Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye: Başarısız proje

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden yeni bir ülke inşa etmek üzere kurulan Türkiye Cumhuriyeti ne ölçüde başarılı bir devlettir? Daha doğrusu başarılı mıdır? Artık bu soruyu sormanın zamanı geldi. Bu soruyu yanıtlamadan önce, kurulan devletin genetik analizini yapmak gerekiyor. Bu devlet nasıl tasarlandı? Amaçları neydi? Bu amaçlara ne ölçüde ulaşabildi? Sonuç, bu sorulara verilecek cevaba göre belirlenecek.

Osmanlı İmparatorluğu çok uluslu ve çok dinli, geleneksel ve kozmopolit bir devletti. Türkiye Cumhuriyeti, tek bir etnisitenin ulus kabul edildiği bir seküler ulus devlet inşaatıydı. Modern olmak veya modernleşmek/modernleştirmek iddiası taşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu yıkıldığında meşruti monarşik bir devletti. Yani yarı-demokratik anayasal bir monarşiydi. Yeni devlet ise bir demokratik olmayan bir cumhuriyetti. Osmanlı tam demokrasi olmasa da, demokrasiyi tümüyle sistem dışına çıkaramamıştı. İttihatçılar darbe ve dikta ile demokratik kurumların altını oysa da, mutlak monarşi artık son bulmuştu. Yani artık sultanın mutlak gücü sona ermişti. Ancak saltanatın yerini tam demokratik bir meşruti monarşi almamış, bir tür tek parti despotizmi devleti ele geçirmişti. Cumhuriyet kurulduğunda bu geleneği terk etmedi ve tam demokratik bir devlet kurma derdinde olmadı. Tıpkı öncüsü olan İttihatçılar gibi, yukarıdan aşağıya, despotik bir reformcu düşünce yapısı, cumhuriyetin ana nüvesini oluşturdu. İttihatçıların yerini, tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası aldı. Üç paşalar, tek bir başkomutanda vücut buldu. Böylece politik sistem esasında değişmedi. Sadece devlet bir monarşiden bir cumhuriyete evrildi, hepsi bu.

Kozmopolit yapı cumhuriyetle resmen son buldu. Monolitik bir ulus/millet (nasyon) yaratıldı. Anadolu’daki gayrimüslim azınlıklar eritildi. Kürtler yok kabul edilerek, rejimin en önemli ektik politikası olan Kürtlerin asimilasyonu bir devlet politikası haline getirildi. Seküler karakter, Şerif Mardin’in Volk İslam’ı dediği devletten görece bağımsız öz örgütlenme yapısına sahip Sufi İslam’ı devlet güdümüne alma hedefini güttü. Bu İslam, Türk nasyonalizminin ve devlete sadakatin hizmetinde olacak şekilde tasarlandı. Aleviler, Şafiler, Bektaşiler ve diğer İslam orijinli türevler yok kabul edildi. Ama vardılar. Bu nedenle, kabul edildikleri statüyü gerçekleştirmek amacıyla yok edilmeye çalışıldılar. İslam’ın evrenselliğini ulus devlet tasarımına aykırı gören Kemalistler, Araplardan arındırılmış bir tür Türk İslam’ı inşa ettiler. Yeni bir din yaratıldı, din devletle bütünleşti ve devletin egemenliği altına alındı. Osmanlı’dan beri var olan siyasetin dini örgütlenmenin üzerinde oluşu, buna meşruiyet zemini olarak kullanıldı. Devletle barışık din, böylelikle Kemalist reformların meşruiyetini sağlayan bir araç olmaya indirgendi. Bu devletlû ve seküler dinden başka yönelimler, irtica olarak damgalanarak ciddi kovuşturma ve takibata maruz kaldılar.

Artık devletçe tasarlanmış ve inşa edilmiş tek millet, devletçe tasarlanmış ve inşa edilmiş, araçsal resmi-Sünnilik, modernleştirici ama demokratik olmayan bir cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşını oluşturmaktaydı.

Bugün gelinen nokta bakımından, Türkiye modernleşmesinin başarılı olduğunu söylemek olanaklı değil. Çünkü modernleşme, muasırlaşmaydı, Avrupa kültürü tarafından başı çekilen gelişmişlik düzeyiydi. 1930’ların Avrupa’sı belki kısmen bu modernleşme düşüncesini halen anlamlı kılıyordu. Çünkü Almanya’da, İtalya’da ve İspanya’da faşist rejimler, benzeri tek parti diktalarıyla bir modernleşme projesi dayatmaktaydılar. Yani Türkiye bu dönem bu tür “muasır” uygulamalara paralel özellikler arz etmekteydi. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası faşizm yenilince, muasır medeniyet, çok partili liberal demokratik piyasa ekonomileri olmuştu. Türkiye bu dönem ani bir refleksle çok partili yaşama geçtiyse de, göl maya tutmayacaktı. Çünkü Avrupa’daki sistemlerin tersine, Türk despotizmi yeni bir devlet kuruluşuyla tasfiye edilemedi. Kemalistler demokrasiyi formel olarak getirince iş biter sanmışlardı. Fena yanıldılar. Her 10 yılda bir sisteme ayar vermek üzere bir vesayet sistemi kurdular. Fakat bu sistem Türkiye’yi Soğuk Savaş sonuna kadar idare edebildi. Soğuk Savaş’ta Türkiye’nin demokrasisinin hakiki olup olmadığı açıkçası kimsenin fazla umurunda değildi. NATO’da verilen görev yerine geliyorsa ve komünizme kayma olmuyorsa her şey mümkündü. Fakat bu Soğuk Savaş jeopolitiği 1991’de bitince, Türkiye cascavlak ortada kaldı.

“Muasır medeniyet” çok gelişmiş, Türkiye’nin boyaları ise dökülmüştü. Türkiye yalpalamaya başladı. Durumu fark eden bazı aydınlar liberal anayasal demokrasiyi gündeme getirip durdu. Fakat hemen hepsi Kemalizm’in tornasından çıkmıştı. Hangi reformist hareket, parti veya lider gelirse gelsin, sıkışınca Kemalizm’in yol ve yöntemlerine başvuruyordu. Mesela Ecevit, Avrupa Entegrasyonu’nu anlayamadı, süreci “onlar ortak biz pazar” üçüncü dünyacılığıyla okudu. Demirel özelleştirmeyi ve ademi merkeziyetçiliği iyi değerlendirip Türkiye’yi zamanında liberalleştiremedi. Özal Kürt sorununda veya politik özgürlüklerde duraksadı. Yasakların kalkmasına “hayır” dedi. Ecevit ikinci şansını da kullanamayıp, başörtüsü yasağını savundu. Sonra Demirel de aynı açmazı yaşadı ve derin devletin cumhurbaşkanı olup onun sözcülüğünü üstlendi. Erbakan iktidara geldiğinde Ortadoğu sosyalizmi ve İslamcı otokrasi kokan söylemlerle hareketini sisteme entegre edemedi. Türkeş partisini normalleştiremeden öldü ve yerine gelen Bahçeli aksiyoner tabanını durağan bir sistem partisine ikna etme iradesi ortaya koyamadı. Erbakan’ın öğrencileri liberal anayasal demokrasi ve AB diyerek çıktıkları yolda, varoşluklarından gelen aç nefislerinin derdine düşüp, sonunda kendilerini derin devletin kucağında buluverdi. CHP ve Atatürkçüler, DNA’ları gereği bir türlü evrensel sosyal demokratik ilkelerle barışamadılar. Merkez sağ cumhuriyeti liberal piyasa ekonomisi ve anayasal siyasi liberalizmle buluşturamadı. Kırsal kesimdeki tabanlarının sığlığına hapsoldu, evrensel değerlerin arkasında duramadı.

Bugün Türkiye her türlü faşizan despotik uygulamalara karşın – iyi ki de – yeknesak bir etnik milliyetçi esvaba uymuyor. Devlet dini politikası çöktü, sekülerizm zannedilen katı laikçi evreden sonra, tepkiselliğin meşruiyetiyle desteklenen İslamcılık devletin genlerine sirayet etti. Kürtler uğradıkları zulüm ve dışlanmayla, etnik unsur olma durumundan ulus kimliğine yürüdüler. Ülke kendi içinde Türk-Kürt, Sünni-Alevi, İslamcı-Laikçi, eğitimli-eğitimsiz, kentli-kırsal, yüzlerce parçaya bölündü. Demokrasiyi zaten sağlama derdinde olmayan cumhuriyet projesi, en iddialı olduğu “yeknesak toplum yaratma” projesinde de sınıfta kaldı. Yirmi birinci yüzyılda bugün itibarıyla tümüyle başarısız bir cumhuriyet projesi işte apaçık karşımızda duruyor. Kendi içinde birlik ve dirliğe sahip olmayan, “muasırlaşma” dediği yolda zerre yol kat edememiş, modernleşmesini tamamlayamamış, insan haklarını uygulayamayan, özgürlüklerin yerleşemediği, insani gelişmişlik düzeyinde gerilerde, kadın-erkek eşitliğinde bile birçok İslam ülkesinin gerisine düşmekte olan, AB yerine yolsuzluklara ve organize suça entegre olmuş bir devlet var!

Türkiye’nin başarılı bir proje olduğunu söylemek olanaksızdır.

Exit mobile version