Darbeden önce. Çok değil ama… Erdoğan ufaktan Cemaat ile papaz olacağının sinyallerini vermeye başlamış. Toplumun her kesimi enteresan şekilde ikiye bölünmeye başlıyor. Bir yanda Erdoğan’a demokratik atılımlarından dolayı destek veren, klasik tabirle “Yetmez ama evet”çiler, diğer yanda “Ümmetin Reisi”ciler oluşmaya başlamış. WhatsApp gruplarında büyük tartışmalar oluyor. Listelerden çıkanlar, atılanlar, küsenler… Çatışmanın haddi hesabı yok.
Her alanda olduğu gibi medyada da büyük bir yarılma söz konusu. İktidar, kendine hedef olarak seçtiği medya guruplarını şeytanlaştırarak yutma derdine girişmişken gazetecilerin mesai sonrası buluştukları mekanlarda konu hep Erdoğan ve geçirmeye başladığı değişimdir.
Özellikle 17-25 Aralık sonrası saflar artık netleşmeye başlamıştır. Ancak her şeye rağmen toplumun tüm dikişleri henüz atmadığı için insanlar bir araya gelip konuşabilmekte, yer yer tatsız tartışmalar, hatta küsmeler yaşansa da en azından taraflar birbirinin yüzüne bakabilmektedir.
İşte böylesi ortamlardan birindeyiz. Biri internet alanında yıllardan beri çalışan, ailecek bu işe mesai harcayan, haklarında zaman zaman farklı ve gayr-ı meşru iddialar dolaşsa da bir şekilde konvansiyonel medya mensuplarının arasına girmeye çabalayan kardeşlerden biri, bir grup gazeteciyle İslamcıların takıldığı bir kafede muhabbet halindedir.
Ortam arkadaş ortamıdır ve samimiyetin verdiği coşkunluk ile cümleler çok da ölçülüp biçilmemektedir. Gazetecinin biri, “Tayyip Erdoğan kendi siyasi istikbalini bitiriyor” türünden bir cümle söyler. Katılanlar olur, katılmayanlar da. Özellikle Ankara’da inşa edilen Saray epey tartışma çıkarmıştır.
Her neyse aradan vakit geçer ve cepheler arasındaki uçurum gittikçe derinleşir. Erdoğan başta Cemaat olmak üzere istikbal rotasında tehlikeli gördüğü her kesimi teker teker ekarte etmektedir.
Ve nihayet 15 Temmuz.
O akşam her şey bambaşka bir hale dönüşür. Erdoğancı medyacılar daha hiçbir şey net olarak anlaşılmadan, kimileri yıllardır beraber oturup kalktıkları dost ve arkadaşlarına sosyal medyada saldırırlar. Kimileri doğrudan ispiyonlamaya girişir. İsimler, jurnallemeler havada uçuşur.
Yüzlerce gazeteci hakkında tutuklama kararı çıkartılır ve iktidar yandaşları büyük bir coşkuyla bu listeleri zanlıların haberi bile yokken yayınlamaya başlarlar.
Bir eski gazetecinin hikayesi çok enteresandır bunların arasında. Aslında Cemaat ile alakası da olmayan, hatta uzun yıllardan beri gazetecilik bile yapmayan bu şahıs, bir gün karakola çağrılır. Hakkında ihbar olduğu ve ifade vermesi gerektiği söylenir.
İddia ise çok ilginçtir: “Sen Tayyip Erdoğan’ın öldürüleceğini söylemişsin!”
Şok geçirir elbette. Böyle bir şey asla söylememiştir. Ancak uzun süren duruşmalar esnasında anlaşılır ki, bahsi geçen kişi Süleyman Özışıktır ve 20’ye yakın gazeteciyi daha böyle ihbar etmiştir. Ancak duruşmaların hiçbirine gelmez Özışık.
Şikayet dilekçesine şöyle yazmıştır: “Falanca gazeteciyle filanca tarihte feşmekanca yerde muhabbet ederken bana ‘Tayyip Erdoğan’ı öldürecekler!’ dedi”
Davanın neticesi ne oldu inanın bilmiyorum.
Ancak aradan epey süre geçti ve Peker ile başlayan süreçte patladı künkler. Ortalığı leş gibi pislik bastı.
Yapılan ifşaatlarda ortaya çıktı ki pek çok gazeteci gırtlağına kadar pisliğe batmış durumda.
Özışık kardeşlerden hassaten Süleyman Özışık, çok ilginç bir itirafta bulundu. Aslında Merd-i Kıpti misali sözümona ne menem iyi biri olduğunu anlatmak isterken öyle bir itirafta bulundu ki, ülkenin içinde bulunduğu durumun en net ifadesiydi.
Kendi sitesinde yayınlanan programında konuşan Özışık şöyle diyordu:
“Dedim ki; bu insanlar eğer masum çıkmazsa hesabını benden sorun. Araştırmalar yapıldı. Hepsinin bir iftiraya kurban gittiği ortaya çıktı. Hepsi görevlerine iade edildi”
Süleyman Özışık kendini temize çekerken ülkede niceden beri bahsi edilen “Fetö borsası”nı da itiraf ediyordu aslında.
Hukukta böyle bir yöntem var mı, yok mu bakacağız ama önce cümleyi tersinden okuyalım ve Özışık’ın bahsini etmediği kısımlara odaklanalım.
Soru şu: Masum olduğuna inandığı kişileri elden Soylu’ya götüren Özışık, suçlu olduğuna inandığı kişileri de götürdü mü?
Ya da, masum olduğuna inandığı isimleri götürürken kimseden herhangi bir ücret talep etti mi?
Livyatan, Kitab-ı Mukaddes’te geçen imajiner yaratıklardan biridir. Eyüp Kitabı’nda bahsedilen Livyatan’ın, Antik Kenan mitolojisinde adı geçen Lotan’dan yola çıkılarak türetildiği kabul ediliyor. İncil’de ise bu karakter güçlü bir düşmanı tarif etmek adına metafor olarak kullanılmış.
Thomas Hobbes (1588-1679) bu karakteri devletle özdeşleştirerek Leviathan ismiyle kitaplaştırdı. İştahı bir türlü kapanmayan, her şeyi yutan ve yuttukça hantallaşıp irileşen, zamanla kokuşmaya başlayan bir yaratık.
Hobbes, devamı için kendi halkını yutan bu canavarın etini ısırarak yaşayan bir çevreden bahseder.
Devlet bu ülkede yıllardan beri Leviathan muamelesi gördü. Malı deniz ve yemeyenin keriz olduğu yedikçe irileşen hantal bir yapıydı devlet. Erdoğan sonrasında devlet ile şahıs giderek birleşip nihayetinde tek vücut oldu.
Erdoğan şahsında devleti topladı ve artık onu eleştirmek devleti eleştirmek olarak algılanıyor. Erdoğan’ı sevmemek devlete düşman olmak demek.
Ve doğal olarak Leviathan Erdoğan’ın kokuşmuş manevi bedeninden beslenen bir tayfa oluştu. Bir tür. Dışının ve ısırmasının çapına göre halka halka büyüyen bir tür türedi.
Özışık kardeşler de bu halkalardan sadece biri. Başka halkalar ile geçişkenlik sağlıyor ve bu arada kendi de besleniyor. Beslenirken bir yandan Devlet-Leviathan-Erdoğan bünyesini parçalıyor aslında.
Hukukçu Mesut Can Tarım, Süleyman Özışık’a şu soruları yöneltti:
“1-) Mağdur diyerek yardım ettiğinizi iddia ettiğiniz listeleri içişleri bakanlığına ve bunun yanı sıra Nurettin Canikli’ye de ilettiğiniz doğru mu?
2-) Bir İnsanın mağduriyetini belirlerken hangi hukuki kriteri baz aldınız?
3-) Bir kişinin haksız olduğunu siz mi, bakanlar mı, yoksa liste verdiğiniz insanlar mı kararlaştırdı?
4-) OHAL komisyonuna taraf vekili olarak biz avukatlar dahi giremez iken siz hangi sıfatla girdiniz? Kimlerle görüştünüz?”
Elbette bu soruları çoğaltmak mümkün. Binlerce kişiyi bireysel ilişkisi ile kurtardığını söyleyen Özışık Kardeşler, kaç kişiyi aynı yöntemle mahkum ettirmiş ya da hayatını paramparça etmiştir?
Gazeteciliğin tanımında böyle bir şey var mıdır?
Şu anda yandaş medyada kaç tane gazeteci Özışık Kardeşler gibi masumlar ve hainler listesiyle İçişleri Bakanlığını etkilemektedir?
Yasama, Yürütme, Yargı demokratik bir ülkenin olmazsa olmaz kurumlarıdır.
Bu üç kurumun merkezde Erdoğan’ın şansında birleştiğini artık herkes kabul ediyor. Bunu birkaç yazı önce sizlerle paylaşmıştım. (BKNZ)
Görünen o ki, Erdoğan’ın hemen dışındaki halkadan başlayarak AKP ilçe/belde teşkilatlarına kadar genişleyen halkalarda bu sistemde herkes kendini bir yere konuşlandırarak ana bünyeden ısırık almaktadır. Bakalım geriye bir şey kalacak mı, kalan parçalardaki çürümüşlükte hayat belirtisi olacak mı?
M. Nedim Hazar / TR724