YORUM | YAVUZ ALTUN
“Eşitlik” fikri modern dünyanın batıl inanışlarından biri.
Hakkını yemeyelim, o eşitlik hissinin iliklere kadar hissedildiği vakalar yaşanmıyor değil. ABD’deki Jeffrey Epstein davasını takip ettiniz mi mesela? Karun kadar zengin, bir o kadar da nüfuzlu (Bill Clinton ve Donald Trump’la dostluk kurmuş) bir adamın, gencecik kızlara zorbalık yaparak kurduğu fuhuş trafiği, FBI’ın çabasıyla ortaya çıkarıldı. Yıllar sürdü ama nihayet Epstein hapse tıkıldı. Genç kadınlar mahkemede dinlendi.
Ama Epstein, yaptıkları bilinmesine rağmen yıllarca önemli kişilerden destek gördü. Ülkenin önde gelen kuruluşlarına bağışlar yaparak, kendine “hayırsever milyarder” imajı çizebildi. Daha önce de mahkemelik oldu, ceza da aldı, fakat kollandı. Bu arada, medya kanalları hakkındaki iddiaları haberleştirirken tuzağa düşmüş genç kızlara “fahişe” demekten çekinmedi.
Genelde hukuk önünde “eşit” olduğumuzu düşünürüz ama milyarder bir iş adamıyla ihtilafa düşmüş sıradan bir insan, hiçbir şekilde eşit olmadığını kısa sürede anlayacaktır. Çünkü zenginler avukat ordularıyla mahkeme heyetini köşeye sıkıştırabilirken, yoksullar kıt imkânlarla kendilerini savunmak için çabalayacaktır.
Hele ki devletle, yargı mekanizmasını öyle veya böyle etkileyebilecek sayısız enstrümana sahip iktidarla, davalık olmuşsanız… Haklıysanız bile haklı olduğunuzun tescili, mahkeme heyetinin insafına kalmıştır.
Bir de günlük hayatın yargısı var. Aslında hemen her gün, hakkımızda bir mahkeme kuruluyor ve bizim ne olduğumuz hakkında bir karara varılıyor. Dev miyiz, cüce miyiz… yoksa böcek miyiz?
Sınıfsal farklarımız
Karl Marks, toplumları iki sınıfa ayırmıştı. Üretim araçlarını, yani sermayeyi elinde tutan burjuva sınıfı ve onların fabrikalarında çalışan, üretimi yapan proletarya. Bu kaba ayrım, toplumsal üretim modelleri çeşitlendikçe daha karmaşık bir hâl aldı. Bu arada bir takım “devrimler” oldu ve bazı haklar kazanıldı.
Ancak sosyo-ekonomik durum, sadece bir “haklar” ya da toplumsal ilişkiler meselesi değil. Varoluşsal bir tarafı da var.
Koronavirüs salgınıyla birlikte, “işte bakın hastalık zengin yoksul ayırmıyor” şeklinde bir söz yayılmaya başladı. Gelgelelim, kıymetli yazarımız Murat Uyurkulak’ın da parmak bastığı üzere, her gün test yaptırma imkânı olan, sağlık hizmetinin en âlâsını alabilecek durumdaki kişilerle, mesela Binali Yıldırım, mesela İngiliz Başbakanı Boris Johnson, tamamen sağlık bürokrasisinin insafına kalmış sıradan insanlar bir mi?
İşte okuyoruz her gün, ABD’de ve İngiltere’de, hastalığın en çok vurduğu ve ölüm oranlarının en yüksek olduğu kesimler siyahlar, Hispanikler, Hintliler vs. Neden? Çünkü yoksulluk.
Sadece yoksulluk deyip geçmemek lazım. Bundan 50 sene öncesine göre çok müreffeh hayatlar yaşıyoruz. Dedelerimize göre çok daha çeşitli tüketim imkânlarına sahibiz. Üstelik daha az para kazansak bile!
Yani buradaki problemlerden biri, “yoksul” olduğumuzun pek farkında değiliz. Yani cüce olduğumuzun.
Yine ABD’den örnek verelim. Bu ülkede kişi başına düşen gelir yıllık 55 bin dolar civarında. Bu çok iyi bir rakam diye düşünebilirsiniz. Fakat toplumun yüzde 40’ının yıllık 50 bin dolardan daha az geliri olduğunu hesaba katmanız gerekir. Bu yüzde 40, dünyanın geri kalanına göre çok daha iyi hayat standartlarına sahip ama kendi ekosistemi içinde “yoksul”.
Bu arada Amazon’un sahibi ABD vatandaşı Jeff Bezos’un yıllık maaşının 81 bin dolar olarak beyan edildiğini hatırlatayım. Kendisi 190 milyar dolarlık bir servetin sahibi. Her geçen gün zenginliğine zenginlik katıyor. Bununla birlikte şirketinde çalışanların maliyetini daha da düşürmek için sürekli yeni projeler geliştiriyor. Muhtemelen bütün bu işleri robotlara yaptırıp maliyetleri minimuma düşüreceği günleri iple çekiyordur!
Kendinizi Jeff Bezos’la eşit hissediyor musunuz? Hadi diyelim ki bu yazıyı Türkiye’de okuyorsunuz ve zaten eşit olamayacağınızı varsayıyorsunuz. Ama mesela ABD’de ortalama üstü maaşla çalışan bir akademisyen de öyle hissetmiyordur eminim.
İmtiyaz sahipleri devler
Magazin programlarını seyrettiğinizde, “celebrity”lerin (ünlü diye Türkçe’leştirelim) de bizim gibi hayatları olduğu hissine kapılıyorsunuzdur. Önceki gün Demet Akalın, uzaktan eğitime güvenmediği için çocuğuna tam zamanlı öğretmen tuttuğunu söyledi mesela. Eleştiriler gelince de “zannedersin çocuğu lord okuluna yazdırdım” şeklinde tepki gösterdi.
Modern dünya eşitlik fikrini ayakta tutmak için “eşit fırsatlar” sunduğunu iddia ederken, en çok da eğitim imkânına vurgu yapar. Her kesimden bireyin alacağı eğitime erişimi eşit olursa, toplumda eşitlikçi bir rekabet yaratılabilir. İdealde harika bir fikir. Fakat zaten pratikte de pek işlemeyen bu mekanizma pandemiyle birlikte iyice koyverdi.
Uzaktan eğitim hikâyesi, dâhil olunan sosyo-ekonomik konumun bireylerin geleceğini nasıl hayatî şekilde etkilediğini bize hatırlatmış oldu.
Peki, Demet Akalın insanların neden tepki gösterdiğini, ne demeye çalıştıklarını anlamıyor olabilir mi? Bence olabilir ve asıl problem de bu.
Batı’da bir süredir devam eden ırkçılık tartışmalarının hemen yanı başında hayati bir mevzu daha var: İmtiyaz meselesi. Bir kast sistemi içinde yaşamıyoruz fakat her bireyin içine doğduğu ekonomik, sosyal ve kültürel bir sermaye düzeyi var. Adeta genetik miras gibi miras alınan bir imtiyaz bu da.
Mesela 2019 yılında MEB’in bir araştırmasına göre, annesi ilkokul mezunu olanların YGS ortalaması 500 üzerinden yaklaşık 279 puan olurken, annesi üniversite mezunu olanların ortalaması neredeyse 395 puan. Arada 116 puanlık fark var.
Bir başka araştırmaya göre, babası ilkokulu bitirmemiş çocukların üniversite bitirme oranı yüzde 3. Babası üniversite bitirmişlerde ise bu oran yüzde 72’ye çıkıyor.
Eğitim işin sadece bir cüzü. Aileden devralınan zenginlik, sosyal ilişkiler ağı, belirli bir konudaki yetkinlik gibi hususları da eklersek, her bireyin “kapital değerinin” ciddi farklılıklar arz ettiğini görmek mümkün.
Buradaki sorun, imtiyaz sahiplerinin (devlerin) bunun pek farkında olmaması ve toplumun diğer bireylerini (cüceleri) kendileriyle eşit rekabette görmeleri. Ve devler bir sineği kovalarken bile yanlışlıkla bir cüceye zarar verebilir, bunun farkında bile olmazlar.
Erkeklerin feminist hareketlere pek mana verememesi de biraz bununla ilgili. Bir erkek olarak doğup büyümenin, kadınlarla kıyaslandığında, ne gibi bir imtiyaza denk düştüğünü pek göremiyor, kadınların taleplerini “tuhaf” buluyorlar.
Kısaca devler ve cüceler arasındaki farkları hesaba katmadan uygulanan politikalar, geliştirilen çözümler, hatta durum tespitleri yetersiz kalmaya mahkum. Hele ki sosyal medya devrinde imtiyazlıların paylaşımlarına bakıp “geride kalma” hissi yaşamamak gerekir.
“Başarılı” insanların anne babalarının ne işler yaptığına bakıp bu başarılarının ne kadarının sosyo-ekonomik miras, ne kadarının gerçekten çaba olduğunu hesaplayabilirsiniz. Bu arada kendinizin de, dev mi yoksa cüce mi olduğuna karar verebilirsiniz.
Bu ölçüye göre, “iyi” ülke aslında cücelerle devler arasındaki farkların mümkün mertebe azaltıldığı ülke demektir. “Kötü” ülke ise, devlerin cüceler karşısında hâlâ mağdur ayağına yatabildiği, sistemi kendi çıkarları için eğip büktüğü yerlerdir.
Gelelim böceklere…
Her toplumda “damgalanmışlar” vardır. Çeşitli yaftalarla hayattan kovulur onlar. Ana akımda haklarında konsensüs oluşmuştur. Ağızlarıyla kuş da tutsalar, kale alınmazlar. İnsan değeri görmezler. Mahkemeye düşseler, Allah muhafaza, konuşma hakkına bile sahip değildirler.
Franz Kafka, ansızın bir böceğe dönüşen karakteri anlattığı Dönüşüm romanında böyle bir ruh hâlini yansıtıyordu. Antisemitizmin fokur fokur kaynağı Avrupa’da, bir Yahudi olmanın nasıl “görünmezlik” anlamına geldiğini biliyordu. Sadece devlerin değil, cücelerin de burun kıvırdığı bir kategoriye düşmenin getirdiği katmerli yalnızlığı idrak etmişti.
Onlar, yasal olarak vardırlar fakat pratikte, gündelik hayat mahkemesinde, hükümleri okunmaz.
Ve dünya, işte bu iç içe eşitsizliklerle maluldür. Bunları devlere, imtiyazlılara öfkelenin diye değil, hayatınızı ancak bir araya gelerek daha iyi kılabileceğinizi bilin diye anlattım. Modern dünyanın batıl inanışları sizi anti-modern dünyalara itmesin. Modern dünyayı, daha iyi kılmaya çalışalım.