Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Borçla başlayan yolculuk

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ 

Mekke fethedilmişti ama hâlâ canından korkanlar vardı. Hatta bunların bir kısmı Mekke’yi terk etmiş, canını kurtarabilmek için başka bir beldeye kaçmıştı.

Ne var ki Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onların da peşindeydi. Belli ki bunlarla da görüşmek ve onları da gemisine almak istiyor­du. 

Onca ihtimam ve yapılan bunca tembihlere rağmen fetih sürecinde istenmeyen şeyler de olmuştu; intikam duygularıyla hareket eden Huzâa kabilesi, kendilerinden öldürülen yirmi üç kişinin intikamını alma hırsıyla kan dökmüş ve Mekkelilerden iki kişiyi öl­dürmüştü.

Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) derinden yaralayan bir gelişmeydi bu. Ancak olmuştu. Önce, yaptıklarının doğru olmadığını açık ve sarih bir dille seslendirdi, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem); Huzâalılara bakan yönüyle, yaptıklarının yanlış olduğunu hücrelerine kadar hissettirecek bir duruş sergiledi ve bir daha hiç unutmayacakları bir tavır aldı.

Bir de işin Mekkelilere bakan yönü vardı ve “Resûlullah” farkı burada kendini gösterdi; “Siz 23 ki­şiyi öldürmüştünüz; onlar da sizden 2 kişiyi öldürmüş! Bu du­rumda siz, 21 kişinin diyetini ödemek zorundasınız!” demedi ve onların öldürdüğü yirmi üç kişiyi pazarlık konusu yapmadı. Üstelik, hiç dahli olmadığı halde öldü­rülen Mekkelilerin kan bedelini de kendi üzerine aldı.

Dahası vardı; bunu da Mekkelilerle oturup konuşabilmenin bir vesilesi yaptı, canından korkup bir köşeye sinen, hatta kaçan insanlarla yan yana gelebilmenin fırsatı olarak gördü. Mesela, hiç kimsenin ihtimal vermediği bir isimden, Ebû Cehil’in kardeşi Abdullah İbn-i Ebî Rebîa’dan borç istedi.

Şüphesiz ki bu talep, herkesin dikkatini çekmişti; öldürmek için ardından adamlar göndermiyor, ödemek üzere kendisinden borç istiyordu!

Abdullah İbn-i Ebî Rebîa, diplomasinin dilini iyi bilen bir insandı; yıllar önce Kureyş, Habeşistan muhâcirlerini geri getirmesi için onu, Amr İbn-i Âs ile birlikte Necâşî’ye göndermişti.

Şüphesiz, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu hamlesinin ne anlama geldiğini, borç talebiyle birlikte kendisine uzanan şefkat elinin dilini de çok iyi biliyordu!

Hem de canından korkup kaçtığı bir günde oluşan bu sıcaklık onu da ısıtmaya başladı ve Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün 40.000 dirhem borç verdi.

Farh-i Rusül’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün borç istediği isim sadece Abdullah İbn-i Ebî Rebîa değildi; canını kurtarabilmek için Habeşistan yoluna düşen Safvân İbn-i Ümeyye’den de borç istemişti. Halbuki Safvân İbn-i Ümeyye, ardınca giden amca oğlunun çırpınışları neticesinde Mekke’ye gelmiş ve karar verebilmek için Allah Resûlü’nden (sallallahu aleyhi ve sellem) iki ay mühlet istemiş, kendisine dört ay süre verilmişti.

Burada bir detayı daha hatırlatıp geçelim: Onu da getirebilmek için Cidde’ye kadar iki defa giden insan, Bedir sonrasında Allah Resûlü’nü (sallallahu aleyhi ve sellem) öldürmesi için gönderdiği amca oğlu Umeyr İbn-i Vehb idi.

Habîb-i Kibriyâ Hazretleri’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) o gün o da 50 bin dirhem borç verdi. 

Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) borç aldığı bir diğer isim de Huvaytıb İbn-i Abdiluzzâ idi. Düne kadar Ebû Cehil adına at koşturan Huvaytıb’ın dünyasını değiştiren bir hamleydi bu ve arkası da gelecekti.

Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem), o da 40.000 dirhem verdi.

Mekkelilere kan bedelini ödeyebilmek için o gün Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), Kureyş’in hatibi olarak bilinen meşhur Süheyl İbn-i Amr’dan da borç almıştı.

Dördünün ortak yönü de aynıydı; 21 yıllık düşmanlığın baş aktörleriydi ve yaşadıkları mağlubiyetin akabinde canlarının derdine düşmüşlerdi!

Diğer taraftan, bütün bunları yaparken Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında o gün, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Osmân ve Hazreti Talha (radıyallahu anhüm) gibi sadece malını değil, isteseydi canını bile seve seve verecek arkadaşları vardı!

Demek ki hedef, sadece ödenmesi gereken kan bedelleri değildi; Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hâlâ korkularının esiri ve şartlı bakan insanlarla yan yana gelmek, “insan” olduğunu fiilen göstermek istiyordu! 

Bu talebini Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), 19 gün sonra patlak veren Huneyn bâdiresinde de tekrarladı; Hevâzinlilerin saldırılarını bertaraf edebilmek için yola çıkarken Safvân İbn-i Ümeyye’ye de haber göndermiş, “Yâ Ebâ Ümeyye!” demişti. “Düşmanlarımızla karşılaşırken bize ödünç silah verir misin?”

Üst üste karşılaştığı bu talepler karşısında endişelenen ve he­nüz Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem) “Resûlullah” olarak tanımayan Safvân İbn-i Ümeyye, “Benden bunu, bir daha geri vermemek üzere mi ala­caksın?” diye sordu.

“Hayır!” buyurdu, Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem). “Bilakis onu, bir müddet kullandıktan sonra sana geri iade etmek üzere ve emanet olarak talep ediyorum!”

Safvân’ın ma’lumat-ı sâbıkasını eriten bir duruştu bu ve hayranlıkla bakakaldığı Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem), “Öyleyse, bunda bir mahsur yok!” dedi ve Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) yaklaşık 400 zırh ile cephede kullanılmak üzere kılıç, kalkan cinsinden birçok silah getirip verdi.

Şok üstüne şok yaşıyorlardı. Onlar için bu, o güne kadar karanlık kalan dünyalarını aydınlatan projektörler mahiyetindeydi; fırtınalar kopan dünyalarında geçmiş günler, bir filim şeridi gibi gözlerinin önüne gelmişti. Bir zamanlar O’na, “Muhammedü’l-Emîn” diye hitap ederken ne kadar isabet ettiklerini düşünmeye başlamışlardı. Doğru ya; söz veren O ise mutlaka yerine getirirdi. Üstelik bunu, açıkça söylüyor ve ödeyeceğini vaad ediyordu.

Getirip O’na verirken, zerresinin zayi olmayacağını ve tas tamam kendilerine geri döneceğini çok iyi biliyorlardı. Onun için getirdi ve gönül rızasıyla Efendiler Efendisi’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) teslim ettiler.

Dahası, bu kadar yakınlık ve sıcaklığı görünce, henüz Müslüman olmamalarına rağmen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile birlikte Huneyn’e çıkmışlardı.

Yirmi bir yıldır sürekli karşı durdukları ve her fırsatta üzerine ordularla yürüdükleri Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile ilk defa aynı safta buluşmuş­lardı! Henüz “Evet!” diyememiş olsalar da O’nun çekim alanına girmiş, duyup gördükleri her jest ve centilmenlik karşısında eski malumatlarını tashihe de başlamışlardı!

O günkü geçici sarsıntının haberini getiren ve “Müjdeler olsun; Muhammed ve arkadaşları hezimet yaşıyor! Vallahi de artık ebediyen ayağa kalkamazlar!” diyen üvey kardeşi Kelde İbn-i Hanbel’e kızan Safvân İbn-i Ümeyye, “Kes sesini ve kapat çeneni!” diye bağırmıştı. “Sen bana, çöl bedevilerinin zafer haberini mi getiriyorsun! Val­lahi de ben, Hevâzinli birisinin ökçesi altında yaşamaktansa bir Kureyşlinin uhdesinde yaşamayı tercih ederim!”

Esas sürprizi Huneyn sonrasında yaşayacaklardı; Ci’râne’de yayılan 24 bin deve ve 40 bin koyuna gözü takılanların yanına gelmiş ve her birine 100 deve vermişti, Habîb-i Kibriyâ (sallallahu aleyhi ve sellem).

Şüphesiz ki bunlar, aldığı borçların karşılığı değildi; hâlâ tededdüt yaşayan dünyalarını değiştirip İslâm’da sabit kadem kılabilmek için elindeki bütün imkanları seferber ediyordu!

Sonrası malum.

Bu civanmertlik karşısında sıraya girdi ve hepsi de gelip Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) gemisine bindiler.

Huneyn dönüşü sıra, alınan borçların ödenmesine gelmişti; her birisine birer servet bağışladığı bu insanlara, bir de aldı­ğı borç miktarını ödüyordu! Muhtemelen bu, henüz yeni Müslü­man olan söz konusu şahısların nabzını tutma anlamına da geliyordu. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), sadece borcunu ödemekle kalmı­yor, aynı zamanda bu insanlara teşekkür edip bereket temenni­sinde bulunuyor ve dualarına alıp hayırla yâd ediyordu. Mesela, kendisinden kırk bin dirhem borç aldığı Ebû Cehil’in kardeşi Abdullah İbn-i Ebî Rebîa’ya Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sel­lem), “Allah (celle celâluhû), senin ailene ve malına bereket versin! diye dua etmiş, ardından da “Borç alanın üzerine düşen, onu ödemek ve teşekkür etmektir! buyurmuştu.

Daha sonra da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) onu, Yemen taraflarında bir bölge olan Cened’e vali tayin etti.

Diğerleri gibi Abdullah İbn-i Ebî Rebîa da (radıyallahu anhüm), o günden sonra çok samimi bir Müslüman oldu.

Bir borç alış-verişiyle başlayan bu yolculuk, Hazreti Ebû Bekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osmân (radıyallahu anhüm) dönemlerinde de devam etti. Yaşanan bir arbedede atından düşerek şehâdete yürürken Abdullah İbn-i Ebî Rebîa (radıyallahu anh), ordu kumandanıydı! 

Exit mobile version