Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye Avrupalılaşabilir mi?

YORUM | YAVUZ ALTUN

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçenlerde yaptığı “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz,” açıklamasını okuyunca, Türkiye’nin bir türlü makam-ı maksuda ulaşamayan ve vasıl olamadıkça da kimliğinin yakıcı bir parçasına dönüşen “Batılılaşma” hikâyesini düşündüm ister istemez.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, ya da Devlet-i Âli Osman’ın, Batılılaşma dışında bir çaresi yoktu. Aslına bakarsanız, dünyadaki herhangi bir ülke için Batılılaşma dışında bir seçenek hiçbir zaman olmadı. Çünkü Batılılaşma denen şey dünya düzeninin geri dönülmez biçimde değiştiğinin kabulüydü. Böyle bir gerçeği ancak kabullenebilirsiniz, onu geri çeviremezsiniz. Soğuk Savaş döneminde bu mesele “demokratikleşme” ekseninde tartışıldı ama aslında 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı için temel olan “modern-seküler ulus devlet” kuramıydı.

Modern bürokratik cihazı kurup işletemeyen imparatorluklar ister istemez çökecekti. Hatta Avrupalıların uhdesinde tuttuğu koloniler de uzun süre devam ettirilemezdi. Bu yeni çağda, ülkeler toplumlarını benzer şekilde örgütledi: Bir ahtapotun başı gibi duran merkezî bir devlet ve onun ayakları hüviyetindeki devlet aygıtları. Devlet, bir şahıs olmaktan çıkıyor ve ulusun bütün paydaşlarının bir toplamına dönüşüyordu. Bu model, sanayileşmeyle birlikte geri döndürülemez biçimde başlayan şehirleşmenin gereklerine verilen bir cevaptı aynı zamanda.

Bugün dünyanın her ülkesinde eğitim sisteminin biçimsel benzerliğe sahip olması bile “Batılılaşma” denen şeyin içi çoktan boşaltılmış bir tartışma olduğunu gösteriyor. Evet, 1900 senesinde dünyanın yüzde 84’ünü kontrol eden Avrupalı devletler, aslında insanlığın geleceğini belirlemiş oldu. Bugün “Batılılaşma” diye bir kaygı yok, çünkü çoktan Batılılaştık. Sabah 9 akşam 5 mesai yapıyoruz. Avrupaî modern devletler her yerde.

(Başka bir tartışmanın konusu ama bir adım daha gideyim: Kendi kültürümüzün kaynaklarını da Avrupalılardan öğrendik. Dağınık hâldeki “geleneğimizi” derleyip toparlayıp bir yazılı kültür ögesi hâline getiren, Avrupa’daki hümanistik çalışmalardı.)

Ancak tarih bu olguyu dönüştürecekti elbette. 20. yüzyılda iki önemli olaydan bahsedebiliriz bununla alakalı. İlki, Soğuk Savaş. Sovyetler Birliği, Rusya’ya özgü, Batı’dan uzak bir model değildi. Kapitalizme karşılık, Avrupa’da geliştirilmiş bir itirazın ürünüydü. Ancak farklı bir ekonomik ve toplumsal örgütlenme biçimi öneriyordu. Bu sebeple de iki tarz-ı siyaset ortaya çıktı ve dünyayı fraktallaştırdı.

Bir diğer olgu, post-kolonyalizmdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupalı devletler müstemlekelerden kademeli olarak ayrıldı. Yerlerine ulus-devletler inşa edildi. Ancak bu yeni bürokratik cihaz, korumasızdı. Kısa zaman içinde toplumdaki kolonicilere yönelik öfke, siyasi bir anlam kazandı ve bugün Orta Doğu dediğimiz coğrafyadaki anti-Batıcı siyaset, bu öfkenin taşıyıcısı hâline geldi.

Bu hissiyat, çoğu zaman kendi geçmişine, kimliğine dönük bir iç-öfkeye, benliğe nakşolunmuş bir yetersizlik ve acizlik hissine de dönüştü. Zamanla Avrupa’da doğan fakat Sovyetlerin de çoğu yerde anlaşılır sebeplerle sponsorluğunu yaptığı anti-emperyalizm bu öfkeyi biçimlendirerek hem iç politikada hem de uluslararası alanda bir mevzi açmış oldu.

Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman bir müstemleke ülkesi olmadı. Hatta dağınık ve rekabette geriye düşmüş bir imparatorluktan, orta halli bir modern ulus devlet çıkarmayı da başardı. Bu devletin Batılılaşma problemi yoktu, çünkü işleyişiyle Avrupaî bir devletti. Bunu günlük hayatı da dönüştürecek bir dizi düzenlemeyle destekledi. Merkezî devleti ve bürokrasiyi ikâme etti.

Gelgelelim kuruluş hikâyesinin gerektirdiği ölçüde, Türk siyasi eliti hep Batı’ya belirli bir kuşkuyla yaklaştı. Hatta İkinci Dünya Savaşı’nın ardından hem Sovyet anti-emperyalizmi hem de Ortadoğu ülkelerinde yaygın post-kolonyal Batı karşıtlığı, bu elitin içinde de taraftar buldu. Zaman zaman, yönetimde de etkileri görüldü. 12 Eylül sonrası Özal dönemini ve 2000’lerin başındaki AKP dönemini saymazsak, Batı’yla ilişkilerde bu mesafe hep korundu.

Soğuk Savaş zamanı tercih bir anlamda zorunluydu. Ya Batı’nın safında yer alınmalıydı ya da Sovyetlerin. Savaş boyunca denge politikası güden İsmet Paşa, savaş sona erdiğinde tercihini Batı’dan yana kullandı. ABD’nin Marshall Planı’na dâhil olundu.

Bu dönemde “Batılılaşma” kavramının da içeriği değişmişti. Sovyetler devlet destekli bir ekonomi ve toplumsal hayat öngörüyordu. Batı ise serbest teşebbüs fikrini canlı tutma arayışındaydı. Hayatın örgütlenmesi de buna göre değişiklik gösterecekti. İnönü’nün tercihi bu sebeple beraberinde çok partili hayatı ve bir sivil toplum inşasını getirecekti. Mesela, sendikalaşmanın önü 1947’de açılacaktı. Bir takım yasaklar kaldırılacaktı.

Türkiye, Avrupaî modernleşmeden hiçbir zaman kopmadı. Osmanlı zamanında başlayan sanayileşme, merkezîleşme ve çağın teknolojilerini takip etme hamleleri her devirde sürdürüldü. Sadece bürokrasideki işleyiş değil medyadan giyim kuşama kadar günlük hayat da Batılıydı. Zannedilenin aksine, bu konuda 1980’lere kadar çok az ihtilaf vardır. Hemen herkes, bu durumu kabullenmiştir.

Yine de bu duruma rağmen bir “kimlik” sorunu hep ortadaydı. Türkler kimdir? Türklük ne demektir? Avrupalı gibiyiz ama Avrupa’dan da bir farkımız yok mu? Olmalı mı? Bizi biz yapan ama Avrupalı olmayan unsurlar nelerdir? Kendimizi nasıl daha Avrupalı yaparız? Ya da Avrupalı olmamak için neler yapabiliriz?

Bu sorular çeşitli şekillerde, Türkiye’deki kanaat önderlerini (hem seküler, hem dindar) meşgul etti. Bazıları “yerli” görünmek için Batı’yı ve Batı’dan gelen her şeyi tahkir ederken, bazıları “Batıcı” görünmek için kendini bir karikatüre dönüştürdü. Osmanlı’dan Türkiye’ye tevarüs eden belki de en köklü entelektüel mesele de, bu Batılılaşma açmazları oldu.

Osmanlı’nın son dönemindeki Batılılaşma meselesiyle bugünkü arasında hep doğrusal bir çizgi çekilir fakat gördüğünüz gibi “Batı ittifakında” yer almanın anlamı dönemsel farklılıklar gösteriyor.

  1. yüzyılda Batılılaşmak ya da sekülerleşmek ciddi meselelerdi çünkü bazı mühim tercihler gerektiriyordu. Medreseleri kapatacak mısınız? Anayasa yazılacak mı? Padişah’ın yetkileri kısıtlanmalı mı? Kadılar neye göre karar verecek? Üniversitede neler öğretilecek, neler öğretilmeyecek? Müfredat nasıl belirlenecek? Müslümanla gayrimüslim eşit muamele mi görecek?

Ancak 21. yüzyılda hâlen Batılılaşma ya da sekülerleşme konularında yapılan tartışmaları okurken, aradan geçen 100 yılın unutulduğu hissine kapılıyorum. Çünkü az evvel sıraladığım soruların neredeyse tamamına Cumhuriyet döneminde cevaplar verildi. Buna göre nesiller yetişti. Bugün Türkiye tartışmasız anlamda seküler ve modern bir devlettir. Buna itiraz etmenin bir anlamı da yoktur.

Daha da ilginç olanı söyleyeyim, Kuzey Kore ya da İran bile 19. yüzyılla karşılaştırdığınızda “modern” devletlerdir.

Bu sebeple de bugün Batı ittifakında ya da Rusya’nın, Çin’in yanında yer almaktan bahsederken, aslında ekonomik ve politik önceliklerin değişmesinden bahsediyoruz. Bu yönüyle, Türkiye Batı’dan ne kadar uzağa giderse gitsin, kültürel anlamda çok köklü değişiklikler yaşamayacaktır zira Soğuk Savaş’taki kadar bile ideolojik katılığa sahip görüş ayrılıkları bulunmuyor.

Bugün bir Rus oligarkıyla, bir Amerikan milyarderi, bir Suudi prensiyle, bir Çinli teknoloji şirketi patronu ya da İranlı bir iş insanı hemen hemen aynı hayat tarzını sürüyor. Küresel ekonominin gerektirdiği ulus devletler arası entegrasyon, özellikle ticarî anlamda kendi küresel orta sınıfını çoktan yaratmış durumda.

Dolayısıyla, Avrupa Birliği’ne üyelikten bahsederken aslında bugün Batılılaşma hikâyesinden farklı bir şey söylüyoruz. Artık devasa kültürel ya da toplumsal açmazlarımız yok. Tek yapmamız gereken Türkiye’yi yöneten siyasi elitlerin, hukukun üstünlüğü, sivil toplumun varlığı, mülkiyetin ve sermayenin korunması ve insan hakları konularında AB standartlarını kabullenmesi. Özgürlüklerin önünü açması.

Şu anki hâliyle bile Türkiye’nin, Rusya korkusuyla 2004’te AB’ye üye yapılan Doğu Avrupa ülkeleriyle arasında kitabî olarak çok ciddi farklar yok. AKP hükümeti sadece mevcut yasalara uysa bile, Türkiye AB’ye hiç olmadığı kadar yaklaşacaktır.

Hiçbir ülke uzun bir refah ve istikrar dönemine girmeden, ciddi problemlerini çözemez. Kriz dönemlerinin aceleci hamleleriyle de ne medeniyet kurabilirsiniz hayal ettiğiniz gibi, ne de kimlik problemlerinizi hakkıyla ele alabilirsiniz. Türkiye’nin potansiyeli bir Avrupa ülkesi olmaya hayli hayli yeter. Ancak kendi kendini yönetebilmeyi öğrenmesi gerekli.

Exit mobile version