk milleti zekidir, Türk milleti çalışkandır”.

Bu milliyetçilik, vatandaşlık veya yaşanılan coğrafyaya dayalı, yurtseverlik yönelimli, sivil bir milliyetçilik değildir. Bilakis, bu milliyetçilik asimile edici, yeknesaklaştırıcı, homojenleştirici, etnik temizlikçi, soykırımcı izler taşır. Mesela Türk milliyetçiliği, Cumhuriyet’le beraber Ermeni Soykırımını veya Rum Soykırımını komple reddeder. Kürtlerin varlığını, dilini, ayrı bir etnisite veya millet oluşunu kabul etmez. Lausanne sınırlarını gelip geçici bir zafiyet içerisinde edinilmiş maksimum sınırlar olarak görür; bu algı onun Lausanne’ı zamanı geldiğinde revize etme patolojik yaklaşımından alıkoymaz. Aynı zamanda bu milliyetçilik manipülatiftir. Tarihsel gerçekleri reddeder. Kendince daha iyi olacağını düşündüğü mitleri inşa ederek bunları tarihsel gerçeklerin yerine monte eder. Yani Orwell-vari bir tarih yazımı (historiyografi) ortaya koyar. Buna göre Türklerin varlığı saf Türklük olarak anlaşılır. Türkler bu halleriyle (topluca bir etnisite olarak) Anadolu’ya göç etmişlerdir. Dahası, tarih öncesi zamanda ön-Türklerin Anadolu’ya geldiğini iddia eder. Bu şekilde 1071’den önceye, milattan önceye kadar geri götürülen Anadolu Türk varlığı inşa edilir. Türkleri bu şekliyle “dünyaya medeniyet götüren” bir “ırk” olarak genç kuşaklara öğretmeyi Cumhuriyet misyon edinmiştir. Bu Türklükle “övünülmelidir”. Bu nedenle Türk olmayanlara Türklük bir tür ödül olarak sunulur: “Ne mutlu Türküm diyene!”

Tüm bu betimlenen yaklaşım, tek bir paradigmaya dayanıyor: Türk-üstünlükçülük.

Bu anlayış oldukça patolojik ve sakat, dahası ahistorik ve manipülatiftir. Milattan önce Anadolu’da hiçbir Türkî kavim varlığı arkeolojik ve tarihsel kanıtlarla ortaya konamadı. Anadolu halklarının dil gruplarına göre tasnifinden, tümünün İndogermen veya Semitik oldukları biliniyor. On birinci yüzyıldan önce Anadolu’da bir Türk varlığı olmadı, Türkçe konuşulmadı. Gerçek budur. Dahası, 1071 sonrası Anadolu’nun “oldukça boş olan” (elbette öyle değildi!) topraklarına Orta Asya’dan kitleler halinde göçen Türklerin geldiği tezi de tıpkı tarih öncesi ön-Türklerin Anadolu’da yaşadığı tezi gibi, gerçeklerle örtüşmez. Bunları hiçbir uluslararası sosyal bilimci veya tarihçi kabul etmiyor. Dahası bu iddiaları ciddiye bile almıyorlar. Bunun nedeni, adı üstünde, bunların iddia oluşu, kanıtlara dayanmayışıdır.

Bugün anadili Türkçe olan geniş kitleye Türkler diyoruz. Bu insanlar, Anadolu yerlilerinin torunlarıdır. Önce dini, sonra da linguistik – lisanî – asimilasyona uğradılar ve Türkleştiler. Elbette belli oranlarda Orta Asya’lı Türkîlerle karıştılar. Fakat bu karışma çok marjinal oldu. Başka bir deyişle, Anadolu’ya gelen Orta Asya’lı Türklerin oranı, Anadolu’nun kadim yerlilerine göre çok düşük oranlardaydı. Bu nedenledir ki, bugün Türkiye’de Türkçe konuşan insanlar, Orta Asya’da Türkî diller konuşan halklardan belirgin antropolojik ve morfolojik özelliklerle ayrılır. Diğer bir ifadeyle, Asyalı bir görünümde değildirler. Bunun nedeni, Greko-Romen, Ermeni, Süryani, Fars, Kafkas, Ortadoğulu köklerdir. Tarihsel, arkeolojik, antropolojik ve son olarak genetik veriler, bugün Anadolu’da anadili Türkçe olan insanların köklerinin büyük oranda ön-Asya ve Güney Avrupa coğrafyası olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu gerçekler Türk-üstünlükçü tezler için ne anlam ifade ediyor?

Türk-üstünlükçülük, Türklerin ırksal bir ünite olduklarını söylüyor. Yukarıda anlattığım bilimsel veriler ise bunun doğru olmadığını, bugün Türkçe konuşan insanların birçok karışmış topluluktan oluştuğunu, birçok farklı etnik grupla akraba olduğunu ortaya koyuyor. Oysa Türklük inşa edilirken, en temel olarak, onun Rum-Yunan ve Ermenilerden farklı oldukları ispatlanmak istendi. Bu, oldukça modern bir girişimdi. Çünkü Osmanlı döneminde esas aidiyet, dini kimlik üzerine inşa edilmişti. Başka bir ifadeyle, Müslüman olmak önemliydi; Türk, Arap, Kürt veya Arnavut olmak değil. Bu durum yirminci yüzyıl başlarında çok farklılaştı. Çünkü Türkler haricindeki Müslüman gruplar, kendilerini ümmet aidiyeti üzerinde tanımlamamaya başladılar. Böylece Araplar, Arnavutlar ve kısmen de Kürtler, Türklerden – en azından aidiyet bazında – koptu. Kürtler hariç, diğer Müslüman geniş topluluklar kendi ulus devletlerini kurdu. Kürtler ise Türkiye dışında, İran, Irak ve Suriye’de kalarak parçalandı. Türk devleti Kürtleri Türkleştirmeye ve asimile etmeye çalıştı. Bunu kısmen başardı. Son 100 yıllık süreçte Kürtler Türk-üstünlükçülüğün en büyük kurbanı oldular.

Türk-üstünlükçülük o kadar normal kabul edilen bir ırkçılık tezahürüdür ki bugün, bu endoktrinizasyondan geçirilmiş herhangi bir Türk’e neden Türkler harici etnisitelerin – mesela Kürtlerin – kendilerini “Türk olarak adlandırmaktan” mutlu olma zorunlulukları olmadığını anlatamazsınız. Örneğin “bir Kürt neden kendisini Türk olarak kabul etmek ve üstelik de bundan mutluluk duymak zorunda olsun?” diye sorduğunuzda, sizi anlamakta bile zorlanırlar. Neden bir insan Türk olmaktan gurur duymasın ki! Genel algı budur. Böylece, mesela kendi dilini konuşmakta ısrarcı olan Kürtler, ayrılıkçılıkla veya bölücülükle suçlanır. “Neden kuzu gibi asimile olmaya razı olmuyorsunuz?” Neden “ne mutlu Türküm diyene” demekten imtina ediyorsunuz?

Makbul vatandaş olmanız, daha doğrusu öyle kabul görmeniz için, Türkçe konuşmalısınız. 1920’lerin sonunda yerleşen sloganla “vatandaş Türkçe konuş!”. Türkçe konuşmak, asimilasyonun temelini oluşturuyor. Anadili Türkçe olmayan milyonlar, bu sloganın altını dolduran faşizan politikalarla taciz edildi, zulme uğradı. Türk devleti “vatandaşına Türkçe öğretmeyi” esas görevi kabul etti. Vatandaşlarının homojenleştirilmesi, bu devletin kendinden önceki ağabeylerinden, İttihatçılardan, devraldığı bir mirastı. 10 milyonluk Anadolu’da bir ila bir buçuk milyon arasında Ermeni zorunlu göçe tabi tutuldu ve sistematik soykırıma uğratıldı. Aynı kaderi sayıları yüz binleri bulan Rumlar yaşamak durumunda kaldı. Araplar, Süryaniler ve Kürtler de Hristiyan kader ortaklarının acılarını yaşadılar. Kemalistler bu mirası hiç sorgulamadı. Hatta bilakis, İttihatçıların ayak izlerini takip etti. Bu bir devlet politikasıydı. Bu politikanın temel ideolojik dayanak noktası Türk-üstünlükçülüktü.

Türk-üstünlükçü ırkçılığın panzehiri, Anadolu coğrafyası üzerine inşa edilecek, kapsayıcı bir coğrafi aidiyettir; bu aidiyet Anadolulu olmaktır. Türk-üstünlükçülüğün tektip insan profili yerine, tüm geçmişimizi ve tarihimizi sahiplenen, Anadolu’ya ve Anadolu uygarlıklarına sahip çıkan bir tarih yazımıdır. Bu historiyografi üzerinden barışçıl, bir arada varoluşa davet eden, tüm dillere, etnik kökenlere, kültürlere açık, kapsayıcı bir kimlik oluşturulabilir. Bu kimliğin temelleri kardeşlik, eşitlik ve ortak yarınlar olmalıdır. Fırsat verildiğinde Anadolu uygarlığı nasıl bütünleştirecek, herkes görecek.

Kaynak: Tr724

Exit mobile version