Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Mağdurlar, mazlumlar ve yeniden evlilik

YORUM | AHMET KURUCAN

Kim derdi ki: “10 yıl sonra siz bu ülkede kadınıyla, erkeğiyle, çoluğuyla, çocuğuyla terörist ilan edilecek; yüz binlerce insanınız, sırf cemaate iltisak, sebebiyle hapislere atılacaksınız!”

Kim derdi ki: “Şu gül gibi yuvalarınız dağılacak, kocanız size düşman olacak, karınız sizi terk edecek, komşularınız, akrabalarınız hatta anne ve babalarınız bile size ve torunlarına sırtını dönecek!”

Şimdi, “Kim derdi ki?” diye başlayıp onlarca yüzlerce örnek sıralayabilirim.

Arife işaret kâfidir.

Evet, kim diyebilirdi bunları?

Diyelim ki dedi, biz inanır mıydık?

Sanırım kimse demezdi, dese de inanmazdık. Ama ne çare ki kimsenin demediği, dese de inanmayacağımız bu gerçeklerle içli-dışlı bir hayat yaşıyoruz şu an dünyanın dört bir yanında.

Çok sevdiğim bir tespitte “acıları yarıştırmayalım” denir. Gerçekten acıları yarıştırmayalım. Herkesin acısı biricik ve kendine has. Dışarıdan bakıldığında ve başka acılarla mukayese ettiğinizde “Seninki de acı mı, dert mi, ıstırap mı, keder mi Allah aşkına?” diyeceğiniz şey, o insanın nezdinde sizin mukayese ettiğiniz ve daha derin gördüğünüz diğer acılardan daha acıdır, kim bilir? Hâsılı, zor zamanlardan geçiyoruz, vesselam.

Cemaate yönelik kitlesel sosyal soykırım ve kolektif cezalandırmalara başlanalı 5 yılı geçti. Hala da bitmiş değil. Bu süreçte gerek düşünce farklılığı gerek uzayıp giden ve ne zaman biteceği belli olmayan fiziki ayrılık gerek maziden bugüne uzanan geçimsizlik, gerek her iki tarafın ailelerinin ya da yetişkin çocuklarının devreye girmesi ve daha başka nedenlerle birçok aile parçalandı.

Çekirdek aile özelinde ifade edecek olursak, nice boşanmalar gerçekleşti. Zamanın ilerlemesine bağlı olarak da taraflar bu durumu kabullenip maddi düzlemde kendi hayatlarına bakmak zorunda kaldı. Bazıları yeni hayat düzenlerini kurdu, bazıları kurmaya çalışıyor, bazıları “öfke var derman yok” sözünde denildiği gibi kurmaya çalışsa da kuramıyor, bazıları da yaşadıkları travmayı atlatamayıp pes etmiş durumda.

Sanırım yazının başlığı ve şu ana kadar okuduğunuz paragraflardan tahmin ettiğiniz gibi sözü “yeniden evlilik” meselesine getirecektim. İşte getirdim. Evet, yurt dışında yaşadığım için kendi gözlem alanına giren noktada, yasal statülerini tamamlayan, tamamlama aşamasına gelen, meslek edinen, meslek edinmese bile geçimini temin edecek ölçüde maddi gelire sahip olan/olmaya başlayan, belli seviyede dil öğrenen, boşanmış veya eşi ölmüş kadınıyla, erkeğiyle birçok insanımız sanki hayatını yalnız geçirme gayreti içinde. Hatta bazıları ömrünün geri kalan kısmını yalnız geçirmeyi gaye edinmiş durumda. Oysa bana göre hem kadın hem de erkek bireyler bu fikirden uzak olmalı. Hayatın olağan akışı içinde kendine bir yol çizenler için artık sırada evlilik var. Bu eksende birkaç hususu nazarlarınıza arz etmek istiyorum.

BİR 

Bir daha evlenmeme ve hayatına yalnız olarak devam etme isteğinde bulunan herkesin tercihine saygı göstermek gerekir. Tercih nedenleri ne olursa olsun ister travma sonrası stres bozukluğu ister maddi hayat şartları ister çocukları, isterse bu çerçevede sıralanabilecek onlarca-yüzlerce neden, hiç fark etmez, son tahlilde karar elbette ilgili kişilere aittir.

Bu noktada sadece bir hatırlatmada bulunmak isterim: Fıtratla savaş olmaz. İlk insandan beri insan fıtratı ve sosyal hayatın düzeni adına Allah’ın koymuş olduğu kevnî kurallara muhalefet insanı hayatın dışına iter ve atar. Ama bunun idraki içinde bulunup yine de evlenmeme kararı veren insanların kararına da saygı duymaktan öte ne benim ne de üçüncü şahıs sayılacak kişilerin yapabileceği bir şey var.

İKİ

Kişi, evlenmeye karar vermiş, karşısına çıkacak bir aday beklentisi içinde ise bu kararını mutlaka yakın çevresi ile paylaşmalı diye düşünüyorum. Cinselliğin adeta bir tabu olduğu bir kültürün çocuklarıyız. Dolayısıyla yeniden evlilik düşüncesi, bu tabudan hareketle, cinsellikle özdeşleştirilir endişesi insanların düşünce dünyasına hâkim olabilir, etrafına açılamayabilir, muhatabına söyleyemeyebilir. Fakat bunları aşmak lazım. Unutmamalı, evliliğin hiç şüphesiz cinsellik boyutu vardır, hatta evlilik hayatının en önemli boyutlarından birini teşkil eder ama evlilik cinsellikten ibaret değildir. 

ÜÇ 

Karşımıza çıkan adaylarda seçicilik. Gördüğüm kadarıyla insanlarımızın en çok zorlandığı alan burası. Müşahhas örnekler vermek istemem ama bir tane misal vereyim, gerisini siz hayal dünyanızda canlandırın. Yaşı 50’ye gelmiş, boyunu aşkın çocukları olan bir adam, “30-35 yaş aralığında tercihan bekâr, dul olduğu takdirde de çocuksuz birisi” diyor ve başka bir şey demiyor. Bu ikisi haricinde bütün tercihlere kapalı.

Neden?

Ne istiyor, ne bekliyorlar evlilikten?

Evleneceği kadın ne cahil olsun ne de çocuklu; ne kadının gençlik heyecanı ile yorulsun ne de çocuklarının sorumluluğu ile. Elini bir taşın altına koymasın hatta mümkünse elini altına koymak zorunda kalacağı bir taş olmasın. Evlilik limanına demir atacaksa o limana ne fırtına ne de rüzgâr uğramasın.

Peki, kadınlarımızı böylesi bir tercihe erkekler kadar layık görüyor muyuz?

Boşanmış, çocuklu bir kadın tercihen bekâr ya da çocuksuz bir erkekle evlenmek istediğini dile getirebilir mi?

Sizin cevabınız nedir bilmem. Ama benim bildiğim daha doğrusu tespit ettiğim bir durum var, onu da sizinle paylaşmak isterim.

Kadınlar evlenmeye bile layık görülmüyorlarken bunu hayal bile edemezler.

Burada hemcinslerime bir soru sormak isterim, bu istekler hangi ölçüde makul?

Evlilikte eş seçimi yaparken hissiyatın rolü inkâr edilemez. Ama hissiyat kadar akıl ve mantık da önemli değil midir?

Ortak paydaların çokluğunun mutluluğu hem belirleyen hem de etkileyen bir unsur olduğunu biliyoruz. O zaman meseleye ergen psikolojisini terk edip başından evlilik geçmiş olgun bir insan olarak bakmak ve aranan özellikler parantezini daha da genişletmek gerekmez mi?

Mesela, bir camiaya aidiyet bağı ve mazlumiyet ortak paydasında birleştiğiniz birisini kader yurt dışında, aynı ülkede, aynı şehirde karşınıza çıkarmış. Çocuksuz olması hariç diğer özellikler de tamam diyelim. O çocuklara anne baba olma insanî, İslamî, ahlakî hangi açıdan bakarsanız bakın az bir şey midir? Eğer dini açıdan bakarsak, bu çerçevede yapılacak fedakârlıkların sevabı ahiret hayatımız adına kayda değer değil midir?

Burada inanç, rasyonel akıl ve empati duygusu karar aşamasında birlikte hareket etmeli. 

DÖRT 

“İslam’da,” ya da “İslam’a göre” diye başlayan ve “sahabe-i kiram nasıl yapıyordu” demeye kadar uzanan sorular var bu arada bana ulaşan.

— İslam’da eşi ölüp çocuğu ile hayat mücadelesinde olan kadınların hükmü nedir?

— Boşanan veya eşi ölen erkeğin tutumu Peygamber Efendimiz döneminde nasıldı?

— Şimdiki gibi kadınlar, “Boşanmış ya da eşi ölmüş” olmanın dezavantajını ötekileştirme ile mi yaşıyorlardı? Kadınlar ölen eşlerinin yasını tutup ahiret endeksli bir hayatı mı tercih etmeliler?

Son soruya tek cümle ile cevap verip diğerlerine geçeyim: Hayır, prensip olarak hayatın tabii akışı içinde mutlu olabilecekleri bir adayla ikinci evliliklerini yapmalılar. Ama herkesin kendine özgü ve özel şartları vardır. Bunlara göre nihai kararı kendileri verecektir.

Bu kararı verirken toplum baskısı ne denli etkili olur bilmem. Çünkü yıllardır içinde yaşadığımız toplum eşsiz erkeğe ikinci bir evliliği şart görürken, kadının dizini kırıp evinde oturmasını ister, muhtemel bir evliliği uygun görmez. Bu yanlış kanaati bir davaya ortak olmuş, aynı acı ve kederlerle yoğrulmuş, birçok ortak paydada buluşmuş kişilerin yıkması gerekmez mi?

Diğer sorulara gelince… Bu köşenin takipçileri bilir, ben İslam ile Müslümanların tarihsel tecrübelerinin birbirinden ayrı ele alınması gerektiğine inanıyor ve bunu her fırsatta vurguluyorum. “İslam’da,” ya da “İslam’a göre” denildiğinde kastedilen ve kast edilmesi gereken şey, Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber’in bağlayıcı beyan ve uygulamalarıdır. Bir başka zaviyeden metafizik ve ahlaki alandaki inançlar, ibadetler, genel, evrensel ve tarih üstü prensiplerdir. Bunların sosyal hayata yansımasına gelince burada beşer iradesi devreye girecek, siyasi, ekonomik, kültürel, askeri vb. arka plan şartlarına bağlı olarak yorumlar yapılacak, maksat doğrultusunda yeni formlar ortaya konacaktır.

İşte bu ikincisine “İslam’da” demek, “İslam’a göre” demek bana göre yanlıştır. O yaşanmışlıktır. Müslümanların tarih sahnesinde ortaya koyduğu tecrübelerdir. Bugünü konuşuyorsak, yaşanan hayattır.

Şimdi bir paragraf geriye dönüp “İslam’da” diye başlayıp sorulan o üç soruyu dikkatlice okursanız bağlayıcı dini naslardan değil, velev ki Peygamber Efendimiz dönemi bile olsa, Müslümanların tarihsel tecrübesinden söz ediliyor. Hem de İslam öncesi Arap toplumunun örf ve adetlerinin bazen aynen bazen ıslah edilerek kabul edildiği bir zemin merkeze konarak. Böyle olunca oradan bugüne birebir örnekleri taşımak hem çok zor hem de doğru değil. Zira bizim yaşadığımız toplum ve o toplumun şartları, telakkileri 14 asır önceki Mekke-Medine toplumundan çok farklı.

Bununla beraber şunu diyebilirim, Peygamber Efendimiz döneminde eşi ölen ya da eşinden boşanan kadınlar çok büyük oranda ikinci evliliklerini yapmışlar. İkinci bir evlilik yapmayıp hayatına yalnız devam etmek isteyen ya da zorunda kalan kadın ve erkekler hiçbir zaman sırf bu tercihlerinden dolayı toplumsal hayatın dışına itilmemiş ve ötekileştirilmemişlerdir.

Düşünün, Efendimiz ilk evliliğini kendisinden 15 yaş büyük ve başından iki evlilik geçmiş, ikisi kız biri erkek, 3 çocuklu bir dul olan Hz. Hatice ile yapmıştır.

Son bir husus… Bu süreçte kocalarının işkencelere maruz kalarak devlet eliyle öldürülmesi ya da Meriç’ten geçiş ve sonrasında hayata tutunuşları ile alakalı gösterdikleri cesaret ve insanüstü gayretlerden dolayı isimleri bayraklaşan ve bayraklaştırılan kadınlarımız var. Aldığım duyumlara göre yeniden evlilik söz konusu edildiğinde bayraklaştırılan bu isimler “İyi ama…” sözcükleri ile gündem dışı bırakılıyor. Aday arayışı içinde bulunan erkekler bu isimlere karşı bir çekingenlik içindeler.

Acaba isimleri bayraklaşan, hayatları ile bir tarihe damga vuran bu kadınları sahiplenememekten mi korkuyorlar?

Unutmayalım!

Kadınlar, sahip çıkılmak ister, sahiplenilmek değil.

Hatta bunu dile getiren kişinin ifadesinden anladığım kadarıyla bu isimler gündeme geldiğinde adeta kutsal bir kişiden söz ediyormuş gibi tavra bürünüyorlarmış. Hâlbuki diyor, “Onlar da insan. Onların da çocuklarının da hayatını yeniden düzenlemelerine, bir eşe, bir babaya ihtiyaçları var.” Doğru değil mi?

Geldiğimiz nokta itibariyle birbirimizle münasebet noktasında duvarlar örmeye değil köprüler inşa etmeye ihtiyacımız olduğu muhakkak. Aksi halde zaten yalnızlaşan insanımız gün geçtikçe daha çok yalnızlaşacak, travma ve sonrası görülen bozuklukları hayat boyu üzerinden atamayacak.

Bir ayetle ile bitireyim: “Onun sınırsız ilminin, iradesinin ve kudretinin göstergelerinden biri de iç dünyanızda huzur, sükûn ve meskenete kavuşasınız diye size kendi türünüzden eşler lütfedip aranıza sevgi, şefkat ve merhameti yerleştirmiş olmasıdır. Hiç şüphesiz bütün bunlarda sağduyuyla düşünen kimseler için dersler ve ibretler vardır,” (Rum-30/21).

Exit mobile version