Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

Ege’de Türk ve Yunan Tezleri: bir değerlendirme

YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN

Ege’de ve Doğu Akdeniz’de gerilim tırmanırken, Türkiye takındığı tavrı giderek daha da şahinleştiriyor. Her geçen gün Ankara’dan gelen bir veya birkaç tehditkâr demeçle karşılaşıyoruz. Daha önce Türk Yunan Çatışması Senaryosu ve Doğu Akdeniz’de Çözüm Ne başlıklı yazılarda farklı yönleriyle ele aldığım Ege ve Doğu Akdeniz gerilimi meselesine, son günlerde meydana gelen bazı gelişmeler nedeniyle yeniden eğilmek gerekiyor. Bu yazının konusu meseleye daha sistematik yaklaşmak ve “sorunu” daha iyi anlamaya yardımcı olmak.

Ege sorunları nedir

Daha bu alt başlık yazıldığında bile Türk ve Yunan uzmanlar farklı tepkiler verecektir. Çünkü Türkiye için Ege sorunları “çoğuldur”. Yani Ege’de Türk tarafına göre birden fazla sorun mevcuttur: doğu Ege adalarının silahlandırılması sorunu, egemenliği tartışmalı ada, adacık ve kayalıklar sorunu, kara sularının genişliği sorunu, hava trafiği kontrol hakları sorunu (FIR), kıta sahanlığı sorunu, münhasır ekonomik alan sorunu gibi. Fakat Yunan tarafı için ise Ege’de salt bir tane devletlerarası sorun vardır: kıta sahanlığı sorunu. Dolayısıyla Ege sorunu veya sorunları demek, nesnelliği korumak adına daha adil olacaktır.

Türkiye’nin Ege’de sorun olarak ileri sürdüğü tezler

1) Doğu Ege adalarının silahlandırılması: Türkiye’nin bu tezine göre Yunanistan doğu Ege’de sahip olduğu adaları uluslararası hukuka aykırı olarak silahlandırmaktadır. 2) Egemenliği tartışmalı ada, adacık ve kayalıklar sorunu: Türkiye, Ege’de Yunanistan’a ait olup olmadığı tartışmalı olan “gri alanlar” olduğunu ileri sürüyor. Bu adalar, adacıklar ve kayalıklar üzerinde hak iddia ediyor. 3) Karasuları sorunu: Türkiye, Yunanistan’ın karasularını uluslararası hukuku gerekçe göstererek 12 deniz miline genişletmesine karşı çıkıyor ve bunu casus belli (Latince bir diplomatik terim, anlamı “savaş nedeni”) sayıyor. 4) Hava trafiği kontrolü (FIR hattı) sorunu: Türkiye Ege’de 10 mil olarak belirlenmiş olan hava sahasını kabul etmiyor, bu alanın 6 millik karasularından geniş olamayacağını ileri sürüyor. 5) Kıtasahanlığı sorunu: Türkiye Yunanistan’a ait adaların kendi kıta sahanlıkları olmadığını, bunların Anadolu kıtasahanlığının uzantısı olduğunu ileri sürüyor.

Yunanistan’ın ve Türkiye’nin ihtilafın çözümüne ilişkin yaklaşımları

Türkiye tüm sorunların birlikte bir paket içinde ele alınarak, Yunanistan ile ikili görüşmeler yoluyla çözülmesini istiyor. Yunanistan ise sadece kıta sahanlığının sınırlandırılması sorununun ön görüşmelerde tek başına (sadece bu sorunun) ele alınması haricinde, tüm sorunların çözüm adresinin Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Adalet Divanı olması gerektiğini ileri sürüyor. Her iki devlet de diğerinin çözüm yolunu reddediyor.


Canlı yayında 'Ege'de hukuk' tartışması


Tarafların tezlerinin analizi

Doğu Ege adalarının silahlandırılması meselesi

Doğu Ege adalarının silahlandırılması konusu 1960’lardan itibaren Türkiye tarafından gündeme getirildi. Lausanne Antlaşması’nın 13. maddesi bazı Yunan adalarının silahlandırılmasını yasaklamıştır. Madde şöyle der: “Barışın korunmasını sağlamak amacı ile, Yunan hükümeti Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarında aşağıdaki önlemlere saygı göstermeyi yükümlenir: 1- Bu adalarda hiçbir deniz üssü ve hiçbir istihkam kurulmayacaktır. 2- Yunan savaş uçakları ve öteki hava araçlarının Anadolu kıyısındaki topraklar üzerinde uçması yasaklanacaktır. Buna karşılık Türkiye hükümeti de savaş uçaklarının ve öteki hava araçlarının sözü geçen adalar üzerinde uçmasını yasaklayacaktır. 3- Söz konusu adalarda Yunan silahlı kuvvetleri, silâhaltına alınıp yerinde eğitilebilecek olan normal askeri birlikle ve tüm Yunanistan topraklarındaki jandarma ve polis sayısı ile orantılı olacak jandarma ve polis örgütü ile sınırlı kalacaktır”. Dolayısıyla Lausanne’a göre Yunanistan’ın adalarda asker bulundurması konusunda bir sorun yoktur. Kendi anakarasındaki oranıyla, adalarda jandarma ve polis bulundurabilir. Bu askeri personelin barınma ve lojistiğini sağlamak üzere adalarına havaalanı, kışla, yol, vs. altyapı çalışmalarını gerçekleştirebilir. Adaların deniz üssü bulundurmaması, hiçbir askeri liman olmayacak anlamına gelmez. Bahsedilen, adaların anakara ve diğer adalarla iletişimini ve bağlantısını sağlamak için Yunan devletinin kendi askeri gemilerinin yanaşabileceği limanlara sahip olması değildir. Yasaklanan, deniz üssü, çok sayıda geminin merkez olarak kullanacağı, organize saldırı örgütleyebilecek kabiliyete sahip olan askeri tesisler toplamıdır. İstihkâm ile ise, yine savunma veya taarruz amaçlı beton inşaatlar (mesela siperler ve barınaklar) kastedilmektedir. Lausanne Antlaşması, bunların haricinde Yunanistan’ın adalarını savunma hakkına engel teşkil edecek bir kısıtlama getirmiyor. Bu adaların Yunanistan egemenlik alanı olduğu ve kendi öz savunma hakkının tartışma götürmez bir gerçek olduğu unutulmamalı. Lausanne ile ilişkin analizden sonra, Türkiye’nin yine Lausanne ile saptanmış olan Boğazlar ve Marmara Denizi düzenlemesinin Montreux Antlaşması ile revize edildiğini hatırlatalım. Yani Lausanne (tıpkı 4 Yunan adası gibi) İstanbul Boğazı, Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi ve çevresini de silahlardan ve askerden arındırmıştı. Bu durum İkinci Dünya Savaşı arifesinde Türkiye için güvenlik riski oluşturacağından, Montreux Antlaşması ile bu statü iptal edilmiş, Türk egemenlik hakları bu bölgelerde tam olarak tesis edilmişti. Yunanistan, işte bunu emsal göstererek, kendi 4 adasında olan askeri kısıtlamaların da kendiliğinden ortadan kalktığını ileri sürmektedir. Türkiye ise buna karşı çıkmakta, bu iki olay arasındaki bağı reddetmektedir.

Fakat Ankara’nın bu gerekçesi oldukça zayıftır. Çünkü 31 Temmuz 1936 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden Montreux’nün onaylandığı oturumda konuşan Türk dışişleri bakanı Tevfik Rüştü Aras, şunları söylemiştir: “1924 Lausanne Mukavelesi ile gayrı askeri hale ifrağ edilmiş olan komşumuz ve dostumuz Yunanistan’a ait Limni ve Samotra adalarına dair olan hüküm de Montreux Mukavelesi ile ortadan kalkmış oluyor…”.

Yani Yunanistan, Montreux ile kendi adalarının silahlardan arındırılma statüsü arasında bağ kurarken, Türk meclis tutanaklarında sabit olan 1936 tarihli Türk hükümetinin yorumuna göre hareket etmekte. Türkiye elbette sonradan bu pozisyonu değiştirmiştir. Ve bu durum ciddi bir inandırıcılık sorunu oluşturmaktadır.

Yunanistan iki birbirinden farklı olayla, adaların silahlandırılmasına başka gerekçeler ileri sürüyor. Bunlardan birincisi, 1950’lerden itibaren Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgilenmeye başlaması ve nihayetinde 1974 yılında gerçekleştirdiği Kıbrıs çıkartmasıdır. Diğeri ise NATO kuvvetlerinden bağımsız olan, Ege Ordusu’nun kurulmasıdır. Türkiye bu orduyu 20 Temmuz 1975 tarihinde kurdu. Ordunun kuruluş tarihi bile manidar. 20 Temmuz 1974, Kıbrıs çıkartmasının tarihi. Bu çıkartmadan tam bir yıl sonra, Ankara Ege Ordusu’nun kurulduğunu duyurdu. Kıbrıs Türk Barış Kuvvetleri denen, kuzey Kıbrıs’taki Türkiye askeri varlığı ve üsleri de, Ege Ordusu’na bağlıdır. Bu ordunun 130,000 sabit askeri personeli vardır. Bir karşılaştırma yapmak amacıyla ifade etmek gerekirse, Yunanistan’ın tüm askeri personel sayısı 100,000 civarındadır. Yani tek başına salt Ege Ordusu, tüm Yunan askerlerinin toplam sayısından daha fazladır. Yunanistan’ın doğu Ege adalarını silahlandırma çalışmalarının 1974 Kıbrıs Savaşı sonrası yoğunlaştığı dikkate alındığında, bunun hem Kıbrıs çıkartması ve işgali, hem de Ege Ordusu’nun kurulması ile ilgili bir tepki olduğu görüşü oldukça güçlenmektedir. Zaten Yunanistan da Ege adalarındaki askeri varlığını, BM Sözleşmesi’nin 51. maddesine dayandırmaktadır ve öz meşru savunma adına adaların savunma kabiliyetini güçlendirmek durumunda olduğunu söylemektedir.

Egemenliği tartışmalı adalar, adacıklar ve kayalıklar meselesi

Lausanne Antlaşması’nın 12. maddesi, Anadolu kıyısından 3 deniz mili ve açığında olan tüm ada, adacık ve kayalıkları Yunanistan’a bırakmıştır. 3 deniz mili ve daha yakın olan tüm ada, adacık ve kayalıklar ise Türk toprağıdır. Bu hüküm Lausanne’da çok nettir, bu konuda tartışmalı hiçbir şey de yoktur. Zaten Türkiye de 1923’ten (yani Lausanne Antlaşması’nın imzalanmış olduğu tarihten) 1995 senesine dek, toplam 72 sene boyunca, Ege’de egemenliği tartışmalı herhangi bir ada, adacık veya kayalık ile ilgili tek bir meseleyi bile gündeme getirmemiştir. Ege’de Anadolu anakarasından 3 deniz mili açıkta olan tüm adalar, adacıklar ve kayalıklar Yunanistan toprağıdır. Türkiye bunu kabul etmeyerek Lausanne antlaşmasının 12. maddesini görmezden gelmektedir. Türkiye, bunu yaparken, 1947 Paris Barış Antlaşması uyarınca İtalya’dan Yunanistan’a geçen adalar arasında bazı adaların ve adacıkların olmadığını, bunların gri bir alan oluşturduğunu ileri sürüyor. Oysa bu durum doğru değildir. Krize neden olan Kardak adası da dâhil, bu ada ve adacıklar Yunanistan’a geçmiştir. Harita ölçeğine göre görünmeyen kayalıklar da Yunanistan’ındır. Çünkü Lausanne ve Paris Antlaşmaları bunu gayet net bir biçimde gösteriyor. Kardak, Anadolu’dan 6,3 deniz mili uzaklıktadır. Lausanne 3 deniz mili ve daha açıkta olan tüm adaları Yunanistan’a bırakmıştır. Paris Antlaşması, daha önce İtalyan egemenliğinde olan tüm adaları yine Yunanistan’a bırakmıştır. Türkiye davet edilmiş olmasına karşın Paris Barış Görüşmeleri’ne katılmayarak, bu adalar, adacıklar ve kayalıkların Yunanistan’a geçmesi konusunda itirazı olmadığını zaten açıkça göstermiş bulunmaktadır. Dolayısıyla, bu konuyu tam 72 sene sonra damdan düşer gibi gündeme taşımak, ciddi ve daha da önemlisi yapıcı olan bir tutum değildir. Türkiye bu pozisyonu ile açıkça başka devletlerin topraklarına göz diken, yayılmacı bir devlet gibi hareket etmektedir. Tüm cumhuriyet tarihi boyunca sorun olarak görülmemiş olan Yunan adalarının statüsünden, egemenliği tartışmalı adalar iddiasına geçmek, devlet ciddiyetiyle bağdaşmaz.

Karasuları meselesi

Lausanne Antlaşması Ege’de karşılıklı olarak Türk ve Yunan karasularını 3 deniz mili olarak belirlemiştir. Sonrasında her iki devlet de kendi karasularını dünyadaki genişletme akımına uygun olarak 6 deniz miline genişletmiştir. 1958 Birleşmiş Milletler Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi ile 1982 tarihli Birleşmiş Milletler UNCLOS Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca, kıyı devletlerinin karasularını 12 deniz miline genişletme hakları bulunmaktadır. Türkiye ne 1958 tarihli sözleşmeye, ne de 1982 tarihli sözleşmeye imza koymuştur. Oysa 1982 UNCLOS, toplam 181 devlet tarafından imzalanmıştır. 10 kadar devlet, bu sözleşmeyi imzalamamıştır. Türkiye bu devletlerden biridir. Türkiye’de yaygın argüman, ABD’nin de bu sözleşmeyi imzalamamış olduğudur. Bu argümanı Ankara bu hukuk metnine uygun hareket etmeme pozisyonuna güçlü bir argüman olarak sunmaktadır. Oysa ABD UNCLOS düzenini, karasuları da dâhil olmak üzere örfi hukuk olarak zaten uygulamaktadır. Uluslararası ilişkilerde yazılı ve örfi hukuk, temel kaynaklardır.

Mesele şudur ki, Yunanistan Birinci Dünya Savaşı sonrasında, bir deniz toplumu olduğu için, Ege adalarının tümüne yakınına sahip oldu. Ege binlerce yıldır Yunan uygarlığının beşiği olmuştur. Türk toplumu Ege’deki Yunan adalarının Anadolu kıyısına yakınlığını gerekçe göstererek, bu adaların haksız yere Yunan toprağı olduğu yönünde bir algıya sahiptir. Bu algı ideolojik fark gözetmeksizin çok yaygındır. Oysa unutulan şudur ki, mesele salt jeopolitik veya stratejik bir mesele değildir. Bu adaların nüfusu çok büyük çoğunlukla Rum’dur. Mübadele ve savaşlar öncesinde de bu demografi farklı değildir. Müslümanlar adalarda her zaman azınlık oldu. Ege’deki adaların Yunan toprağı olması bu bağlamda sadece uluslararası hukuk birkaç anlaşmayla sınırlı değildir. Bu durum, Yunanistan’ın, sahip olduğu yüzlerce irili ufaklı ada ile, bir anakara ve ada devleti olduğunu gösteriyor. Ege’de 12 deniz miline genişletilecek karasuları (deniz sınırları) Türkiye için dezavantajlı bir durum oluşturacaktır. Fakat devletlerin sınırları avantaj-dezavantaj ile belirlenmez. Almanya ve Fransa arasındaki bazı bölgelere de tarihte avantaj-dezavantaj açısından yaklaşan askeri stratejistler, bu iki ülkeyi yüzyıllarca savaşlara itti. Bu durum, Türk-Yunan ilişkileri için tarihten öğrenilecek önemli bir ders içeriyor.

Mevcut yazılı ve örfi deniz hukuku, adaların da tıpkı anakaralar gibi kendi karasuları olduğunu teyit ediyor. Uluslararası toplumun neredeyse tamamı bunu kabul etmişken, Türkiye BM UNCLOS’a taraf olmadığı için bu kaidelerin kendisi için bağlayıcı olmadığını ileri sürmek dışında bir gerekçe bulamıyor. 12 deniz mili karasularının savaş nedeni olarak kabul ediyor ve tüm dünyaya savaş ile sorunlarını çözmek isteyen bir ülke imajı sergiliyor. Bu şartlarda 12 mil uygulamasının Atina tarafından de facto (fiilen) uygulanması zordur. Fakat Türkiye, her ne kadar Atina’yı 12 mil uygulamasından alıkoysa da, dünyaya hukuk tanımaz ve saldırgan taraf olarak görünmektedir. Kıbrıs ve “egemenliği tartışmalı adalar” yaklaşımları ile de bu imaj oldukça belirgin bir Türk tutumu olarak algılanmakta. Uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk literatürünün çoğunluğu bu algıyı yansıtıyor. 12 mil uygulaması, Türkiye yapıcı rol oynadığı taktirde Yunanistan ve Türkiye arasında bir mutabakatla çözülebilir. Bunun için Türkiye’nin diğer “sonradan icat edilen Ege sorunlarını” gündemden çıkartması ve nasyonalist yayılmacı yaklaşımını terk etmesi gerekiyor.

Hava sahası meselesi

Yunanistan Ege’de 1930’lardan bu yana 10 millik bir hava sahası rejimi uyguluyor. Yunanistan’ın 3 deniz mili ve sonradan 6 deniz mili olan karasuları ile 10 millik hava sahası arasındaki mesafe farkı, 1930-1975 arasında 45 yıl boyunca kabul edildi. Yani bir örfi hukuk oluştu. Türkiye, 1974 Kıbrıs çıkartmasından ve 1975 yılında Ege Ordusu’nu kurduktan sonra, hava sahası meselesini gündeme getirdi. Hava sahası hattı iddiaları, kıtasahanlığı ve karasuları iddiaları ile birlikte bir paket olarak ele alınmalıdır. Çünkü Türkiye bu reflekslerinin tümünü Kıbrıs çıkartmasından hemen önce veya hemen sonra ajandasına aldı. Ve Ankara 10 millik Yunan hava sahasını reddederek, Yunan hava sahasını 6 mil olarak (deniz sınırları ile aynı hizada) kabul etmeye başladı. Uygulamada bu durum çok tehlikelidir. Çünkü Türk savaş uçakları Yunan hava sahasını düzenli olarak ihlal etmekte ve arada kalan dört millik alanda tehlikeli it dalaşları meydana gelmektedir.

Kıtasahanlığı meselesi

Türkiye adaların anakaralar gibi kendi kıta sahanlığı olduğuna dair olan uluslararası hukuk normunu reddetmektedir. Bunun terine, Yunan adalarının Anadolu doğal kıtasahanlığı üzerinde yer aldığını, bu nedenle kendi kıta sahanlıklarının olamayacağını ileri sürmektedir. Bu iddiaları destekleyen bir uluslararası hukuk içtihadı yoktur. Birleşmiş Milletler Cenevre Kıtasahanlığı Sözleşmesi ve 1982 Birleşmiş Milletler UNCLOS Deniz Hukuku Sözleşmesi, adalara da aynı anakaralar gibi kıta sahanlığı hakkı vermektedir. Dahası uluslararası örfi hukuk (yazılı olmayan, uygulamalı hukuk) aynı şekilde adaların kendi kıta sahanlıklarım olduğunu kabul ediyor. Yukarıda belirttiğim üzere, Türkiye bu hukuk metinlerini imzalamayan birkaç ülkeden biridir. Teknik olarak yazılı anlaşmaların tarafı olmaması nedeniyle Türkiye için bağlayıcı olmasalar da, Cenevre ve UNCLOS metinleri Ankara üzerinde çok ciddi bir psikolojik baskı oluşturmaktadır. Dahası, mesela Ege adalarının silahlandırılmasını gündeme taşırken Ankara uluslararası hukuka atıfta bulunmaktadır. Bu da büyük bir çelişki ve tutarsızlık oluşturmaktadır. Çünkü resmi olarak Ankara çözüm için ikili görüşmeleri savunmaktadır. Fakat uluslararası hukuk argümanlarını işine gelen yerlerde kullanmayı ihmal etmemektedir. Mesele şu ki, Yunanistan’ın lehine olan durumlarda aynı Ankara uluslararası hukuk kurallarını tanımamaktadır. Bu çok tutarsız bir davranıştır. Ve ciddi bir devlet davranışı ile bağdaşmaz. Yunanistan ile Türkiye eğer bazı adaların kıta sahanlığını görüşeceklerse, Ankara’nın çelişkilerle dolu diğer Ege sorunları ajandasını gözden geçirmesi şarttır.

Sonuç yerine

Ege sorunları oldukça kompleks bir konudur. En önemli meydan okuma, Türkiye’nin nasıl bir devlet olmak istediği ile ilgili görünmektedir. Çıkarlarını güç kullanmak veya güç tehdidi ile şantaj yaparak karşı tarafı müzakereye zorlamak türü yaklaşımlar, hukuk devleti tutumu ile bağdaşmaz. Bu tür örneklerin dünyada sıklıkla görüldüğü argümanı geçerli olmamalıdır. Sui misal emsal olmaz. Rusya’nın Kırım’ı işgal ve ilhakı gibi olumsuz örnekler yakın dönemde de karşılaşılan olumsuzluklar ve hukuksuzluklardır. Bu tür sert güç tutumları, devletlerin başka alanlarda ciddi olumsuzluklarla karşılaşmalarına neden oluyor. Dahası, Türkiye’de bir savaş durumunda uğranılacak ekonomik çöküntü Rusya’nın Kırım’ın ilhakı sonrasında uğradığı zarardan çok daha büyük olacaktır. Bir devletin dış politikasının uluslararası hukukla uyum içinde olması, o dış politikanın meşruiyeti ile doğrudan bağlantılıdır.

Bugün Türk-Yunan geriliminde meşruiyeti çok daha fazla olan taraf Yunanistan’dır. Türkiye’nin sıklıkla pozisyon değiştirmesi, çok olumsuz bir algı oluşturuyor. Egemenliği tartışmalı adalar tezinin 1995 yılına kadar tek bir defa bile dile getirilmemiş olması, hava sahası konusunda 1975’e dek bir defa bile herhangi bir nota verilmemiş olması ve buna benzer ciddi tutarsızlıklar, Türk tezlerinin inandırıcılığının altını oyuyor. Zaten bu tezlerin uluslararası hukukla bağ kurmaması ve hep “istisna isteyen” bir pozisyon, Türkiye’nin mevcut statükoyu reddeden ve yayılmacı bir ülke gibi algılanmasını beraberinde getiriyor.

Bir diğer konu, hukuk devleti boyutu ki bunu daha önce de vurguladım. İç hukuk ve uluslararası hukuk yaklaşımları Türkiye’de bugün birbirine oldukça paralel bir gidişat içerisindedir. İçeride hukuku işine geldiği gibi eğip büken bir rejim var. Aynı tutum, Yunanistan’ın egemenlik hakları karşısında hukuku eğip bükmeye ve avantaj elde etmeye çalışan rejim dış politikasında da söz konusu. Milli çıkarlar adı altında kendi algılarını cilalamak için, başka ülkelerle yapay sorunlar ürettiği çok sırıtan Türkiye, bunun dışarıdan okunamayacağını var sayıyor. Ama çok yanılıyor. Bu tutum, Türkiye’nin çıkarlarına da, algısına da, yumuşak gücüne de en büyük darbeleri birbiri ardına vurdu. İç hukukta küme düşerken, dış politikada da ülkeyi küme düşürttüler.

Bu yazının, konunun en nihayetinde Türk kamuoyunca da anlaşılmasına katkıda bulunmasını dilemekten başka elimden bir şey gelmiyor. Umarım bir gün gelecek kuşaklar barışın ve huzurun dışarıda da içeride de egemen olduğu bir Türkiye’de yaşar.

Bülent Ecevit’in şiiriyle bitireyim bu analizi.

Mavi Büyü

Sıla derdine düşünce anlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu
Bir Rum şarkısı duyunca gör
Gurbet elde İstanbul çocuğunu

Türkçenin ferah gönlünce küfretmişiz
Olmuşuz kanlı bıçaklı
Yine de bir sevgidir içimizde
Böyle barış günlerine saklı
Bir soyun kanı olmasın varsın
Damarlarımızda akan
İçimizde şu deli rüzgâr
Bir havadan
Bu yağmurla cömert
Bu güneşle sıcak
Gönlümüzden bahar dolusu kopan
İyilikler kucak kucak
Bu sudan bu tattandır ikimizde de günâh
Bütün içkiler gibi zararı kadar leziz
Bir iklimin meyvesinden sızdırılmış
Bir içkidir kötülüklerimiz
Aramızda bir mavi büyü
Bir sıcak deniz
Kıyılarımızda birbirinden güzel
İki milletiz
Bizimle dirilecek bir gün
Egenin altın çağı
Yanıp yarının ateşinden
Eskinin ocağı
Önce bir kahkaha çalınır kulağına
Sonra Rum şiveli Türkçeler
O Boğaz’dan söz eder
Sen rakıyı hatırlarsın
Yunanlıyla kardeş olduğunu
Sıla derdine düşünce anlarsın.

Bülent Ecevit
1947, Londra

Source link

Exit mobile version