YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Muharrem İnce, Kürt dilinden bahsederken şunları söylüyor: “Pedagojiye uygunsa, bilin ki üniter devlete de uygundur. Ama pedagojiye uygun değil bu [Kürtçe].” Bu ifadeler birçok açıdan son derece problemlidir. Fakat bu ifadeler özellikle eğer sosyal demokrat ve solcu olduğunu ileri süren bir politikacıdan geliyorsa, alarm zillerinin çalmasına neden olmalıdır.
Gelin anlatmaya çalışayım:
Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlet olarak kuruldu. Tek merkezden yönetim ve tek millet esasına bağlı bir yönetim sistemi olageldi. Oysa ortada bir sorun vardı. Türkler – anadili Türkçe olanlar – Türkiye’deki yegâne etnik unsur değildiler.
Anadolu coğrafyası çok kadim topraklardır. Tarihi, dünyanın en eski, en köklü tarihidir. On bin yıl önce bu topraklarda ilk tarım toplumları doğdu. İnsanlık uygarlıkta bir üst aşamaya bu tarımsal devrimle yükseldi. İlk karmaşık dini inanç sistemleri ve kültürel gelenekler de Anadolu coğrafyasında yaşayan halklar arasında ortaya çıktı. İlk mayalı ekmek, şarap, zeytinyağı, bira, peynir bu topraklarda doğdu. Tüm bunlar, Türk dilinin bu coğrafyada ilk duyulacağı tarihlerden binlerce yıl önce meydana geldi. 10,000 yıllık Neolitik yerleşim birimleri olan Göbeklitepe ve Çatalhöyük gibi bölgelerde bugünkü Avrupa ve Ortadoğu uygarlıklarına temel teşkil eden uygarlıklar kuruldu. Yazının bulunmasından önceki dönemlerden bahsediyoruz. Bu neolitik yerleşim yerlerinde günümüzdeki insan yaşamının en temel uygarlık ürünlerini icat eden atalarımız – evet onlar bizim atalarımızdı! – Türkçe konuşmuyor, Hint-Avrupa dil ailesine tasnif edilen muhtelif Anadolu dillerinin proto-örnekleriyle iletişim kuruyorlardı. M.Ö. 2000 yıllarında Anadolu’da Bronz Çağı başladı. Akadlar ve Hititler gibi uygarlıklar doğdu. Bu uygarlıklar da, neolitik ataları gibi, bugüne şekil veren sofistike ve üst uygarlıklardı. Frigyalılar ve Lidyalılar da M.Ö. 800’ler ile M.Ö. 600’ler arası dönemlerde filizlendiler. Frigya ve Akad uygarlıkları doğduğunda, henüz Türkçenin ya da Türkî bir dilin Anadolu’da ilk kez duyulmasına 1800 yıl vardı! Hatta bırakın Anadolu’yu, Orta Asya’da ilk Türkçe yazılı kaynak olan Orhun Anıtları, M.S. 732 yılına tarihleniyor. Yani ilk Anadolu yazılı kaynağından tam 2700 yıl sonra ortaya çıkıyor.
Bugün de Anadolu’da bu halkların tümünün genetik mirası, hepimizce paylaşılıyor. Daha önce Türk tarih tezlerini eleştiren birçok makale yayınladım. O makalelerde daha fazla ayrıntı bulunuyor. Özetle, Orta Asya’dan Anadolu’ya 1071 sonrası gelen Türkî göçler, o günkü Anadolu nüfusuna göre çok marjinal rakamlardaydı. Fakat yeni gelenler siyasi kontrolü ele alınca, Anadolu’da dini asimilasyona paralel bir linguistik asimilasyon meydana geldi. Anadolu yerlilerinin önemli bir bölümü, Türkçeyi günlük iletişim dili olarak kullanmaya başladı. Böylece daha önceki hâkim dil olan Yunanca (Türklerin deyimiyle Rumca, yani Romalı dili) giderek geriledi, sadece metropol kıyı kentlerinde ve bazı iç bölgelerde konuşulur oldu. Kadim Anadolu uygarlıklarının genetik mirası ise elbette yaşamaya devam etti. Bazı Anadolulular, Orta Asya’dan gelen düşük yüzdelerdeki halkın, Türklerin, dinini ve dilini benimsedi ve kendilerini Müslüman olarak tanımladı. Milliyetçilik ideolojisinin doğduğu modern zamanlara dek, etnik köken bireylerin aidiyetinde rol oynamadı. Sadece dini aidiyet rol oynadı. 1900’lerin başında Türkçülük ideolojisinin İttihatçılarla iktidara gelmesiyle beraber, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasına paralel olarak, Türkçe konuşan Müslümanlar kendilerini artan oranda Türk olarak tanımlamaya başladılar.
Tüm bunlar olurken, 1900’lerde, Anadolu’da milyonlarca Ermeni, milyonlarca Rum, milyonlarca Kürt, yüz binlerce Süryani ve Arap yaşıyordu, kendi dillerini konuşuyordu. İrili ufaklı daha başka etnik gruplar da kendi dillerini konuşmaktaydılar. Bu diller, geniş Anadolu bölgelerinde iç içe varlığını sürdürmekteydi. Irkçı Türk-üstünlükçü nasyonalizm eski devletin önce yönetici, sonrasında yeni devletin kurucu-yönetici ideolojisi olunca, Türk olmayan – yani anadili Türkçe olmayan – tüm diğer etnik unsurlar, büyük acılar yaşadılar. Yirminci asrın hemen başında, milyonlarca Anadolu Ermeni’si, yüz binlerce Anadolu Rum’u ve on binlerce Süryani sistematik olarak yok edildi, soykırıma uğradı. Kalanları, yeni Türk-üstünlükçü devletin vatandaşı olarak korkunç asimilasyon baskılarına maruz kaldılar. Lausanne Antlaşması kapsamında hakları garanti altına alınan Anadolu Ermeni’leri ve Rum’ları ile Yahudiler, kısmen de olsa bu asimilasyon baskılarına karşı koyabildiler. Fakat Türk olmayan en büyük etnik grup olan Kürtler ile Sünni olmayan en büyük dini grup olan Aleviler, sistematik Türk-üstünlükçü ırkçılık ve kültürel yok oluşla yüzyüze kaldılar.
***
Türkiye Cumhuriyeti, bir Türk cumhuriyeti olmak istedi, öyle de oldu. “Ne mutlu Türküm diyene!” temelli kimlik yaklaşımı, yani Türk olan değil, kendini Türk kabul edenlerin cumhuriyeti olması gibi bir savunma da, bu devletin Türk-üstünlükçü vasfını ve retçi-asimilasyoncu dokusunu mazur göstermiyor. 1900’lerden itibaren Anadolu’da sistematik bir etnik-kültürel homojenleştirme yapıldı. Türk olmayanlar, Türk olmaya zorlandılar. Dahası, sadece kendini Türk kabul edenler üzerine bir Türklük inşa edilmedi. Bu resmiyette, yani yüzeyde, Türk olmayanlara karşı kullanılan bir vitrin Türkçülüktü. Esasında Türk tarih doktrini ile, ırkı Türk vurgusu yapıldı, Türklük ırksal ve etnik bir konsept olarak kabul edildi. Türklerin “Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen bir halk olduğu” ve “ata yurdun Orta Asya olduğu” söylemleri, bunu açıkça deşifre ediyor. Böylece bir taraftan Türk olmayanlar kendini Türk kabul etmeye ve Türkleşmeye zorlanırken, Türklük, dış Türkler ve orijinal ata yurdu Orta Asya üzerine inşa edildi. Antropolojik, arkeolojik, tarihsel ve son olarak genetik bilimlerinde meydana gelen ilerlemelere kadar, bu ırkçı Türk-üstünlükçülük hiçbir itirazla karşılaşmadan Türkiye Cumhuriyeti tarafından uygulandı.
Bu ayrımcı ırkçı devlet, her daim Kürtlerin varlığını reddetti. Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda kaldığında ise, onların dilini, kültürünü, folklorünü küçümsedi. Onlara kolonyal üstün millet gözlükleriyle baktı, onları ilkel ve eğitilmesi gereken olarak sınıfladı. Onların aksanıyla alay etti, onların Türkçe konuşamamasını kendi gücü için kullandı. Onların çocuklarını okullarda, Türk-üstünlükçülüğü merkez alan müfredatlarla linguistik asimilasyona tabi tuttu. Türk devletinin son 100 yılı, stratejik olarak tümüyle Kürtleri asimile etme master planına dayanmaktadır.
Bu utanç verici faşizan uygulamaları devletin kurucu unsuru olan CHP başlattı. Şark Islahat Planı gibi stratejilerle bu planlandı. Köy enstitüleri gibi uygulamalarla, aydınlanma maskesi altında Kürtler ve Aleviler kültürlerinden koptu.
Bu uygulamaların en baş argümanı, Kürtlerin dilinin yazı dili olmadığı, ilkel olduğu, gramer ve kelime haznesinin yetersiz olduğu önermeleridir. Bu önermeler, Türk-üstünlükçü bir bakışla, Kürtlerin linguistik asimilasyonuna çanak tutmakta, Kürtlerin varlıklarının son bulması için malzeme olarak kullanılmaktadır.
Neneleri ve dedeleri dini ve linguistik anlamda asimile olup kültürlerini ve kimliklerini kaybeden bugünkü “Türkler”, şimdi aynı asimilasyonun tıpkısını halen dillerini ve kimliklerini yitirmemiş diğer etnik gruplara yapıyor. Kürtler, Araplar, Lazlar, Müslümanlaşmış Rumlar, Araplar ve diğerleri, aidiyet ve kimliklerini kaybediyor. Bunların sorumlusu, ideolojik bağlamda, son 100 yıldır hiç değişmeyen Türk-üstünlükçü politikalar ve uygulamalardır. Muharrem İnce, Kürtlerin dilinin pedagojik olmadığını – yani okulda öğretilmeye müsait olmadığını – söylerken, Türk-üstünlükçü bu endoktrinizasyonu yansıtmaktadır. İçinizde bu faşizan kimlik politikalarının ahlaki olarak savunusunu yapabilecek olan var mıdır? Türkiye, sistematik ırkçılığın hücresel dokulara – devletten bireye dek – yerleştiği bir ülkedir. O kadar ki, insanlar ırkçılık yaparken, ırkçılık yaptıklarının farkına bile varmamaktadır. Irkçılık o denli kabul edilmiş, özümsenmiş, normalleştirilmiştir çünkü!
Ben bunun değişmesi gerektiği düşüncesindeyim. Bunun için en baştan başlanmalı, millet konseptini ırk temelinden koparıp, toprağa aidiyet, yani Anadolulu olmak temeline oturtmak gerekmekte. Başka bir ifadeyle, tarihsel, arkeolojik, antropolojik ve genetik gerçeklerle örtüşmeyen “Orta Asya’dan Anadolu’ya kitleler halinde göç” miti terk edilmeli, Anadolu coğrafyasına ait olmak üzerine kurulu bir yeni ve kapsayıcı ulus aidiyeti oluşturulmalıdır. Bu ulus aidiyeti içinde tüm etnisiteler ve diller, devlet tarafından eşit olarak kabul edilmelidir. Türkçe ve Kürtçe iki resmi dilli bir devlet! Bu devlet, diğer marjinal dilleri de okullarında seçmeli olarak okutmalıdır. Ancak hayatın tümü, devletin tüm resmi işleri, tüm eğitim politikası, iki dilli olmalıdır.
Kürtçe pedagojik olarak en az Türkçe kadar yeterli bir dildir. Ve en az Türkçe kadar saygıyı hak eder. Kürtler – en az Türkler kadar! – Anadoluludur. Anadolu’nun kadim halkıdır. Türkçenin Anadolu’da ilk kez duyulmasından binlerce yıl önce de Kürtler bugün yaşadıkları coğrafyada varlıklarını sürdürmekteydiler. Bugünkü devletin ve onun rejiminin Kürtlerin varlığını reddetmesi, bu gerçeği değiştirmiyor. Ya da Muharrem İnce gibi kendini solcu zanneden politikacıların cahilce Kürtçeyi yetersiz ilan etmesi, Kürtçenin edebi kapasitesine halel getirmiyor. Bu yapılanlar, sadece Türkiye’nin ne berbat bir devlet olduğunu, ırkçı Türk-üstünlükçülüğün ise ne kadar patolojik olduğunu kanıtlıyor! Hepsi bu.
Kaynak: Tr724