Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

AST Şarkı Yarışması: Ahmet Kaya şarkılarını neden severiz?

YORUM | YUSUF ÜNAL

Ben Ali Çolak’tan okumuştum, ona da Eduardo Galeano anlatmış bir kitabında: Kolombiya kırlarında dolaşan, nerede bir şenlik varsa orayı arpıyla neşelendiren bir arp çalgıcısı varmış, Mese Figueredo. Bir gece, yine iki katırıyla düğüne gidiyormuş. Katırın birinde kendisi, diğerinde arpı. Isısız bir yerde yolu kesilmiş ve haramiler onu dövüp nesi var nesi yoksa alıp gitmişler. Gün ağardığında yoldan geçen biri onu yolun kenarında ölü gibi yatarken bulmuş. Yanına birinin yaklaştığını fark edince Figueredo gözlerini açmış ve son kalan mecaliyle fısıldamış: “Katırları götürdüler…” Bir soluk almış: “Arpı götürdüler…” Bir soluk daha almış ve gururla eklemiş: “Ama müziği götüremediler!”

AST’nin “Mazlumların Sesi” şarkı yarışmasını dinlerken hatırladım bu arp çalgıcısını. Yarışmaya on beş farklı ülkeden elli altı şarkı katılmış. Katılımcıların çoğunun son dönemin mazlumlarından olduğu anlaşılıyor. Ya bizzat kendileri ya birinci dereceden yakınları payını almış yaşananlardan. Her şarkıdan inim inim çığlıklar yükseliyordu.

Bütün hayatları ellerinden çalınmış, katırları götürülmüş, arpları gasp edilmiş insanların; müziği kaptırmadıklarına dair bir umut saçtığı için bu tür yarışmaları önemsiyorum. Her yanımız yaprak dökerken bir yanımızın bari bahar bahçe olması hoşuma gidiyor, umudumu ve direncimi diri tutuyor.

Yıkımlara maruz kalan topluluklarda sanata ve edebiyata yönelimin artması anlaşılabilir bir durum. Dünyanın yüzüne küstüğü insanlardan yüzünü sanata dönen, sanat vasıtasıyla kendine alternatif bir dünya, belki ıssız bir ada kurmaya çalışanları biliyorum. İçlerine dönmek ve/veya içlerine kapanmak, afâkî olana ilgilerini sınırlayıp enfüsî olana dönmek istiyorlar. Bu durum kimilerine içindeki potansiyeli keşfetme ve geliştirme fırsatı sunuyor. Bu çeşit yarışmaların, yetenekler için teşvik edici birer iltifat olduğu, kendisini sanatla ifade etmek isteyenlere bir kürsü verdiği şüphesiz.

Yarışmada birbirinden güzel sesler dinledim. Çoğu da çok genç, daha lise talebesi olanlar vardı. Onlarla birlikte yıllardır müzikle uğraşan sanatçılar da. Bazılarının adını daha sık duyacağımız belli. Berkus, birinciliği gerçekten hak etmişti. Rap tarzı söylemesine rağmen ben bile hoşlandım. Diğer rap performansları da iyiydi. Miha’nın hem bestesi hem güftesi hem de sesinin tınısı dikkat çekiciydi. Yağmur Öztürk ve Alp Çamalan’ı da beğendim… Meselenin müziğe bakan yönünü kritik edebilecek durumda değilim fakat şarkı sözleri hakkında bir şeyler söyleyebilirim sanırım.

Geneli itibariyle imaj ve imgelere başvurulmadığı; teşbih, mecaz, istiare gibi söz sanatlarının pek kullanılmadığı, deyim ve deyişlere yer verilmediği, soyutlamaların olmadığı görülüyor. Karşımıza sık sık, zalimlere had bildiren veya mazlumları teselli eden klişe sözler çıkıyor. Tek tek insanların hikâyelerine değil grup veya cemaat olarak yaşananlara odaklanılıyor. Bu da zannımca şarkıları gazete haberine yahut akademik bir çalışmaya, tarihi bir veriye dönüştürüyor. Vaaz gibi olanı, ders gibi verileni, ilenç gibi okunanı, slogan gibi atılanı, ağıt gibi söylenenleri var.

Bu söylemin kapalı devre bir söylem olduğunu ve sadece kendi “mahallesi”ne seslendiğine şahit oluyorum. Evrensel olmak bir yana, maalesef ülkesel olmakla bile arasında mesafe var.

Yarışmadaki konu sınırlamasının buna sebebiyet verdiği hesaba katılabilir ancak bu durum sadece burada görülen bir şey değil, hayatın her alanında toptan bir kuraklık yaşıyoruz. İnce şeylerin çoğu gibi edebiyat da güzel sözler de yaşantımızın uzağına düştü. Şiir küstü bize, şairler çekildi hayatımızdan, söz ustaları itibarsızlaştı, zarafet sustu. Peşin hükümler verişimiz, sloganlarla konuşmamız, kalın fırçalar kullanmamız, genellemelerimiz,  çuvallamalarımız ve söz fakirliğimiz bu yüzden.

Edebiyatın elinin değmediği, ruhunun sinmediği şarkılarda bir zulümden, o zulme uğrayan insanlardan söz ediliyor fakat gözümüzün önünde etiyle kemiğiyle bir insan belirmiyor, hep bir kitle bir kalabalık oluyor orada. Birbirinden ayırt edilemeyen, birbirinin kopyası, hep aynı hikâyeyi yahut döngüyü yaşayan insanlar. Oysa her insan bir âlemdir, biriciktir. Yaşadıklarıyla da yaşadıklarına yükledikleri anlamlarıyla da. Biz dinleyiciler, karşımızda bunları görmeyi bekleriz. Canlı kanlı birer kişilik birer şahsiyeti. Onları bulamayınca anlatılanlar gönlümüze temas etmez. Sanatın işi o teması sağlamaktır oysa. Tıpkı Ahmet Kaya’nın, Cem Karaca’nın çoğu şarkılarında olduğu gibi.

Bir süredir Ahmet Kaya’nın şarkılarında bizi etkileyen şeyin ne olduğunu düşünüyorum. O da arp çalgıcısı gibiydi. Katırları ve sazı elinden alınmıştı fakat müziğini kimseye vermemişti. Galiba onun âvazlarını farklı kılan şeylerden biri; tek tek insan hikâyelerini, bütün hikâyeyle bağlantılı bir şekilde ele almasıydı. Parçayla bütünü, enfüsî olanla afâkî olanı aynı anda duyurabilmesiydi. Sanat dediğimiz şey bunu yapar. Tekil insan yaşantıları üzerinden bütünü anlatır.

“Beni buralarda arama, arama anne/ Kapıda adımı, adımı sorma” dediğinde gözümüzün önünde kaybolan oğlunu arayan bir anneyle aynı anda ceberut bir yönetim ve kocaman bir mahpushanenin buz gibi demir kapıları beliriverir. “Penceresiz kaldım anne” derken de öyle. “Bir fidandım derildim/ Fırtınaydım duruldum/ Yoruldum çok yoruldum/ Siz benim neler çektiğimi/ Nereden bileceksiniz” derken halkın umursamazlığı, tarumar olan hayatlar uçuşur önümüzde. Eserde bizzat sanatçının sesini duyar, yanışını, kavruluşunu, haykırışını, isyanını, öfkesini, sitemini, yalvarışını aynı anda hisseder, bir duygu fırtınasına tutuluruz.

O bize güya annesiyle, arkadaşıyla, sevgilisiyle, çocuğuyla, kendisiyle, düşmanıyla diyaloglarını aktarır, onların hikâyelerini dinletir. Korkularını, endişelerini, çelişkilerini, şüphelerini, arzularını, hülyalarını rüyalarını, inançlarını anlatır. Fakat biz bütün bir insanlığın, her tarih ve her coğrafyada yaşanan ve tekrardan yaşanması muhtemel serüvenini görürüz onda.

“Diyarbakırlıymış adı Bahtiyar/ Suçu saz çalmakmış.”ı dinlerken kendimizi bu sefer hapishanenin avlusunda bulur, bardakta çiçek yerine soğan yetiştiren dal gibi memleket evlatlarıyla volta atarız. “Başıma neler geldi sana diyemedim/ Beni kaç kere dövdüler/ Adını söylemedim” derken insana utanç veren türlü işkenceler canlanır gözümüzde ve kendi kendimize ant içeriz, kimsenin adını vermeyeceğimize.

“Acımasız olma şimdi bu kadar/ Dün gibi, dün gibi çekip gitme/ Bırak da sarılayım ayaklarına/ Kum gibi, kum gibi ezip geçme.” derken terk edilmenin korkusu kaplar yüreğimizi. Hemen ardından, “Sana yazdığım şarkıyı/ Sazımdan söker giderim.” diye kendisini ezdirmeyeceğini haykıran bir adamın gür sesini duyarız…

On yıllardır Cem Karaca da her, “Gönlüme bir ateş düştü, yanar ha yanar yanar” dediğinde sanayideki “Bugün giymeyim tulumları.” diyen tamirci çırağıyla ezilir, “İşçisin sen işçi kal” diyen ustaya öfkeleniriz. “Sevda kuşun kanadında / Ürkütürsen tutamazsın” sözlerini ak sakallı bir dededen efsane dinler gibi hayallere dalarak dinleriz. “Sen de başını alıp gitme ne olur” diye dil döküşüne sevdiğine, “Ne olur ıslak ıslak bakma öyle” deyişine; bir sevda masalına kulak verir gibi kulak verir ve sevenin sevdiği için buluttan tarlaları sürmesini, göğün göğsüne yağmurlar ekmesini, çayı güneşte demlemesini, feleğin çarkına çomak sokmasını bekleriz. Bunu beklerken cümle Leylalar Mecnunlar, Ferhatlar Şirinler gelip geçer zihnimizden. Anlatılan bir aşkın aynasında cümle insanlığın aşkının yansımasını görürüz.

Ona öğüt vermek de yakışır, vaaz da. “Yalan olur bir gün yalan/ Yaşadığın aşkın sevdan/ Yaradandır bâkî kalan/ Hayat çok garip” der, “İşte geldik gidiyoruz / Bilinmez bir diyara” der ve biz hayatın başıyla sonunu bir nokta gibi görüp ona hak veririz.

Hak veririz çünkü adam inandırır bizi, duygularımızdan yakalar. O da içindeki müziği haramilere kaptırmayanlardandır.  Şarkıyı söylemez o, okumaz da; illaki yaşar ve onun duygusu bize geçer.

Sanat böyle bir şeydir, müzik böyle bir şey… Duyguların itici gücü, zıt duyguların cem edicisi…

Sözlü müzikte bu gücü ardına alabilmek için şarkı sözlerinin edebî birer değer taşıması kaçınılmaz. Şarkı sözleri edebiyata dâhildir. İmge ister, çağrışım ister, teşbih, deyim, deyiş, soyutluk, sadelik ister. Parçanın içinde bütünü, bütünün içinde parçayı göstermeyi.

Evrensel bir dil arayan her sanatçının kendisini gazeteci, akademisyen ve aktivistlerin dilinden ayırması gerekir. Bunun zor olduğu, pek sık başarılamayışından da belli. Ancak yol budur, “bilmiyorum başka çıkar yol.”

Exit mobile version