Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Müslümanlar ve “ötekiler” (2)

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN 

İslamcı otoriterler ister iktidar sahibi olsunlar isterse herhangi bir az gelişmiş Müslüman toplumda bir İslamcı mücadele yürütsünler, totaliterlik eğilimi ortak noktalarıdır. İslamcılık erken dönem İslam toplumunu idealize ederek, düzelmeyi (ya da ıslahatı) temellerde arar. Bunda İslam teolojisinde ana akım olan, tarihsellik ve dönemsellik karşıtı yapı rol oynuyor. Bu yapı, aşırı nostaljik ve ilerleme karşıtıdır ve toplumların statik olduğu varsayımına dayanır. Buna göre, toplumların değişiklikleri asgaridir ve evrensel İslam – özellikle Peygamber dönemi – tüm gereksinimlere yanıt vermektedir. İslamcı akımların her biri, modernite ile rekabete bu bakışla yanıt vermeye çalışır. Toplumun başkalaşması İslamcılık için en ciddi tehlike olarak algılanır. Bu başkalaşma genelde dış dinamiklerle gerçekleşir. İç dinamikler de minör değişiklik talepleriyle bu “gelenekçi yapıya” karşı bazı tezleri dayatabilir. İster dış isterse de iç etkilerle olsun, İslamcılık toplumu bu değişim talepleri karşısında geleneklere bağlı şekilde konserve etmeye çabalar. Bu esasında sosyolojinin en birincil konularından biri olan, geleneksel-modern çatışmasıdır.

Bu sorun çok derindir ve bugün karşılaştığımız İslamcı akımlar her ne kadar kendi aralarında birbirlerinden farklı da olsalar, özünde modernite ve değişime karşı reaksiyoner sosyo-ekonomik ve politik akımlardır. Yöntemleri ve olayları algılayışları, çözüm önerileri ve projeleri, idealleri ve yöntemleri birbirlerinden derin farklılıklara sahip olabilir. Fakat sonuçta her biri modernite karşısında bir pozisyondan ibarettirler.

Modernite düşüncesi üzerine kurulan devletler aydınlanmaya atıfta bulunurlar. İnsan aklını merkeze alırlar. Devletin seküler karakterini merkezlerine yerleştirirler. Din dışı, insan yapısı normlar getirirler. İnsan hakları gibi, cinsiyetler arası eşitlik ilkesi gibi, ekonomi politik kuralları gibi, uluslararası sistemi yorumlayışları gibi birçok toplumsal ve siyasal alan, dinin getirdiği normlara ve ideallere karşı pozisyonlar alır. Fiilen bunun böyle olmadığı durumlarda dahi sürekli bu potansiyel mevcuttur. Böylece dinin toplum üzerindeki “ideolojik tekeli” kırılır. Bu Hristiyan toplumlarında böyle oldu. Müslüman toplumları da bu deneyimler üzerine inşa edilen modernizasyon projelerini hayata geçirdiler. Dolayısıyla modernite ve modernleşme Batılı mevzular olduğu için, İslam toplumlarının elitleri de modernleşmeyi kendi toplumlarına uyarlarken Batılı metotları ve stratejileri izlediler. Bu nedenle modernleşme projelerine başlarda Batılılaşma dediler. Bu Osmanlı, Arnavut, Mısır ve diğer İslam toplumları için böyledir. Ulus devlet projesi, bu modernleşme projesinin merkez üssü durumundaydı. Bu otomatikman İslami ümmet konseptinin altını oydu ve onu paramparça etti. Fakat bu bir tepkiydi. Dönüşüm gerekliliği, Batı’nın askeri, bilimsel, teknolojik, tıbbi, altyapısal, bürokratik vs. alanlardaki üstünlüğünü dengelemek için yegâne yol olarak görülüyordu. Böylece Müslüman toplumlar modernleşirken batılılaştı. Bu Batılılaşma, İslam’ın siyasette, hukukta, ekonomide, kısaca toplumsal alanlarda biricik referans kaynağı olma tekeline son verdi. Ve takdir edebileceğiniz gibi, İslami çevrelerde, özellikle de ulemada ciddi endişelere ve tepkilere yol açtı.

“Ötekiler” salt askeri zaferleriyle değil, esas bu zaferlerin dayandığı “ilerlemeleriyle” İslam için bir tehdit oluşturuyordu. Çünkü İslam ulvi ve tanrısal alanın dışında yer alan ciddi bir külliyata sahipti. Uluslararası ilişkilerden aile hukukuna, kadın erkek ilişkilerinden miras hukukuna, finans politikten vergi sistemine, vatandaşlık konseptinden kamusal alanın sınırlarına, siyasal meşruiyet kaynaklarından devletin politik sistemine, ceza hukukundan temel hak ve özgürlüklere kadar sosyo-politik ve sosyo-ekonomik her alanda kendi normları vardı. Bunlar yukarıda ele aldığım “ideoloji tekeli” bağlamında ele alınınca, ne kadar belirleyici oldukları anlaşılabilir. Üstelik bu normatif yapı evrensel olma iddiasını taşır. Mesela miras hukukunu ele alalım. Belki bu miras hukuku ortaya çıktığı döneme göre kadınlara daha fazla hak getirmesi bakımından ilerici sayılabilecek bir uygulamaydı. Fakat günümüz insan hakları ve eşitlikler hukuku ile, modern toplumlarda kadınların ekonomik ve sosyal işbölümündeki rollerinin değişimi dikkate alındığında, bu İslami normun günümüz ihtiyaçlarına hitap ettiğini kim ileri sürebilir, emin değilim. Ya da “dar-ül İslam” ve “dar-ül harp” konseptleri üzerine inşa edilen İslami uluslararası ilişkiler sistemi ile, 1648’de değişen ve teritoryal devletler arası ilişkiler olarak günümüze dek gelen uluslararası ilişkiler sistemi arasındaki derin çelişkiyi gözümüzün önüne getirelim. Bugün İslam toplumlarının bu İslami uluslararası ilişkiler sistemini küresel manada empoze etmeleri reel politik olarak ne kadar mümkündür? Gülümseyenler için söylüyorum, bunlar bahsettiğim konunun daha ana meseleleridir.

Tüm bu konular kanımca tarihsel bir perspektiften ele alınmalıdır. Bugün tam da bu oluyor zaten. İslam ülkelerinin birçoğu miras hukukunda kadınlarla erkeklerin eşitliğini kabul ediyor. Var olan Westfalya uluslararası sistemine uygun hareket ediyor. Batılıları ve diğer İslam dışı toplumları kendileriyle eşit kabul eden bir diplomatik anlayışla, İslami “dar-ül harp” konseptinin dışına çıkıyor. Ötekilerin geliştirdiği sistemde yer alıyor. İslam toplumları bu sistemin eşit üyeleridir. Bu sistemin başat oyuncusu olmak teolojik konuma bakmaz. İnancınızın ne olduğu önemli değildir. Ekonomik başarı, gelişmişlik düzeyi, eğitim, temel haklar ve özgürlükler, teknoloji ve inovasyon, askeri güç ve diğer alanlarda, kimin hangi denden olduğu hiçbir önem arz etmez. Dahası, İslami normlar bugün bu konuların hiç birinde küresel anlamda belirleyici değildir.

“Ötekiler” İslam toplumlarını dönüşmeye zorladı, zorlamaya devam ediyor. Bu dönüşümleri İslam toplumları kendi iç dinamikleriyle istedi. Çünkü Batılı toplumlarla denge kurmanın ve onlardan geri kalmış olmayı telafi etmenin yolu buradan geçmekteydi. İslam toplumları esasında Japonya’nın veya Rusya’nın kendi modernleşme süreçlerinde karşılaştıkları zorluklardan veya yaşadıkları çelişkilerden daha da farklısını yaşamadılar. Her toplum için değişim zordu. Tek farkla, İslam bu değişim olması gereken sosyo-politik ve sosyo-ekonomik alanlarda evrensel norm getirme iddiasında bulunuyordu. Fiilen bu son buldu ve İslam toplumları dönüşmek durumunda kaldı. Ama teoloji bunu bir türlü içine sindiremedi. “Kuran’daki bazı hükümler tarihseldir” diyemedi. Hep lafı geveleyip durdu. 1000 yıl öncesinin fıkıh anlayışını aşamadı. Yeni yorum getiremedi. Eski yorumları farklı süslü cümlelerle, bazen de işine geleni seçerek, tekrarladı durdu.

İşin özü şu ki, bu statükocu fıkıh, potansiyel olarak “ötekileri” hep kendi süjesi olarak görmeye devam etti. “Dar-ül harp” kendisi ile nasıl eşit olabilirdi? Bu psikolojik bir travma yarattı. Modern yapılarla (iç “ötekilerle”) geleneksel yapılar İslami toplumlarda birbirleriyle uzlaşamaz, antagonist pozisyonlar haline geldiler. Bu da yetmezmiş gibi, dış “ötekiler” gibi olmamak geleneksel medreselerde ve bazı cemaatlerde neredeyse dini bir gereklilik gibi gösterildi.

Bu zihin yapısı ve hasmane tutum nedeniyle Batı’daki Müslüman göçmenler, ikinci, üçüncü hatta dördüncü nesillerinde bile içinde yaşadıkları Batılı toplumların tam bir parçası haline gelemedi. Dahası kendilerini Batı toplumlarına anlatmakta güçlük yaşadılar. Fransa gibi, Almanya gibi örneklerde gettolaşma, içine kapanma, ötekileşme ve ötekileştirme, paralel toplum olma gibi pozisyonlar ister istemez sosyal sorunlar olarak ortaya çıkmaya başladı. Müslümanların önemli bir oranı birbirinden farklı İslamcı akımların etkisinde kaldı.

İslam’ın dini alanını hukuk, politika, ekonomi gibi alanların belirleyicisi olarak kabul etmeyi bırakmadan bu meselelerde düzelme ancak yüzeysel olur kanısındayım. Bana göre zaten adı konmamış bir “tarihselci bakış” bugün yerleşmiş durumda. Mesele bunun adının konması. Buna ister ıslahat deyin, isterseniz de benim gibi çekinmeden “reform” terimini kullanın. Gerçek değişmeyecek. 1000 yıl öncesinin sosyolojisini 21. yüzyılda uygulayamayacağınız kesindir. Buna kalkışmak, ana akım İslam’ı IŞİD ve Taliban ile aynı lige mahkûm eder. Tarihsel “ideolojik unsurlar”, pür evrensel İslam’dan ayrılmalı, teoloji (ilahiyat) artık kendi alanıyla sınırlı hareket etmeli. Aksi takdirde Müslümanlar a) sürekli bir geri kalmışlık ortamında yaşayacak, b) İslam bugünkü Müslümanların sefaletinden dolayı hep bir “kötü ideoloji” muamelesi görerek aşağılanacak, c) Müslümanlar bu dünyada huzur bulamayacak ve mutlu olamayacak. Ve bundan çok daha önemlisi, d) İslam’ın içinden çıkan şiddete eğilimli patolojik unsurlar hep İslam adına vahşi ve barbar eylemlerde bulunarak, pür İslam’a en büyük zararı verecek.

Exit mobile version