YORUM | DR. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı Devleti, küçük bir uç beyliğinden doğmuş, zamanla genişleyerek bir devlete dönüşmüş ve Fatih’le birlikte de “merkeziyetçi mutlak imparatorluk” haline gelmişti.
Devletin başlangıçta “bey” olarak adlandırılan hükümdarları, daha sonra “sultan” ve “padişah” olarak anılmışlar ve Osmanlı hanedanı yaklaşık 600 yıl süreyle bu devleti idare etmiştir.
Padişahlar, üç yüzyıl boyunca “babadan oğula geçen bir saltanat” usulüyle tahta geçtikten sonra 17. yüzyıldan itibaren en büyük kardeşin tahta çıkması usulüne dayanan “ekber ve erşed” usulü benimsenmiş ve bu usul devletin yıkılışına kadar devam etmiştir.
Padişahlık kurumu
Osmanlı padişahlığı “Osmanoğulları” soyundan devam etmiş ve bu soyun erkek üyeleri hükümdarlık görevini üstlenmişlerdir. Padişahların bazıları çok küçük yaşta tahta çıktıklarından sünnet merasimleri bile hükümdar olmaları sonrasında gerçekleşmiştir. IV. Murat 12, I. Ahmet 13 ve II. Osman da 15 yaşında tahta çıkmışlardı.
Osmanlı hanedanı 16. yüzyılda Kanunî, 17. yüzyılda İbrahim ve 19. yüzyılda ise II. Mahmut’tan devam etmiş ve bu padişahlara “Cemaat başı” denilmiştir. 1640’da IV. Murat’ın yerine tahta çıkan Sultan İbrahim’in o sırada erkek çocuğunun olmaması, “hanedanın devam edememesi” gibi bir probleme yol açmışsa da daha sonra şehzade Mehmet dünyaya gelmiştir. Mehmet (IV.), babasının tahttan indirilmesi sonrasında 1648’de yedi yaşında iken hükümdar yapılmıştır.
Osmanlı padişahlarından II. Bayezid, II. Osman, I. Mustafa, İbrahim, IV. Mehmet, III. Ahmet, III. Selim, IV. Mustafa, Abdülaziz ve II. Abdülhamit’in hükümdarlıkları tahttan indirilmeleriyle son bulmuş, II. Osman ve III. Selim tahttan indirildikten sonra asiler tarafından öldürülmüşler, özellikle II. Osman’ın ölümü büyük bir dram olarak tarihe geçmiştir.
Osmanlı hanedanının yönetici rolü, yüzyıllar boyunca tartışılmadan devam etmiş, adeta “kutsallık” kazanan Osmanoğulları’nın yerine tahta “Kırım hanlarını”, “Mekke Şerifini” veya “Konya Mevlevi Şeyhi’ni” çıkarma düşüncesi bir dedikodudan ileri gitmemiş ve II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki de saltanatı kaldırmak yerine “saraya damat olma” yolunu seçmiştir.
Padişahlar içerisinde en uzun süre tahtta kalan kırk altı yıllık hükümdarlığı ile Kanuni olmuş, en kısa süren padişahlığı da doksan üç gün tahtta kalabilen V. Murat yapmıştır.
Padişahların ölüm nedenleri arasında genellikle en sık nikris yani damla hastalığı gösterilse de tıp tarihi araştırmacıları bunun doğru olmadığını ortaya koymuşlardır. Kalp ve metabolizma rahatsızlıkları, yüksek tansiyon ve beyin kanaması, diyabet, pnömoni gibi nedenler yanında II. Selim alkole bağlı nedenlerle ölmüş, 19. yüzyılda yaygınlaşan verem hastalığından padişahlar da etkilenmiş, II. Mahmut ve oğlu Abdülmecit tüberkülozdan vefat etmişlerdir. Yine Yıldırım Bayezid ve Abdülaziz’in “intihar” sonucunda hayatlarını kaybettikleri iddia edilmektedir.
Bir başka ilginç nokta da son dönemde hükümdarlık görevini Abdülmecit’in çocukları V. Murat, II. Abdülhamit, V. Mehmet Reşat ve VI. Mehmet Vahdettin’in üstlenmiş olmalarıdır.
Padişahların Evlilikleri
Osmanlı hükümdarları ilk dönemlerde çevredeki Germiyanoğulları, Candaroğulları, Dulkadiroğulları gibi Türk beylikleri ve Bulgar ve Sırp krallıkları, Mora despotlukları ve Bizans İmparatorluğu’ndan “siyasi evlilikler” yapmışlar, bu yolla bir taraftan ülkenin güvenliğini sağlamlaştırmayı diğer yandan da topraklarına yeni topraklar katmayı amaçlamışlardı. Bu dönemde gayrimüslim gelinlerin isimlerinin değiştirilmediği dikkat çekmekte; Mara, Teodora, Aspurça, Despina gibi isimlerin kullanılmaya devam ettiği görülmektedir.
Fatih döneminden itibarense “hakimiyeti paylaşmama” düşüncesiyle haremdeki cariyeler tercih edilmiş, II. Osman (Genç) örneğinde görüldüğü gibi saray dışı evlilik bir istisnaya dönüşmüş, “cariyeler” padişahların malı olduklarından nikâh yapma zorunluluğu da ortadan kalkmıştır.
Cariyelerin tercih edilmesi, padişah annelerinin de gayrimüslim kökenli olmalarına zemin hazırlamıştır. 17. yüzyıldan itibaren hareme önce Gürcü, Rus yayılmasından sonra da Çerkez kızlar alındığından padişah annelerinin bir kısmı da Müslüman Gürcü ve Çerkezler olmuştur.
Cariyeler erkek çocuk dünyaya getirdiğinde statüleri değişmiş, oğulları tahta çıktığında da “Valide Sultan” olarak neredeyse devlette ikinci hatta Kösem ve Hatice Turahan Sultan örneklerinde olduğu gibi birinci güç rolünü üstlenmişlerdir.
Padişah kızlarının yani prenseslerin evlilikleri de yerli köklü aileler yerine devşirme yani “kul” kökenli paşalarla ya da halktan çıkan rütbe sahipleriyle gerçekleşmiştir.
Taht Kavgaları
Osmanlı tarihinin ayrılmaz bir parçası da taht kavgalarıdır. Osman Gazi’nin amcası Dündar Bey’i öldürmesiyle başlayan bu süreç, yüzlerce yıl boyunca pek çok hanedan üyesinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştır.
Türk-Moğol egemenlik anlayışı sonucunda önceleri ülke, önceki Türk devletleri gibi “hanedan üyelerinin ortak malı” olarak görülmüş, daha sonra da memleketin “hükümdar ve oğullarının ortak malı” olduğu anlayışı benimsenmiş, Fatih’le birlikte de “sadece padişahın malı olarak” değerlendirilmiştir.
İlk dönemlerde tahta çıkan hükümdar kardeşlerini öldürtmüş, bazen bu durum Fatih’in henüz anne sütüyle beslenen sekiz aylık kardeşi Ahmet’i öldürtmesi gibi dramlara dönüşmüş, Fatih de Kanunname-i Al-i Osman’la, tahta çıkan hükümdara “nizam-ı âlem için” kardeşlerini öldürme geleneğini yazılı hale getirmiştir. Buna göre ” … ve evladımdan her kimesneye saltanat müyesser ola, karındaşın nizam-ı alem için katletmek münasibdir, ekser ulema dahi tecviz etmiştir”.
Bu düzenleme de taht kavgalarını ortadan kaldırmamış, Fatih’in ölümünden sonra oğulları Bayezid’le Cem kıyasıya bir taht kavgasına girişmişler, bu mücadele Cem’in Avrupa’ya kaçmasıyla sonuçlanmıştır. Bayezid’in hükümdarlığına da oğlu Yavuz Sultan Selim son vermiş, Yavuz da hükümdarlığının önünde engel olarak gördüğü ağabeyleri Ahmet ve Korkut’u ortadan kaldırmıştır. Osmanlı Devleti’ne “muhteşem yüzyılı” yaşatan “Muhteşem Süleyman, Sahib-i Kıran” Kanuni de oğulları Mustafa ve Bayezid’i ortadan kaldırmaktan çekinmemiştir.
Tahta çıkan hükümdarın kardeşlerini öldürtmeleri geleneğinin acı bir yansıması da III. Mehmet’in 1595’te tahta çıkışında on dokuz küçük şehzadeyi öldürtmesi olmuş, özellikle küçük şehzadelerin annelerinin memelerinden alınarak boğdurulması halkta büyük bir infiale yol açmıştır.
Bu acı olaylar sonrasında “kafes usulü” denilen şehzadelerin sancağa çıkarılması yerine sarayın bir bölümünde yaşamaları yöntemine geçilmiş, ancak bu durum da tahta çıkan hükümdarların tecrübesizliklerine ve “öldürülme korkusu nedeniyle” psikolojik problemlerle boğuşmalarına yol açmıştır. “Kafes usulü” ayrıca başta “Valide Sultan” olmak üzere Saray halkının yönetimde aşırı güçlenmesine neden olmuştur.
Taht kavgalarının önemli bir aktörü de İstanbul’da bulunan en önemli askerî gücü teşkil eden Yeniçeri ve Sipahilerdi. Bazen devlet adamları bazen de Şeyhülislam’ın yönlendirmesiyle bu askerî güçler padişahların tahttan indirilmesinde ve yeni padişahın tahta çıkarılmasında çok önemli roller üstlendiler. İstanbul’da padişaha karşı çıkan isyanlara zaman zaman medrese öğrencileri (suhteler) ve halk da iştirak ettiler.
Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrasında da askerin rolü yine devam etti. Abdülaziz bizzat ordu tarafından tahttan uzaklaştırıldığı gibi II. Abdülhamit de III. Ordu başta olmak üzere yine askerlerin organizasyonuyla tahttan indirildi.
Osmanlı Hanedanı
Osmanlı hanedanı, Türk-Moğol geleneğinin bir yansıması olarak hem ülke hem de cihan hakimiyetinin “kut” olarak kendilerine “Tanrı” tarafından verildiğini iddia etmekteydi. Padişahın otoritesinin giderek artmasının sonucu olarak da hükümdarlar “insan üstü birer varlık” olarak telakki edilmeye başlanmış ve padişah etraftan iyice soyutlanmıştır.
Babası II. Murat camiye gidip halk içinde namaz kılabilirken, Fatih divan toplantılarından çekilmiş ve padişahların yemeği bile tek başına yemesini kural haline getirmiştir.
Osmanlı devlet anlayışına göre “reaya, Tanrı’nın padişaha emanetidir” ve bu durum siyasetnamelerde “baba-oğul” ilişkisine benzetilmiştir.
“Osmanlı padişahı” gerçek karakterini Fatih zamanında kazanmıştır. Buna göre padişah “mülkün sahibidir” ve İnalcık’ın ifadesiyle “köylerden vakıflara, saraydan medreseye ve ilmiyeye kadar” her şeyi kontrol etmektedir. Bu yönden Osmanlı padişahları, İslam tarihinin en merkeziyetçi ve mutlakiyetçi hükümdarları olarak değerlendirilmiştir. 1876 Anayasasında da bu statü korunmuş ve padişahın tayin ettiği Hükümet (Heyet-i Vükelâ), Meclise karşı sorumlu tutulmamıştır.
Osmanoğulları kendi kökenlerini siyasi şartların da etkisiyle Oğuzların Kayı boyuna bağladıkları gibi Fatih de oğlu Cem’den dünyaya gelen torununa “Oğuz Han” adını verdi. Yine Selçuklu ve Türkiye (Rum) Selçuklularının aksine resmi yazışmalarda Türkçe kullanıldı. Nitekim 1876 Kanun-i Esasi’sinde memur olma şartlarından birisi olarak “kişinin Türkçe bilmesi” istenmiştir.
Osmanlı padişahları işte bu şartlarda Osmanlı devletini altı yüz yıl süreyle yönettiler ve 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla da “padişahlık” kurumu tarihe karıştı.
***
Kaynaklar: M. Atalar, “Osmanlı Padişahları”, AÜ İFD, 1981, S. XXIV; H. İnalcık, “Osmanlı Padişahı”, AÜ SBF Dergisi, 1958, C. XIII, S. 4; “Padişah”, TDV İA, C. 34; “Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telakkisiyle İlgisi”, AÜ SBF Dergisi, 1959, C. XIV, S. 1; B. N. Şehsuvaroğlu, “Osmanlı Padişahlarının Akıbetleri ve Ölüm Sebepleri Hakkında Tıp Tarihi Bakımından Bir İnceleme”, V. Türk Tarihi Kongresi, 1956; İ. Ortaylı, Türk Teşkilat ve İdare Tarihi, Ankara, Cedit, 2008.