[
YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Fransız mizah dergisi Charlie Hebdo dergisinin birçoklarınca provokatif olarak nitelenen Muhammed Peygamber karikatürleri İslam dünyasında büyük tepkilere yol açmıştı. Müslümanların çok önemli bir bölümü aşağılandıklarını, değerlerine saygısızlık edildiğini, kutsallarının lekelendiğini düşündü. Bu karikatürlerin yayınlanmasından sonra, mizahın, satirin ve dolayısıyla da düşüncenin bazı sınırları olması gerektiğini düşünen Müslümanların sayısının çok büyük bir çoğunluğu oluşturduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Elbette Müslümanların ezici çoğunluğunun başka düşünceler, algılar, duygular, inançlar, ideolojiler, yaşam biçimleri ve değerler karşısındaki kapalı ve çekinceli tutumu biliniyordu.
Daha önce benzer tartışmalar Salman Rushdie’nin Şeytan Ayetleri kitabının yayınlanmasından sonra yaşanmıştı. Bu kitapta Rushdie Muhammed Peygamber’e gelen vahiylerin bir kısmının Melek Cebrail tarafından değil, Şeytan tarafından vahyedildiğini öyküleştiriyordu. Esasında bu, İslami kaynaklarda da geçen bir efsaneydi. Fakat Rushdie’nin kitabı özellikle Batı’da popülerlik kazanınca, İran “İslam Devrimi”nin lideri Ayetullah Humeyni tarafından Salman Rushdie için “katli vacip” fetvası verilmişti. Ve Rushdie, Birleşik Krallık’ta güvenlik önlemleri altında yaşamak durumunda kalmıştı. Charlie Hebdo ile Salman Rushdie konuları salt popülerlik kazanmaları nedeniyle küresel ilgi odağı oldular.
Elbette birincisi için, 2015 yılında Said Kouachi ve Cherif Kouachi adlı radikal İslamcı teröristler tarafından düzenlenen saldırı sonrası tüm dünya ayağa kalktı. Charlie Hebdo çalışanlarının çoğunluğu oluşturduğu 12 kişi ağır silahlarla taranarak vahşice katledildi, 11 kişi ise yaralandı. Böylece 60,000 civarı tirajı olan mizah dergisinin yayınladığı peygamber karikatürleri, bir anda milyarlarca insan tarafından internetten indirilebilir hale geldi. Hiç ulaşamayacakları bir popülerlik kazanmış oldu. Fakat elbette esas önemli nokta, bu iki İslamcı terörist kardeşin, eylemlerini İslam adına yapmış olmaları gerçeğiydi.
Her ne kadar Müslümanların ezici çoğunluğu bu saldırıları onaylamasa da, neredeyse tüm kınama mesajları, ortadaki “provokasyona” değindi. Bu kışkırtıcılığın, terörist eylemleri tetiklediği düşüncesi Müslümanlar arasında hâkim düşünceydi. Benzeri bir algı, 1980’lerin sonunda yayınlanan Şeytan Ayetleri kitabı için de söz konusuydu. O dönem Müslüman toplumlarda Rushdie’nin “ileri gittiği” ve “İslam’a hakaret etmesinin kabul edilemez olduğu”, Rushdie hakkında çıkarılan ölüm emrinden çok daha fazla konuşuldu ve kabul gördü. İslami basın-yayın organları konuyu bu açıdan aktardı. Düşünce özgürlüğü boyutu, İslam’a ve İslam peygamberine “hakaret” işin içine girdiğinde geçerli olmamalıydı.
Bu konudaki önemli boyutlardan biri, İslam’ın Tanrısal iradeye dayandığı ileri sürülen ya da kabul gören küresel-evrensel İslam egemenliği veya yönetimi iddiası – Dar-ül İslam ve cihat konseptleri de bu anlayış üzerine inşa edilmiştir – ve bu anlayışın İslam’ın merkezinde olan bir inanç olmasıdır. İslam bu bakımdan biraz Komünizm kuramını andırıyor. Marx’ın dünya devrimi ve bu devrim sonrasında tüm dünyanın sosyalist – ve sonrasında komünist – düzene geçileceğini öngörmesi gibi, İslam da din-devlet birlikteliği içerisinde, dini yayılmasını İslam devletinin yayılması olarak algılıyor.
Her ne kadar reel politik nedenlerden dolayı bu durum artık pratikte bir anlam ifade etmese de, hala İslam kuramı içerisindeki hâkim konumunu devam ettiriyor. Yine komünizm analojisine başvuracak olursak, nasıl ki 1917 devrimi sonrası Lenin’in “tek ülkede devrim” pratiği, komünist teoriyi dönüştürdüyse, Modernite, 1648 Westfalya Antlaşması sonrası teritoryal devletlerin doğması ve bu konseptin tüm dünyaya ihraç edilmesi ve sonunda 1789 Fransız Devrimi sonrası bunun teritoryal “ulus devlet” biçimine evrilmesi gibi olaylardan sonra İslam da pratikte küresel devlet olma iddiasını revize etti. Burada önemli nokta “pratikte” ibaresidir, zira nazariyede – kuramda – bu iddia hala canlıdır ve dediğim gibi Müslümanların benliğinde ve kimliğinde merkezi bir konumdadır.
İşte bundan dolayı, İslam toplumları salt kendi toplumlarındaki Kuran, peygamber ve din algısıyla değil, “ötekilerin” toplumlarındaki algılarla da ilgilidir. Çünkü İslam kendisini yerel değil evrensel olarak okumaktadır. Dahası İslam kendisini diğer semavi dinlerin üzerinde, hatta onları kapsayan bir din olarak görmektedir. Bunun da ötesinde, İslam’a göre “Hristiyanlar” ve “Yahudiler” her ne kadar ehl-i kitap da olsalar, dinleri “tahrif olmuş” olduğundan, onların “hidayete ermeleri” hedeftir. Ermiyorlarsa zaten “erdirilmeleri” lazımdır. Bu anlayış 19. yüzyıla kadar devam etti. Sonra Batı’nın küresel üstünlüğü ile fiilen pustu. Fakat yok olmadı. Müslümanların birçoğu bunun geçici bir durum olduğunu düşünüyor.
Ve ileride, belirsiz bir gelecekte, İslam’ın yine yeryüzünde hâkim olacağına inanıyor. Bu hâkimiyet salt manevi değildir. Aynı zamanda politik ve ekonomi politiktir. Ve konunun püf noktası da budur. Çünkü bu ideal, “ötekilerin” İslam egemenliğinde yaşamalarını öngörmektedir. Bu teolojik ve siyaset teorisi bagajı, Müslümanların İslam dünyası dışındaki beklentilerini de bugün şekillendirmektedir. Başka toplumların da İslam’ın kutsallarına saygı göstermek zorunda oldukları algısı söz konusudur. Mesela Avrupa’da Musa veya İsa karikatürleri yapmak son derece normal addedilirken, bu ölçüt İslam için geçerli olmasın beklentisi vardır. Buna uyulmadığında, çok çeşitli ölçülerde tepkiler doğmaktadır. Bu tepkilerin bir kısmı şiddet içeriyor ve hatta Charlie Hebdo trajedisindeki gibi hunhar katliamlarla sonuçlanabiliyor. Aynı şekilde Fransız öğretmen Samuel Paty’nin başının kesilmesi ve öldürülmesi gibi, bu şiddet akımının devam etme potansiyeli vardır ve bu son derece ürkütücüdür. Paty’nin katili öğrenci de saldırıyı “İslam’ı korumak” adına yaptı. Bu çok vahimdir. Dahası, öğretmenin öldürülmesi kınansa da, Müslümanların çok ciddi bir oranı yine “tahrik” boyutunu tüm taziye mesajlarının merkezine aldılar.
Bu bağlamda İslam egemenliği dışındaki ötekilerden, Müslümanlar gibi davranmaları beklenmektedir. Bu durum, İslam’ın kendi medeniyet tasavvuru ve siyasi pratiği ile alakalı teolojik bagaj ve siyasal uygulamalarla ilgilidir. Müslüman toplumların “Dar-ül İslam” ülkelerinde gayrimüslim kitap ehli (İbrahimi dinlerin mensupları) zimmî konumundadırlar ve cizye ödemekle mükelleftirler. Bu statünün alternatifi Müslümanlığa geçmek ya da kılıçtır. Uygulamada mesela Osmanlı İmparatorluğu’nda bu statüde bulunanlar asli vatandaş değildi. Tanzimat’a kadar da eşit statüde olamadılar. Bu zimmîlerin yaşadıkları Müslüman toplumundaki ahengi bozucu işler yapmamaları bekleniyordu. İslam peygamberinin veya kutsal kitabının bu gruplardan olanlarca hakarete uğratılması düşünülemezdi bile.
Fakat bugün yaşadığımız dünya bambaşka kurallara ve kaidelere göre işliyor. Müslümanlar dünyadaki başat güç olmaktan çok uzaklar. Ayrıca olmuş bile olsalar, bu onlara Müslüman olmayan İbrahimi toplulukları fethetme hakkını tanımalı mıdır? Bu tartışmaya açılmalıdır. Var olan külliyat ve pratik için bunun yanıtı açık. Fakat bugün bu anlayış ne kadar rasyonel ve ahlakidir? Daha da ileri gidecek olursam, bugün Müslümanların değil, Hristiyanların kurdukları devletlerde, Batılıların yasaları altında, bambaşka değerlerle büyümüş insanların ülkelerinde insanların kurdukları sisteme sınırlamalar getirme beklentisi ne kadar gerçekçidir?
Başkalarına kendi kültürel kodlarını vermeye çalışmak, ancak iki yolla olur. 1) İkna yolu. 2) Güç kullanımı ve zorlama. Bugün birinci yolun tüm kanalları Batı ülkelerinde sonuna dek açık. Aynısını Müslüman ülkeler için söyleyebiliyor musunuz sorusunu sormama bile gerek yok. Bu yazıyı okurken salt kendi ülkenizdeki itilmiş kakılmışlığınıza bile bakmanız sanırım bir fikir verecektir. Rahatsız olunan, rencide olunan, yaralanılan bir nokta varsa bunun yazılı, sözlü ve görsel olarak, hatta politik diğer haklara başvurularak savunulması çok normaldir. Fakat ikinci yol, şiddeti ve terörü beslemektedir. İşte bu nedenle, bu bir İslam ve Müslümanlar sorunudur. Aşırılıkların ve şiddetin “gerçek İslam bu değil!” diyerek savuşturulması ikna edici değil. Önemli olan, bu şiddeti besleyen kültürel, tarihsel, politik ve evet, hatta dinsel dinamiklerin ortadan kaldırılması veya elden geçirilmesi gerekiyor.