Site icon İnternet Haberler Köşe Yazıları Yorumlar Siyaset Ekonomi Spor

1402’liklerden OHAL Komisyonuna

12 Eylül faşizminin toplum ve özellikle de basın üzerindeki baskısını kalıcı hâle getiren ve 40 yıldır yürürlükte olan mevzuatını anımsatmakta fayda var.

Çünkü “Cumhuriyet’i demokrasiyle taçlandırmak” öncelikle hukuksal mevzuatı özgürleşmekten geçiyor.

40 yıldır darbe mevzuatı ile yönetilen bir ülkenin kapıları özgürlüğe değil, yeniden faşizme ve baskıya açılıyor.

Hem gazeteciler hem de toplumun diğer kesimleri için büyük baskı unsuru hâline gelen Türk Ceza Kanunu’nun 311. ve 312. maddeleri de 12 Eylül’de yeniden tasarlanarak yürürlüğe sokuldu.

Darbeden hemen sonra, 10 Ocak 1981’de yapılan değişiklikle birlikte, 311. maddede tarif edilen suçu, basın ve yayın araçları vasıtasıyla alenen tahrik edilerek işlenmesi halinde uygulanacak cezaların iki katına çıkarılacağı hükme bağlandı.

Keza Türk Ceza Kanunu’nun 312. maddesi de, “Halkı; sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis ve üç bin liradan on iki bin liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılır. Bu tahrik umumun emniyeti için tehlikeli olabilecek bir şekilde yapıldığı takdirde faile verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır,” şeklinde değiştirildi.

40 yıldır can sıkan her şey bu maddenin kapsamında cezalandırıldı, cezalandırılıyor.

Demokrasiymiş…

Darbecilerin basın yayın faaliyetlerine dönük sınırlamaları, farklı zaman dilimlerinde alınan konsey kararları ile daha da pekiştirildi, iyice boğucu hâle getirildi.

Darbeden dokuz ay sonra, 2 Haziran 1981 yılında çıkarılan 52 numaralı karar ile sıkıyönetimin tüm uygulamaları koruma kalkanına alındı. Kararla birlikte, “12 Eylül Harekâtının amaçlarına bir an önce ulaşmasını sağlamak maksadıyla her kademede, her türlü siyasi parti faaliyetleri ile birlikte, Sıkıyönetim  uygulamalarına ilişkin olarak Sıkıyönetim Komutanlıklarının koyduğu yasakların ve aldığı kararların herhangi bir şekilde tartışılması” yasaklandı.

52 numaralı kararnamenin 4. maddesi ile de, “Kamu davası açılıncaya kadar haklarında soruşturma ve kovuşturma yapılan siyasi parti, işçi teşekkülleri, meslek kuruluşları dernek ve siyasi kişilerle ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı ve ilgilileri etkileyici yazı yazmak, sözlü veya yazılı beyanda bulunmak, yorumlar yapmak” tamamen yasaklandı.

Getirilen yasaklara riayet etmeyenler hakkında, eylemleri başka bir suçu oluştursa dahi, ayrıca 1402 Sayılı Sıkıyönetim Kanunu’nun 16. maddesi uyarınca yasal işlem yapılacağı hükmü getirildi.

1982 yılında yasaklar hız kesmedi, hattâ koşmaya devam etti.

28 Aralık 1982’de Sıkıyönetim Kanunu’nda yeniden köklü değişiklikler yapıldı ve basın iyice nefes alamaz hale getirildi.

Öyle ki Millî Güvenlik Konseyi, gazete ve dergi çıkarmayı yeniden resmi izne bağladı ve 30 Aralık 1982 tarihli Resmî Gazete’de bunu yayımladı:

Söz, yazı, resim, film ve sesle yapılan her türlü yayım, haberleşme, mektup, telgraf ve sair mersuleleri kontrol etmek; gazete, dergi, kitap ve diğer  yayınların basımını, yayımını, dağıtımını, birden fazla sayıda bulundurulmasını veya taşınmasını veya sıkıyönetim bölgesine sokulmasını yasaklamak veya sansür koymak; sıkıyönetim komutanlığınca basımı, yayımı ve dağıtılması yasaklanan kitap, dergi, gazete, broşür, afiş, bildiri, pankart, plak, bant gibi bilcümle evrakı, yayın ve haberleşme araçlarını toplatmak; bunları basan matbaaları, plak ve bant yapım yerlerini kapatmak, müsaderesine karar verilmemekle birlikte, sıkıyönetim komutanlıklarınca sahiplerine iadesinde sakınca görülenlerin imhası için gerekli önlemleri almak; yayına yeni girecek gazete ve dergilerin çıkarılmasını izne bağlamak… 

Özel maksatla kamunun telâş ve heyecanını doğuracak şekilde asılsız, mübalağalı havadis ve haber yayanlar altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılırlar.

Basın özgürlüğü, kanunlar ve sıkıyönetim komutanları tarafından alınan kararlar yetmezmiş gibi 1982 Anayasası da tuz biber ekti…

1982 Anayasası’nın amacı, basın özgürlüğünü dinamitlemek ve mevzuattaki faşizmi anayasa vasıtasıyla güçlendirmekti. 12 Eylül Anayasası keyfe keder bir sınırlandırmaya yeşil ışık yakıyordu.

Hoş bugün 12 Eylül Anayasası’nı eleştirmek bir lüks.

Çünkü ortada meşruiyeti sağlayan bir anayasal düzen yok, anayasaya uyan da yok.

1982 Anayasa’sının eleştirdiğimiz ifade ve basın özgürlüklerinin ırzına geçmeyen bir siyasi irade olsa, yazı ve düşüncesinden dolayı kimse hapiste olmaz, düşünce ve gazetecilik terör suçlamasıyla yok edilemezdi.

25 Ekim 1983 tarihinde  yasalaştırılan 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanunu’na da basınla ilgili maddeler eklendi; bu kanunla bölge valilerine iletişimi kısıtlama yetkisi verildi.

Mahkeme, hak, hukuk, adalet taca atıldı.

10 Kasım 1983’te ise Basın Kanunu’nun birçok maddesi yeniden ele alındı.

Toplu Basın Mahkemeleri kaldırıldı.

Ama çok daha vahimi Basın Kanunu’nun, “Yabancı memleketlerde çıkan basılmış eserlerin Türkiye’ye sokulması ve dağıtılmasının Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanması” ile ilgili 31. maddesi değiştirildi, buna, “Devletin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, millî güvenliğe, kamu düzenine, genel asayişe, kamu yararına, genel ahlaka ve genel sağlığa aykırı basılmış eserler” ibaresi dahil edildi.

12 Eylül, hattâ tek parti mevzuatını temizleyerek demokratikleşme hayali hiçbir zaman gerçekleşemedi ama bu mevzuatın üzerine son dört yılda çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler de geldi.

12 Eylül’de darbecilerin yargılanması engellenmişti, şimdi “darbecilere” karşı görev yapan kamu mensupları yargılanamıyor.

Örneğin, Anayasayı, AİHM ve Yargıtay kararlarını yok sayarak suç işlemekten çekinmeyen OHAL Komisyonu’nun yedi bürokratı da bu kapsamda siyasal partizanlık yapıyor.

Garip olan  ‘meşru düzeni’ savunduğunu iddia edenlerin hukuk tanımazlığı ve bu eylemlerine karşı yargı denetimine  karşı korunmaları… Çok garip değil mi?

Kısacası…

12 Eylül’de 1402’likler vardı, şimdi KHK’lılar var.

Basın Kanunu’ndaki değişiklikler ile sorumlu müdür olabilmek için gereken koşullar ağırlaştırıldı, para ve hapis cezalarının oranları arttırıldı, basın davalarında zamanaşımı süreleri iki katına çıkarıldı.

Kanun, basılı yayınların dağıtımının engellenmesi ve toplatılması ile basın araçlarına el konulmasına da olanak sağladı.

Askeri ya da sivil vesayetin ilk hedefi her zaman temel hak ve özgürlükler, özellikle de düşünce, ifade ve basın özgürlüğüdür.

Aradan kırk yıl geçti ama 1982 Anayasası’na saygı gösterilmesini, uyulmasını mumla arar hâle geldik. Düşünün Anayasa’ya başta Hakim ve Savcılar Kurulu uymuyor..


Bu yazı, P24’ten alınmıştır.

Exit mobile version