Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Türkiye’nin otoriterizmle sınavı (3)

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Devletin ele geçirilmesi, ille de ele geçirilen devletin demokratik bir devlet olması anlamına gelmiyor. Sanırım önce anlaşmamız gereken nokta budur. Çünkü eski Türkiye ve Yeni Türkiye arasında gidip gelmekte olduğunu düşündüğümüz politik sistemin demokrasi mücadelesinden çok bir güç mücadelesi olduğunu hiç unutmamak gerekiyor. Birinden birini tercih etmek zorunda olmak, ikisinden birine mahkûm olmaktan daha kötü bir sonuçtur. Sorun alternatifsizliktir. Devleti ele geçirmek veya yeniden ele geçirmek arasında olan bir mücadeleden söz ediyoruz. Hatta daha da vahimi, bu mücadelenin ötelerde bir tarihe ertelenmiş olduğu gerçeğidir. Çünkü ülke bugün bir tür otoriter koalisyon tarafından yönetilmektedir. Koalisyonun farklı kanatları bugün için güç mücadelesini açıktan yaparak diğerlerini tasfiye etmeye yönelik bir girişimi zamansız buluyorlar. Onun yerine bir “saha temizliği” yaparak, demokratik güçleri tasfiye etmeye çalışıyorlar.

Her bir demokratik gücün gerçekte demokratik olup olmadığı diğer demokratik güçlerce tartışmaya açılmış durumda. Otoriter cephe şu an için demokratik cepheye göre asgari müştereklerinde daha kolay anlaşıyor gibi görülüyor. Kürtler, liberaller, solcular, Cemaat, azınlıklar, LGBT vs. sistem mağduru gruplar potansiyel olarak insan hakları talep etmelerine ve demokratik reflekslerle donanmış olmalarına karşın, kendi aralarında bir türlü anlaşamıyorlar. Sisteme karşı mücadele verirken, “neden Fetöcü olmadıklarını” ve “esas Fetöcülerin kendilerini Fetöcü olmakla suçlayanlar olduğunu” ileri sürüyorlar. Otoriter koalisyon ise “FETÖ” ile mücadele üzerinden Türkiye’deki devlet düzeninde üst üste olan son taşları da alaşağı ederek tüm demokrasi ve insan hakları birikimini sıfırlıyor.

Sistemin alternatifi olarak algılanan “muhalefet” esasında sistemin yedek oyuncuları olarak sıranın kendilerine gelmesini bekliyor. CHP ve İYİP aynı otoriteryan eğilimlere sahip ve aynı devlete tapıyor. Türkiye’de Kürtlere yönelik tutumda, Suriye politikalarında, askeri operasyonlarda, Doğu Akdeniz’de, Mavi Vatan yayılmacılığında, Karabağ algısında, KHK’lılar meselesinde, Ahmet Altan ve Osman Kavala gibi binlerce tutukluyu algılayışlarında, hapishanelerdeki kadın ve bebekler meselesinde, ölen, öldürülen, işkence gören, helikopterden atılanlar gibi korkunç uygulamalarda, bu devletçi refleks devrededir. Muhalefet tüm bunlara muhalefet etmiyor. Muhalefet bir tür satıh muhalefeti tutumuyla, Erdoğan ve AKP’ye karşı pozisyon alıyor – ki bence onu bile doğru düzgün yapamıyor. “Biz zulmü Erdoğan’dan daha da efektif yaparız” diyorlar. Erdoğan’ın seküler veya milliyetçi versiyonları olan CHP ve İYİP ile, Davutoğlu ve Babacan türevi AKP kopukları, otoriter sistemi dönüştürecek bir politik hedefe asla sahip değil.

Kanımca herkes merkeziyetçi devletten gayet memnun, o devleti kontrol etme yarışında. Tamamen kontrol edemese de kısmen kontrol etmek ve kontrol ettiği kadarı üzerinden gücünü konsolide etmek gibi bir yaklaşımları var. Rasyonel değil denemez bu yaklaşıma. Osmanlı ve Türkiye’de gelişen siyasal gelenek budur. İlk iki yazımda tam da bundan bahsediyordum. Osmanlı’daki ve Cumhuriyet’teki paradigmadan fark, sistemin otoriterizme bugün çok daha yaklaşmış olması. Daha önce vurguladığım gibi, Soğuk Savaş sistemi içerisinde en azından şeklen demokratikleşiyormuş gibi görünmek durumunda olan Türkiye, artık böyle bir zorunluluk hissetmiyor. İpler koptu. Yapılamaz zannedilen tüm tabu şeyler yapıldı. Beklenen itirazlar içeride de dışarıda da gelmedi.

Zayıf entelektüel kesim, kutuplaşmış toplum, Avrupa’nın sığınmacı krizi sonrası Türkiye konusunda havlu atması, ABD’de Trump ile beraber bir içe kapanma ve yönetim zafiyetinin ortaya çıkması, Türkiye’nin daha da fazla otoriter konsolidasyona gitmesine neden oldu, olmaya da devam ediyor. Var olan etkili entelektüel kesimlerin Türkiye beklentileri konusunda artık daha “gerçekçi” olmaları, Orhan Pamuk gibi, Elif Şafak gibi yazarların içine doğdukları Kemalo-laik kodların gereğini yapar şekilde hareket etmeleri, “sol’un” Erdoğan nefretinden kaynaklı olarak, ulusalcılık ve Kemalist doktrinin etki alanına hiç olmadığı kadar fazla girmiş olması, yine önemli iç nedenlerdir. Üniversitelerin entelektüel bir çöl olması, eğitimli kesimin seküler reflekslerinin demokratik değerlerinden çok daha güçlü olması da, içeride liberalleşme önünde duran ciddi engellerdir. AKP ve Erdoğan sonrasında seküler kesimler demokratik olmayan, ama en azından seküler olan yarı otoriter bir rejime fit oldular. “Otoriter rejim olacaksa da en azından bizimkilerden olsun” tutumudur bu.

Tüm bu dış ve iç faktörler, var olan rejimin kısa zamanda değişmeyeceğinin göstergeleri. 1945 sonrası Almanya da dış faktörler olmasa değişecek gibi görünmüyordu. 1991 sonrası Sovyet toplumu, komünizm sonrası demokrasiye geçemedi. Bu iki örnek, birinde dış etki sayesinde demokratikleşme, diğerinde dış etkinin azlığı nedeniyle demokrasi mayasının tutmaması, Türk siyasal sistemi için ne anlama geliyor? Türkiye sanırım Batı yöneliminden çok Rusya tipi rejimlere yöneliyor. Bu salt yöneticilerinin politik tercihleriyle alakalı değil. Sosyoekonomik ve kültürel altyapı da bunu zorluyor. Türkiye’den dışarıya doğru verilen göçteki büyük artış, demokrasi ve liberalleşme yanlısı kesimlerin artık umutlarının tükendiğinin işaretidir. Bu Rusya ve İran gibi ülkelerde de bilindik bir beyin göçü hadisesidir. Ve işin dramatik kısmı, tam da bu içeride otoriterleşme eğilimlerinin daha başarılı olmasına yarıyor. Aklı başında olan ve maddi olanakları bulunanlar Türkiye’yi terk ediyorlar.

Türkiye dışında Türkiye algısı çok değişti. Türkiye’nin Avrupalı olmadığı artık sadece sağ değil, sol kesimlerce de dillendiriliyor. Zihin haritalarında Ortadoğulu ve seküler olmayan bir Türkiye imajı oldukça yerleşti. İnsan hakları ihlallerindeki korkunç artış, Batı’nın bu konuya olan duyarlılığını azalttı. Yüzlerce insanın değil, yüz binlerce insanın benzer hak ihlallerine maruz bırakılması karşısında, “onların normali buymuş” algısı oluştu. Türkiye bir nevi Rusya-İran-Çin insan hakları seviyeleriyle kıyaslanmaya başlandı. Bu nedenle hak ihlali rakamları da fazla sırıtmıyor ve daha kolay kabulleniliyor.

Bundan sonraki etapta – eğer olağanüstü jeopolitik bir dönüşüm yaşanmazsa – Avrupa Konseyi, NATO ve AB ile ilişkilerin daha da gerilediği bir dönem yaşanacak gibi. Ucuz işgücü ve büyük pazar olma özelliği sayesinde kısmen küresel ticaretten pay alsa, bu politik bir gelişme doğurmaz, bir entegrasyona yetmez. Muhtemelen iç gereklilikler nedeniyle – özellikle rejime destek, enerji açığı ve silah sanayinde bağımlılık gibi gerekçelerle – Türkiye Batı’dan dışlandıkça ve uzaklaştıkça Rusya ligine daha fazla entegre olur. Kapasitesizlikler nedeniyle Ermenistanlaşır (fakirleşme ve doğal kaynak yetersizliği). Yolsuzluklar bağlamında da Sovyet ardılı ülkeler ile aynı ligde yer alır. İslamcılık ve aşırılık konusunda Ortadoğu’daki rejimlere benzer bir yönelim içinde olur.

Son söz: Otoriter ülkelerin halkları mutlu olmaz, zenginleşmez, yaşam standartlarını yükseltemez ve daha eğitimli hale gelemez.

Exit mobile version